Bu da Geçer

(Yazarı sesli dinlemek için tıklayın.)

Hayat dediğin şey, doğum ile ölüm arasında süre gelenler ve yaşadıklarından ibarettir. Önemli olan, nasıl yaşadığındır! Kaliteli hayat olaylara verdiğin tepkilerde gizlidir. Zira, hayat inişli çıkışlıdır… bir yukarılardasın, bir an gelir aşağılara, diplerde yüzer bulursun kendini. Her şey değişken… ne zaman ne olacağı belli olmayan sürprizlerle dolu… şaşırtıcı, öğretici, geliştirici, ve dönüştürücü… Asıl en güzel tarafı, hayatta hiç bir şeyin durağan olmaması… ve asla aynı noktada kalmayacağın… Nerde olursan ol, anın farkında ol, hakkını vererek yaşa, tadına var!” –Shirli Ender Büyükbay

Şu satırları benim için çok özel bir yer ve zamanda yazıyorum. Özel oluşunun nedeni, Mart 2020’de karantinaya girdiğimizden beri bu anın içinde olmanın hayali içindeydim. Her şey ihtimaller dahilindeydi; burada olmak da vardı, olmamak da… Hepsine kabuldüm… Veee şimdi buradayım! Adeta bir cennetteyim! Şimdi ve burada olmanın hakkını vererek yaşıyorum… doyasıya, evrenin bana bahşettiği tüm güzelliklerinden faydalanarak… Hayal dünyasına kapılmadan, gerçeklerin farkında olarak… Bilerek ki, “şu an” da bir zaman sonra sona erecek… Belki bir an gelecek ve olaylar beni yukarılara uçuracak, belki de aşağılara çekecek… ama ne olursa olsun o da geçecek… Karantina döneminde tünelin ucundaki ışığı göremesek de, sonunda çıkışa geldiğimiz gibi…

Sonuçta, her şey insan için… bir an var, bir an yok! Durgun havada aniden kuvvetli rüzgarın çıkması gibi, veya bulutların arasından güneşin yüzünü gösterdiği gibi… her şey değişken! Olaylar sanki kendi ajandasında seyrediyor, bize de uyum sağlamak düşüyor. Yani, demeye çalıştığım şu ki, içinde bulunduğumuz an ve getirdikleri kalıcı değil, geçici… Er ya da geç, o da geçer. Bu felsefenin özgürleştirici özelliğini vurgulayan çok özel bir hikayeyle tanıştırmak istiyorum sizi.

Eski zamanlar bir kral, bir gün bilgelerine “dünyanın en güzel pırlantalarından biriyle bir yüzük yapmak istiyorum… Yüzüğün altına girebilecek kadar kısa, çaresizlik anlarımda bana hizmet edebilecek ve sonsuza dek mirasçılarım olacak bir mesajı buraya saklamak istiyorum” demiş. Bilgeler, düşünmüşler, aramışlar, ancak zor anlarda yardımcı olabilecek bilgece ve yüzüğün altına sığacak bir mesaj bulamamışlar. Kralı büyüten, küçük yaştan beri yanında olan yaşlı hizmetkarı, “akıllı değilim, eğitimli değilim, akademik değilim, ama aradığın mesajı biliyorum” demiş; ve “saraydaki hayatım boyunca her türlü insanla tanıştım ve baban tarafından davet edilen bir bilgeyle tanıştım” diyerek bir kağıda bir şeyler yazmış, katlayıp krala vermiş. “Ama okuma”, “onu saklı tut, ve yalnızca başka çıkış yolun olmadığında aç ve oku” demiş.

Çok geçmeden yönetimde bir sorun çıkmış. Kral savaşı kaybetmiş, atıyla kaçmış, düşmanlar da onu takip etmiş. Yalnızmış, ve düşmanları sayıca çokmuş. Yolun bittiği, çıkmaz bir yere gelmiş. Önü derin bir vadi ve uçurummuş; düşse sonu olurmuş. Geriye de dönemezmiş, çünkü düşman yolu geçmiş bile. Kral düşman atlarının sesini duyabiliyormuş. Çıkış yolu yokmuş. İşte o çaresizlik anında yüzüğü hatırlamış, ve kağıdı çıkarıp kısa mesajı okumuş: “bu da geçer” (this too shall pass). Mesajı okur okumaz kendini müthiş bir sessizliğin sardığını hissetmiş. Onu takip eden düşman sesleri de gelmiyormuş. Muhtemelen ormanda kaybolmuşlar, ya da yanlış yöne gitmişler. Kral hizmetkarına ve bilinmeyen bilgeye minnettar duygular içinde elindeki kağıdı katlayıp yüzüğünün altına geri koymuş, ve ordularını toplayıp krallığına geri dönmüş.

Sarayına döndüğünde, kral için danslar ve müzikler eşliğinde büyük bir şölen verilmiş. Kral kendini çok iyi hissetmiş. Yaşlı hizmetkarı yanına gelmiş ve “Bu an bile mesaja bakman için uygun” demiş. Kral “Şimdi kazandım, insanlar dönüşümü kutluyor, umutsuz değilim, bir çıkmazda da değilim” demiş. Yaşlı hizmetkar, “Bu mesaj yalnızca yenildiğinde, açmazda olduğunda değil, kazandığında da yararlı” demiş. Kral yüzüğün içindeki kağıdı yeniden açmış ve okumuş: “bu da geçer.” Kral yine aynı şeyi hissetmiş… dans ve kutlamaların arasında bir sessizlik içine işlemiş. Gururu ve egosu gitmiş… mesajı anlamış… aydınlanmış… Sonrasında yaşlı adama dönmüş ve şöyle söylemiş: “başına gelen her şeyi hatırla; hiç bir şey ve hiç bir duygu kalıcı değildir… aynı gündüz ve gece olması gibi, üzüntülü anlar ve mutlu anlar vardır… bunları doğal olarak benimse, çünkü bunlar hayatın parçalarıdır.”

[Rivayete göre, bu hikaye Kral Süleyman’a ait; ve kralın yüzüğünün altına gizlediği kağıtta büyük harflerle GZY yazılıymış. GZY İbranice dilinde “bu da geçer” anlamını taşıyan Gam Ze Yaavor’un baş harfleriymiş.]

Özetle, diyeceğim şu ki, hayat kısa… bir öyle bir böyle… Bir an vardır ki, aşağılardasındır; ama uzun sürmez, yine yükselişe geçersin… Bir an da vardır ki, yukarılardasındır… Aman diyeyim, sakın yükseklik sarhoşluğuna kapılma… çünkü onun da bir sonu, bir inişi var! İşte o yüzden, her ne/nerede olursan ol, anı olduğu gibi, hakkını vererek yaşa… Bir an sonra elinden gidebileceğinin farkında olarak yaşa… Hali hazırda içindeyken değerini bilerek yaşa… Ona bağımlı değil bağlı kalarak yaşa… Ve… kim olduğunu bil; senin için neyin değerli olduğunu anımsa; ve varlık amacını asla unutma!

12 Ağustos 2020

En Kötü Karar Kararsızlıktan İyidir

(Yazarı sesli dinlemek için tıklayın.)

Geçen yazımda, İstanbul’a uçma konusundaki kararlılığımızın dayanılmaz “hafifliğini” kaleme almıştım. Her ne olursa olsun, er ya da geç uçmayı kafaya koyuşumuzun hikayesiydi. Şanslıydık… kararlılığın ve niyet etmenin müthiş itici gücünü arkamıza alarak yol aldık… Bir yandan, belirsizlik içinde yerimizde saydık; diğer yandan, kararlılığımız sayesinde şartlar lehimize işledi ve sağ salim muradımıza erdik. Geriye doğru bakıyorum da… diyebilirim ki, belki de şansımız istediğimizi bilme ve o yönde gösterdiğimiz kararlılıktı. Ne yazık ki, belirsizliğin hakim olduğu şu dönemde böylesine cesur ve kararlı olmak pek de kolay değil. Bir çok yakınım müthiş kararsızlık içinde, kalsam mı gitsem mi (“should I stay or should I go?!”) ikilemi yaşıyor… Genelde kararsızlığa kolayca düşebilen yapımdan olsa gerek, belirsizliğin yarattığı şu “kararsızlık” olgusunu analiz etmeye koyuldum.

Öncelikle, Covid-19 vakaları halen devam ederken, bölgesel kısıtlamalar yeniden gündemdeyken, ve belirsizlik halen hakimiyetini sürerken, seyahat etmeye kalkışmak ne kadar doğru, tartışılır! Karantinaya yakalandığımız yerde kalmayı seçtiğimiz ve alternatiflerin peşinden gitmekten vazgeçtiğimiz gibi, belki de yeni normalin içinden geçerken olduğumuz yerde kalmayı seçmeliyiz. Ancak, yaz mevsimi, tatil ihtiyacı, hatta alışkanlıkların getirdiği dürtüler ile kıpraşma, hareketlenme ve yer değiştirme arzusuna giriyoruz. Hele ki, çevremizden birilerin yazlıklarına, tatil yerlerine gidişini gördükçe, içimizdeki mini kıpırtılar büyük hareketlenmelere dönüşüyor. Bedenimiz “kalk gidiyoruz!” diyor; zihnimiz “dur hele; nereye, nasıl, hangi koşullarda, ya bir şey olursa…” ile bizi adeta koltuğa mıhlıyor. İşte asıl kıyamet bundan sonra kopuyor… Mantık ile duygular arasında ezeli savaş başlıyor!

Soruyorum, kaçınız, şu son bir kaç ay içinde, küçük veya büyük ölçekte, bir karar alma çabasıyla bu savaşı yaşadınız? Kuaföre/berbere giderken mesela; köşedeki kafede arkadaşınızla bir kahve içmeye yeltenirken; açık havada bir restoranda yemek yeme planı yaparken; uçağa binip seyahate gitmeye yeltenirken…. veya, yakınlarınızı gördüğünüzde bedeninizin sarılma güdüsüyle atılırken! Hedef ne olursa olsun, eminim ki duygu ve beden “hadi” diyorken, zihin “bir daha düşün” ile uyararak, arzunuzdan vazgeçirecek bin bir sebep yaratmıştır… korku ve endişe tohumlarını sisteminizin her bir köşesine dağıtmıştır… ve bir kaç tutum ve davranış arasında gidip gelmişinizdir. Mesela, (1) kararı ertelemiş, zihinsel savaşı uzatmışınızdır; (2) olaydan vazgeçip, yerinizde kalmayı seçmişinizdir; (3) “seni dinlemeyeceğim” deyip kafanızın dikine gitmişinizdir; veya (4) karşıt argümanlar üretip harekete geçmişinizdir… Ama bir yandan da, tüm bunlar olup biterken, içinizde bir şüphe, endişe, ve bir şeyleri kaçırma duygusuyla karışık “hayat akıp geçip gidiyor… nereye kadar böyle devam edebilir…” düşüncesiyle içinizdeki savaşı sürdürmüşünüzdür. Bunların hepsi, karar alma açısından çok iyi güzel de, asıl mesele, aldığımız kararla bütün olup olmayışımız… Karar alsak da kararsızlık halen içimizde bir kurt gibi bizi kemiriyorsa bir yerlerde yanlışımız var demektir.

Ooooofff ooofff…. ne korkunç bir his… değil mi? Sıkışmışlığın başka bir formda tezahür edişi… Bir seçim yaptığımızda, diğer seçenekleri ardımızda bırakamama sıkıntısı… Adeta aynı anda iki yerde olma isteği… Veya “ekmeği hem yiyim, hem de bütün kalsın” refleksi… Ne aynı anda iki yerde olabiliriz, ne de yediğimiz ekmek bizi hem doyuracak, hem de bütün kalacak! Kabul ediyorum; istemesek de kendimizi kısıtladığımız bir dönemden geçiyoruz… Neyin doğru, neyin yanlış olduğunu bilmediğimiz; neyin hayırlı, neyin sakıncalı olabileceğini kestiremediğimiz; hatta, neyin risk almaya değer, neyinse vazgeçilesi olduğuna dair emin olamadığımız ikilemlerle dolu bir dönem… O yüzden de, kararsızlık içinde olmak çok normal!

Tamam normal da… nasıl ve nereye kadar, böylesi bir kararsızlık ve ikilemde yaşayabiliriz ki? Bu olma halinde yaşamak hiç de sağlıklı değil. Bundan arınmanın bir yolu olmalı! Bir şekilde zihnin, bilinç ve farkındalıkla durumu ele alıp, en iyi şekilde yönetmesine olanak sağlamalıyız; ve duygu-beden-zihin dengesini yakalamalıyız… Peki ya nasıl? Geçmişte çokça yaşadığım ve tanıdığım bir duygu olduğundan olsa gerek, kararsızlık ile kararlılık arasındaki ince çizgiyi çok net görür oldum. Aldığım kararlarla bütün olamadığım ve diğer seçenekleri ardımda bırakamadığım zamanlarda, durumu duygu-düşünce analizinden geçirerek, zihinsel süreçler devreye sokuyorum. Bu sayede rahatlatıyorum… Hem kararsızlık girdabına kapılmaktan kendimi korumuş oluyorum, hem de kararlarımda bütünlüğümü sağlıyorum. Demesi kolay… yapması da kolay… Hepsi şu basit motto üzerine kurulu:
“Direnme, akışta ol… Zıtlaşma, birleş… Tartışma, sor ve anla!

1. Ne istediğini iyi bil: “Gideceği limanı bilmeyene hiç bir rüzgardan hayır gelmez” sözünü hatırlayıp, gerçekten neyi istediğini farkında ol ve o doğrultuda, ona ulaşma maksadıyla hareket et.
2. Risk-Kazanç analizi yap: Aldığın riskler karşısında edineceğin kazanç, keyif, kayıp veya kederin farkında ol. Arzu ettiğini gerçekleştirme uğruna nelerden vazgeçmeye hazır olduğunu, ve neler kazanacağının bilincinde ol.
3. Olasılıkların farkında ol: Her bir kararın arkasında olasılıkların uç noktalarda cereyan etme ihtimali olduğunun farkında ol. Aldığın riskler ve sonuçlar istediğin şekilde gidebildiği gibi, tümüyle dışında da gerçekleşebilir. Kendini her tür sonuca hazırla ve teslim et.
4. Pozitif bakışı seç: İşler ters gidebildiği gibi, harika da gidebilir. Çekim Yasasını esas alıp, aydınlık ve olumlu senaryoya odaklan; tercih ettiğini hayatına taşı.
5. Yeni köye yeni adet getir: Yeni normali eski alışkanlıklarınla yaşama çabasından vazgeç. Yeni alışkanlıklar edinmeye açık ol. Yaşadığın dönemin geçmiş yıllardan farklı olduğunu, ve yaptıkların ile yapacaklarının da farklılaşacağını kabul et; beklentilerini de o yönde kurgulayarak harekete geç.
6. Adaptif ol: Kararına bağlı ol, ama bağımlı olma. Kararının arkasında dururken, şartların değişebileceğini hatırlayıp, bukalemun gibi durumla beraber değişime ayak uydur.
7. Basit yaşa: Hayat kısa; keder, dert ve tasalanmayla geçirmek için fazlasıyla kısa. Aynı konu etrafında fazla kafa ve enerjini vermek yerine, basit düşün; kısa dönemli kararlar al. Bir yanlış varsa, konu yeniden karşına çıkacak ve yeni analiz ve değerlendirmeye açılacaktır.
Özetle, kararsızlık bizi mahvetmeden, “en kötü karar kararsızlıktan iyidir” felsefesiyle yola devam…

29 Temmuz 2020

Belirsizlik Sularında Kararlılıkla Yüzmek

(Yazarı sesli dinlemek için tıklayın.)

Yaz geldi; hayatımız basitleşecek yerde, her zamankinden daha da karmaşıklaştı… Korona ile beraber, öyle bir döneme uyandık ki, yeni normali “normal” yaşamaya kalkmanın hayal olduğunu düşünüyorum. En ufak bir sosyal birliktelik için hala türlü önlemler alıyorken, bir yerden bir yere seyahat etme planları yapmak bile başlı başına bir iş haline geldi. Neden mi? Yeni normali eski alışkanlıklarımızla yaşamaya yeltendiğimiz için! Artık kabul etmeliyiz… Korona öncesi rutinimizin geçersiz olduğu bir dönem bu… Bilinmezliklerle beraber, kararsızlıkların, zihinsel ve duygusal karmaşıklığın baş gösterdiği bir dönem… Bir yandan olduğun yerde kalma diğer yandan hareket etme isteğinin yaşandığı bir dönem… Öyle ki, seçeneklerin ve alternatif sahibi olmanın bir lüks olmaktan çıktığı, huzursuzluk ve kaygı yarattığı bir dönem. En basit kısa süreli bir seyahat bile “köklü” bir karar verme sürecinden geçirtiyor insanı… İçimizdeki zihinsel ve duygusal enerjiyi emebiliyor… Sırf bu sebeple, bugünlerde, bütünsel (bedensel-zihinsel-duygusal) dengemizi muhafaza etmeye her zamankinden daha çok ihtiyacımız var.

İşte, bu durumu –son bir kaç haftadır canlı kanlı deneyimleyişimi paylaşmak istedim… Her şey, THY’nin Barcelona’dan kalkan ilk tarifeli uçuşuyla İstanbul’a yaz tatili için dönmeye kalkışmamızla başladı. Çoğunlukla merak konusu, uçuş öncesi ve sonrası terminallerde olan biten, uçuş süresince yaşananlar gibi konular… oysa ki, bence asıl mesele uçmanın kendi değil… asıl mesele Korona zamanında uçmaya niyetlenmenin inanılmaz ağırlığı… Uçuşun kendisi çok rahattı. Her iki terminal de hayalet şehir denecek kadar boştu. Check-in, duty free, güvenlikten ve pasaporttan geçiş gibi tüm işlemler sosyal mesafe kuralı çerçevesinde, son derece sakin ve rahat şekilde yürüdü. Uçakta, binişten inişe, terminalden çıkışa kadar sessizlik, sakinlik, ciddiyet, mesafe ve saygı hakimdi. Özetle, tereyağından kıl çeker gibi İstanbul’a geldik. Keşke tüm uçuşlar hep böyle olsa.

Dediğim gibi, asıl mesele uçma değil… bir paket olarak uçmak işin en kolayı. Asıl zorluk, uçana kadarki sürede yaşadığımız zihinsel ve duygusal karmaşa, çektiğimiz kararsızlık, şartlara bağlı belirsizlik, ve tümünün yarattığı huzursuzluk… tabir-i caizse, akan suların durduğu, tıkandığı, hatta sonunda “eehhh yetti gayri… artık akışına bırakıyorum, ne olacaksa o olsun” dediğimiz anlar… Her ne kadar “belirsizlik” olgusuyla tanışık olduğumuzu zannetsek de, hiç de öyle değilmişiz… Yeni normalin değişken, belirsiz, karmaşık ve muğlak düzeninde yaşama çabası sonucunda ya topluca kafayı yiyeceğiz, ya da filozof olacağız.

Öncelikle, salgının hala hakim olduğu dönemde seyahat etmek, olduğun yerden kıpırdamak çok da akılcı değil. Amaaa, milyonlar –kendim de dahil– ne yapıyor, akılcı tarafı bırakıp alışkanlıklarının peşine düşüyor. Boşuna “alışmış kudurmuştan beterdir!” demiyoruz; mantık ve sağduyu eski alışkanlıklarımız karşısında yerle bir olabiliyor. Biz de, milyonlar gibi, yaz tatili, aile ve arkadaş özlemi ve ertelenen işler yüzünden, Temmuz’da İstanbul’a dönmeyi kafaya koymuştuk. Öyle ki, henüz sınırların açılacağına ve uçuşların başlayacağına dair kesinlik yokken, İspanya Başbakanı Pedro Sanchez’in “1 Temmuz 2020’de sınırları turizme açacağız” lafına dayanarak, hayret edici bir kararlılıkla 1 Temmuz gününe biletimizi aldık.

Biletimizi aldık, uçup uçmayacağımızı net bilmeden… ve bekledik… THY’den iptal haberi gelir mi diye… ilk 15 dakika geçti, ses yok; 1 saat geçti, ses yok; ertesi günlerde de hiç bir haber maber yok! Bir yandan şaşkın, bir yandan heyecan içinde, son güne kadar iptal mesajı gelebilir diye diken üstünde bekledik. Nitekim, karantinaya girişimizin ilk günlerinde bilet aldıydık; ama 15 dakika geçmeden iptal mesajı aldığımız için, her tür habere hazırlıklıydık. Ne ilginç ki, son güne kadar iptal mesajı gelmedi… Kendimizi “uçuşunuz iptal edilmiştir” mesajına öylesine hazırlamıştık ki, 1 Temmuz’u sabır ve farkındalıkla bekledik.

Vakit yaklaştıkça sağdan soldan bilgi akışları başladı. THY’nin uçuşa başlayacağı ülkelerin listeleri tarihleriyle dolaşmaya başladı… Bir listede İspanya için 1 Ağustos diyordu… Bir başka listede 1 Temmuz… Arada, 23 Haziran’a kurtarma uçuşu konunca kafamız iyice karıştı… Saniyeler içinde bir “uçuyoruz” dedik, bir “kalıyoruz” dedik… Son güne kadar uçma ile kalma arasında boşlukta öylece kaldık. Sürekli “uçacak mıyız, kalacak mıyız; işlerimizi halledebilecek miyiz, edemeyecek miyiz; ailemizi görecek miyiz, görmeyecek miyiz; yazlığa gidecek miyiz, gitmeyecek miyiz…” gibi sorularla meşguldük. Kafamız uyuşmuş halde, “öyle olursa böyle olur, olmazsa şöyle olur” gibi aptalca, havada kalan, hiç bir kesinliği olmayan kararlar aldık.

Kurtarma uçuşuyla uçmak istemediğimizi biliyorduk; 1 Temmuz’da uçamama riskini de almıştık. Ancak Haziran 20-21 sağdan soldan uçuş iptal haberleri geliyordu. Bize halen gelen bir şey yoktu. Hatta, aynı günün 14:40 uçağının iptal haberi, ardından bizim 11:50 uçağının 12:00’ye alındığı mesajı gelince, “işte buduuuur…. uçuyoruuuuuzzzz….” diyebildik. Ama yine de, henüz ülkeler arası sınırlar açılmamışken, İspanya’da olağan üstü hal yeni kalkmışken, İspanya-Türkiye arasında dolaşım mutabakatına varılmış haberi henüz gelmemişken, son mesaj bizi muğlak durumdan kesinliğe taşımaya yeterli değildi. 30 Haziran günü online check-in yapana kadar, uçmak ile kalmak arasındaki arafta rahatsızca gidiş hazırlıklarımızı yapmaya devam ettik. Tabii, bu kadar basit bir soruyu yanıtlayamamak; kısa vadeli tek bir karar dahi verememek; her karar aşamasında “hımmm… belki…” ile konuyu askıya almak ilginç ötesi bir deneyim oldu. Bu bana, tam anlamıyla anda kalmayı, anı yaşamayı, ve bir sonraki ana yaklaştıkça o an için karar almayı öğretti.

Her şeye rağmen, şu bir gerçek ki, bu 4-5 haftalık zaman aralığı yeniden bir çok şeyi sorgulatır oldu… Bir gün sonra uçup uçmayacağımı kesin bilemediğim, her an iptal haberinin gelebileceği, kesinlik mefhumunun ortadan kalktığı bir dönemde, “nasıl plan yapabilirim; kendimi nasıl programlayıp karar alabilirim; hayatıma hakim olduğum hissini ne kadar taşıyabilirim” sorgulamaları yarattı… Bu sorgulama sürecinin sonunda, hayatım üzerinde o kadar da kontrolümün olmadığını, ancak yaşam kesitlerinde “özgür irade” denilen sanal ile gerçeklik arası bir noktanın olduğunu, ve benim için özgür iradenin ancak Mindfulness prensipleri (dikkat, farkındalık, niyet, kabul, teslimiyet gibi tutumlar) üzerine kurulu seçimlerden ibaret olduğunu anladım… Doğrusu, bu prensiplere dayalı duygu-düşünce-davranış sistemi kurduğum için işin içinden aklı selim ve yüzüm gülerek çıkabildim, çıkıyorum…

Sonuçta, uçuşu gerçekleştik… İstanbul’a vardık… İşlem tamam, bitti gibi görünse de, belirsizlik sularında yüzmek son bulmadı… Dünya düzenini etkileyen Covid-19 gibi olgular var olduğu sürece, ve bizler eski alışkanlıklarımıza sıkı sıkıya bağlı, hatta esiri olduğumuz müddetçe, bu yolculuk son bulmayacak. Korkacak veya yapacak bir şey yok! Deneyimleyip başarıyla atlattıktan sonra, işler kolay… Derin sularda yüzmeyi başaran, her denizde her zaman yüzebilir… yeter ki suya girsin!

İstanbul’dan Shirli
15 Temmuz 2020

50 Olmanın Dayanılmaz Hafifliği

(Yazarı sesli dinlemek için tıklayın.)

Bu satırları Barcelona’da, takribi 80 günümü karantinada geçirdiğim evimde yemek masamda oturmuş yazıyorum. Muhtemelen de, bu satırları ancak her şeyin yolunda gittiği taktirde, 1 Temmuz 2020 gününde, ben Barcelona’dan İstanbul’a uçarken okuyor olacaksınız…

Bugün 24 Haziran 2020… Çarşamba… Tamı tamına 50 yıl önce bugün, saat 19:32’de dünyaya gözlerimi açmış, ilk nefesimi almış, muhtemelen ağlamayıp, popoma doktorun bir fiske şaklatmasıyla ağlamaya başladığım, bilinçsizce ve içgüdüsel ilk anlarımı yaşadığım zamandır. Garip ama gerçek… 50!

50 ilginç bir sayı. 50 yaşında olmak da, rakamsal bakımdan da ilginç… Neden mi… şöyle anlatayım… Biyolojik olarak evet, 50 yaşımdayım. Ama kaç hissediyorum, kaç yaşında görünüyorum… Ne 50 hissediyor, ne de görünüyorum. Bazen 20’lerimde, bazen 30’larımda, bazen de 40’larımda hissediyorum… Muhtemelen, sadece 20-30-40’ları tanıdığımdan, ve 50’leri bilmediğim ve deneyimlemediğimden olsa gerek ki, 50 yaşında hissetmiyorum… Zaten, 50 yaşında hissetmek de ne demek ki?! 50 görünmüyor olmam “allah vergisi”… hatta canım babamın genlerinin vergisi desem daha doğru olacak. 80’lerinin başında olduğu halde, 70’lerinde gibi görünmesi, son 10 sene öncesine kadar saçında eser miktarda beyaz saç olması, çok da geçerli bir gösterge. Sonuçta, 40’larımda gösterdiğim doğrudur. Biraz deli doluluk, yüksek enerji ve ince vücut yapısı olunca, doğal olarak 40’larımda görünüyor olabilirim.

Şimdi, asıl komik bakış açıma geleceğim… 50 olmanın dayanılmaz hafifliğine… hafiflik kilodan, görünüşten veya hissetme bakımından değil… yaşımı farkındalık ve bilinç açısından inceleyince apayrı bir tablo çıkıyor. Son 5-6 yıldır farkındalık, Mindfulness, bilinç, dikkat ve farkındalıkla yaşam biçiminin önemini keşfettim, yaşamıma felsefe olarak uyarladım ve her fırsatta bu felsefeyle yaşamayı savundum. Farkındalıkla yaşamanın, hayatın her anının hakkını vererek yaşam sürmenin özgürleştirici, huzur ve mutluluk verici olduğunu savunan biri olarak, geriye bakıyorum… Özgürce, huzurla, mutlulukla, mutlak farkındalık ve oto-kontrol ile sürmüş olduğum yıllara bakıyorum… Doğrusu, bu bakış açıyla kaç yaşındasın deseler, 20 gibi bir yaş derim… Yani, diyeceğim o ki, en fazla 20 yıldır hayatımı hakkını vererek yaşadığımı söyleyebilirim. Seçimlerimden, kararlarımdan, arzu ve tutkularımdan kesin emin olarak, ve kendim için yaşamayı seçerek geçirdiğim yıllardan bahsediyorum… hepi topu 20 yıl…

Neden mi… şöyle… hayatımın ilk 10 yılını nerdeyse hiç hatırlamıyorum. Parçalar halinde, bana aktarılanlara dayanarak bir nosyonum var diyebilirim… 10 yaşımda, hatta tam tamına 40 sene önce bugün -24 Haziran 1980’de İsrael’e gittiğimiz güne kadar ki kısmı hafızamdan silmişim… Gitti mi bir 10 yıl! Hahhahhhaha…. Ardından, 20’lerine kadar nerdeyse her ergen için hayat karmaşık ve anlaşılması zor, hep keşifle geçen, ve bir şekilde doğru yolu tutturabilmek için gereksiz çaba ve emek gerektiren, ancak farkındalık ve bilinçle değil de tamamıyla hormonların güdümünde seyreden bir dönem olduğunu düşününce, hayatı ne kadar hakkını vererek yaşadım dersen, %50 derim… 20’lerimde hala keşifle devam eden yılların, saçmalamaların, deli dolulukların bol olduğu, bir yandan da sosyal normların ve gerekliliklerin üzerimde baskı yarattığı bir dönemde, hakkını vererek yaşamak o kadar da kolay olmadı.

Sonuçta, 20’li yaşlarımın bir kısmı yine farkındalık bakış açısından tam yaşanmış diyemem… Geriye, 30’larımın başından itibaren, son 20 sene kaldı… İşte, son 20 senedir, hayatın hakkını vererek, farkındalık kavramıyla henüz tanışmasam da, yaşam felsefesi olarak hayatıma uyarladığım yıllar diyebilirim. Kendim için, kendimce doğru geleni seçerek, ve tabii ki bütünün hayrını gözeterek, dolu dolu yaşadım… Şu satırları yazarken bile geldiğim şu ana kadar, her anı keyifle, acıyla, inişle ve çıkışla, her haliyle yaşadım… Yaşıyorum…. Özgürce… Huzurla… Mutlulukla… Bunu bana sağlayan bir çok olanak var… En başta, kendim! Sonrasında beni çevreleyen müthiş insanlar! Beni ben için seven, olduğum gibi kabul eden, ve değer veren insanlar… Aynı benim kendimi kendim olduğum için sevdiğim gibi… kabul ettiğim gibi… değer verdiğim gibi…

Farkındalıkla yaşamanın daha ötesinde, son 10 sene yaptıklarıma, üstesinden geldiğim olaylara, edindiğim kazanımlara baktığımda, kendimi aştığımı söyleyebilirim… Son 10 seneyi günlüğe kaydetsem, çok malzeme çıkar… 41 yaşımda Doktoraya kalkışmam, 6 sene sonra Doktor unvanımı almam, 47 yaşımda Barcelona’ya taşınmam, sil baştan yoktan var ederek yeni bir yaşam kurmam, yeni dil öğrenip tanımadığım memlekette çalışmaya başlamam, ardından ev taşımam ve daha da yerleşme adımları atmam… hepsi bu son 10 senede oldu… Son 10 sene beni ve hayatımı taçlandırdı diyebilirim… hele ki son 1 sene, 24 Haziran 2019’da yeni ev macerasıyla başlayan ve müthiş duygusal ve ruhsal dönüşümlerin tetiklendiği 365 günü düşününce, yeniden doğuş diyebilirim… Hayatımda “The Big Bang of My Little Life” diye nitelendirdiğim dönüm noktasıyla daha da zirve yapan, ve ardından Covid-19 karantina dönemiyle geçirdiğim dönüşüme bakınca, benim için müthiş ötesi bir yıl diyebilirim… Yani, diyeceğim o ki, son 10 yılın son 3 senesi, ve özellikle son 1 senesi taçlandırıcı oldu!

İşte… biyolojik olarak 50 yaşımdayım… 40 görünüyorum… 30’larımda hissediyorum… ve farkındalıkla 20 yaşımdayım… Dahası, hayatımda fark yaratmakla 10 yaşımdayım… Bakalım, gelecek 10 yıl, 20 yıl, 30 yıl hayat bana neler sunacak… Kesin biliyorum ki, harika ötesi olacak… Belki Benjamin Button’ın hikayesi gibi, yaşım arttıkça giderek daha rafine olacağım bir olma haline ereceğim, ve tam olacağım… O günleri kaleme almak, kalıcı kılmak da ayrı bir yol olacak… Yazmaya devam….

1 Temmuz 2020
Barcelona’dan Shirli

An Unbearable Lightness of Turning 50

I’m writing these lines at my dinner table in my home in Barcelona, where I spent about 80 days in quarantine. And probably, you’ll be reading these lines while I’ll be flying from Barcelona to Istanbul, on 1 July 2020, provided that everything goes well…

 

Today is 24 June 2020… Wednesday… Exactly 50 years ago today, at 7:32 p.m., I opened my eyes to the world, took my first breath, probably not crying, and started to cry once the doctor slapped my bottom, unconsciously and instinctively experienced my first moments. It’s weird but true… 50!

 

50, an interesting number… Both numerically and being 50 is interesting… Why? Let me put it this way… Biologically, yes, I’m 50 years old. But how old do I feel, how old do I look? I don’t feel nor look 50. Sometimes I feel in my 20s, sometimes in my 30s, and sometimes in my 40s… I probably don’t feel 50, because I got to know my 20s-30s-40s and haven’t yet experienced the 50s… Well, what does it mean to feel 50 years old anyway?! It’s “God’s gift” that I don’t look 50… In fact, it would be more accurate to say that it’s the gift of my dear father’s genes. Even though he is in his early 80s, he looks like he is in his 70s. Well, only up until 10 years ago, he had a trace amount of white hair, which should be valid indicator. No? After all, it’s true that I look like I’m in my 40s. With a little playfulness, high energy, and slim body, I may naturally look as in my 40s.

 

Now, I’m coming to the real funny perspective… To the unbearable lightness of being 50… Lightness not from weight, appearance or feeling… But in terms of awareness and consciousness.  When I analyse my age in that perspective, quite a different picture emerges. 5-6 years ago, I discovered the importance of having a lifestyle with awareness, mindfulness, consciousness, and attention; I then adapted these philosophies into my life and advocated myself to live by them at every opportunity. I now see myself as someone living with awareness and making the best of every moment of life; that is outstandingly liberating, peaceful and pleasing… I look at the years I have lived freely, peacefully, happily, with absolute awareness and auto-control… Honestly, from the awareness perspective, I’d say I am somewhat around 20 years old… In other words, I can say that for the last 20 years at most, I’ve been living my life to the fullest. I refer to the 20 years I spent being sure of my choices, decisions, desires, and passions, and choosing to live life for myself… All in all, 20 years!

 

Why so? Well… I barely remember the first 10 years of my life. I can say that I have a notion based on what was passed down to me in parts… I seem to have erased that part of my memory… It was exactly 40 years ago today -June 24th 1980, the day we moved to Israel, at the age of 10. So, a decade is gone! Ha-ha…  Considering a teenager’s complicated life, until my 20s, life was difficult to understand, I spent my time with discovery, allocated excessive effort and struggle to find my path, which was totally without awareness and consciousness, but with complete dominance of hormones… So, I would say I lived my life only 50% fully… In my 20s, still in search of exploration side-by-side letting go the craze and madness, I somewhat was under the pressure of social norms and requirements; hence these were not easy years either…

 

As a result, in terms of awareness, I admit that I did not fully enjoy and live my twenties… That leaves me with the last 20 years, starting from my early 30s… Here, the last 20 years were the years of my life! Even though I didn’t meet the concept just yet, in practice I adapted conscious awareness into my life, as a philosophy of life. I lived life to the fullest; choosing for myself, whatever was right in my own way, and of course, minding the good for the whole… Till today, to this very moment of typing these lines, I’ve been living my life with all that it brings; in every way one may imagine… Sometimes with pleasure, sometimes with pain, and with its ups and downs…. For sure, freely, peacefully, and happily… There are so many resources that allow me to do so… First, is me! Second is the amazing people whom I am surrounded with! These are the people who love me for who I am, who accept me as I am, and who care about me no matter what. Just as the way I love myself for who I am, the way I accept myself as I am, and value myself for my worth.

 

Besides living with awareness, looking back at all that I’ve done in the past 10 years, the incidents I’ve gone through, the challenges I’ve overcome, I’d say that I had real breakthroughs… If I had kept a diary narrating the past 10 years, there’d have been a lot of to tell… In very short, I managed to incapsulate so much into these 10 years: I started my PhD at the age of 41, six years later I got my doctorate degree; at the age of 47 I moved to Barcelona, opening a completely new chapter by starting off in a new country, learning new language and working in a totally foreign culture. As if that wasn’t enough, I then took further steps to settle down by moving out of my house in Istanbul and into a different one in Barcelona… All these had passed (like the wind) within the last 10 special years of my life… I would say that these special years coronated me, in the sense that they rewarded and empowered me with its challenges and achievements. Furthermore, this past year, throughout its 365 days, starting on June 24th, 2019, with another tough challenge of moving, has taken me to journey of a rebirth, to an awakening and to a great emotional and spiritual transformation. I must admit that, with its deep experiences, to which I named as “The Big Bang of My Little Life”, together with the quarantine period of the Covid-19, this past year has been extraordinarily moving. For that reason, I feel as if I’ve been (spiritually) coronated. In short, the last three years of the past 10 years, especially this very last one, have been special!

 

So, how old am I? Biologically I am 50… I look 40… I feel like I’m in my 30s… and in the sense of conscious awareness I’m 20 years old… What’s more, I’m 10 years old in making a difference in my life… Let’s see what life is to bring in the next 10, 20, 30 years… I know for a fact that it’s going to be spectacular… Maybe like Benjamin Button’s story, I’ll reach to a state of being that gets more and more refined as I get older, where I’ll be whole… Perhaps narrating them all and making them permanent may be another ravishing journey… Why not! I’ll keep writing….

 

Shirli from Barcelona

July 1, 2020

 

Düdüklü Tencere Etkisi

(Yazarı sesli dinlemek için tıklayın.)

Geçtiğimiz son üç dört ay, yer kürede yaşayan herkes için ayrı anlam içerdi; farklı amaçlara hizmet etti; ve herkes bu evreyi değişik şekilde deneyimleyerek, kendine türlü mesajlar çıkardı. Bir yandan endişe verici, diğer yandan değerli kazanımlarla dolu bir dönem oldu… Aynı zamanda her şeyin çok hızlı geliştiği, olguların olgunlaştığı, değişimin alışık olduğumuz hızdan öte bir şekilde cereyan ettiği, bizlerin de hızla adapte olduğu bir zaman dilimi diyebiliriz. Şubat-Mayıs 2020 döneminde yaşananlar tarih sayfalarında (internet sayfaları desek daha yerinde olacak) çokça yer alacak; romanlara, şiirlere, şarkılara, sinema ve tiyatrolara konu olacak…

Peki ya, neler oldu bu 4 ayda? Geriye doğru baktığınızda neler görüyorsunuz? Hayatınızda neler değişti; neler aynı kaldı? Ne tür yeni alışkanlıklar kazandınız? Bilerek “kazandınız” diyorum, çünkü eriştiğimiz her yeni alışkanlık, ister zoraki ister bilinçli, esasında bir kazanımdır. Herkeste olduğu gibi, kendimde ve dünyada müthiş bir değişim ve dönüşüm gözlemliyorum… Yeni dünya düzeni eskisinden oldukça farklılaşacağı yönünde… Nelerin bizi beklediğinden çok, bu dönüşüm sürecin nasıl gerçekleştiğine dikkat çekmek istiyorum… Bu sürece “Düdüklü Tencere Etkisi” diyorum.

Neden düdüklü tencere etkisi diye sorguluyorsanız, sizi bir yolculuğa davet ediyorum… Kendinizi bir nohut taneciği olarak hayal edin… Küçük, sert, ve sağlam… Annenizin mutfağında, sıcacık kavanozun içinde kardeşlerinizle huzurla yaşam sürüyorsunuz… Günlerden bir gün, anneniz sizi ve kardeşlerinizi bir avuçla, olduğunuz yerden çıkarıyor ve sonuna kadar suyla dolu bir kaba koyuyor… Sıcacık suyun içinde, zamandan habersizce, keyifle uyuyor, bir yandan da şişiyor, yumuşuyor, rehavete eriyorsunuz… Adeta sauna banyosu etkisiyle, kabuk atıyorsunuz… Yenileniyorsunuz… 10-12 saat sonrasında, kendinizi yanan ateş sıcaklığında bir kapta buluyorsunuz; orada iyice şişiyor şişiyor, yumuşacık bir kıvam alıyorsunuz… Takribi 14 saatte, anneniz, sizi taştan farksız kupkuru bir nohut taneciğinden, lezzetine doyum olmayacak bir besin kaynağına dönüştürüyor…

Nohut taneciğinin başına gelen, çoğumuzun hayatında, ani bir olay olmadığı koşulda, deneyimlediği değişim ve dönüşümle aynı… Ağır ağır yaş aldığımız gibi, fikirlerimiz, alışkanlıklarımız, hayattan aldığımız zevklerimiz, veya günlük iş yapış şekillerimiz göreceli hızda, hayatın akışıyla birlikte değişiyor… Aslında, “değişiyordu” demek daha yerinde olacak… Covid-19 hayatımıza girene kadar!

Covid-19 ile ne oldu? Düdüklü tencere etkisiyle her şey hızlandı… 14 saatlik işlem 1 saate indi; nohut taneciği basınç içinde hızla kendini ortama ayak uydurdu, şişti, kabuk attı, ve yeme kıvamına geldi. Hiç biri basınca direnç gösteremedi; yoksa patlardı! Bizler ve dünya düzeni de, aynı o nohut taneciği gibi, 2-3 senelik değişim-dönüşüm sürecini dört ayda aştık… şartlar gereği kabuk atıp yumuşadık… alıştıra alıştıra geçecek olan süreci, hızla ileri sarılmış şekilde yaşadık… hepimiz, eksiksiz, sürecin getirdiklerine ve hızına ayak uydurduk… Özetle, istesek de istemesek de, direnmeden, anın getirdiği değişimle beraber dönüştük…

Düdüklü tenceremden çıkma halindeyken, kendimce çıkarımlarım var… “Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir” der Herakleitos. Değişimin olduğu yerde dönüşüm de kaçınılmazdır! Aynı zamanda, biliyoruz ki, “gelecek” bir gün gelecek… Ama bu sefer, Covid-19 ile, “gelecek” çok daha hızlı, beklenmedik ve şaşırtarak geldi… Düdüklü tencere etkisiyle başımıza gelen süreci incelerken, düdüklü tencerenin kendine değil de, bizde yarattığı etkidir önemli olan… O nedenle, nohut taneciklerinin geçirdiği deneyime odaklanmalıyız… yapısına, yaşadıklarına, duygularına, güvensizliğine, korkularına, sıcaklık ve huzur bulduğu unsurlara bakmalıyız… ve belki de kabından çıktığında karşılaşacağı yeni ortama göz atmalıyız. Kanımca, ancak böyle bir bakış açı, geçirmekte olduğumuz değişim ve dönüşümü destekleyecektir… süreci kolaylaştıracaktır… ve bize nahoş gibi görünen yolculuğu hoş kılacaktır… Yolun getirdiği her tür güzelliği daha canlı, daha erişilebilir ve daha anlamlı hale getirecektir.

İyi yolculuklar…
Dr. Shirli Ender Büyükbay / 17 Haziran 2020

A Pressure Cooker’s Effect

The past three or four months have had different meanings for everyone living on earth; it has served different purposes; and everyone has experienced this phase differently, generating various messages to oneself. On one hand, it was a worrisome period, and on the other hand, full of valuable gains… At the same time, we can say that everything has developed quite rapidly, that the events have matured, the change has taken place beyond the speed we are used to, and that we have adapted quickly. What happened between February and May 2020 will be on the history pages enormously (web pages will be more appropriate); it will be subject to novels, poems, songs, cinemas and theaters…

 

So, what has happened in these four months? What do you see when you look back? What has changed in your life; what has remained the same? What new habits have you gained? I say “you have gained” on purpose, because each new habit we get to is essentially an acquisition, whether it is forced or conscious. Like everyone else, I observe a tremendous change and transformation in myself and in the world… It seems like the new world order will be very different from the old one… Rather than what awaits us, I would like to draw your attention to how this transformation is taking place… I call this process “Pressure Cooker Effect”.

 

If you’re questioning why it’s a pressure cooker effect, I’d like to invite you on a journey… Imagine yourself as a chickpea… Small, hard, and sturdy… In your mother’s kitchen, in a warm jar, you live in peace with your siblings… One day, your mother takes by handfuls of you and your siblings out of your jar and puts in a bowl with full of water… You sleep blissfully in the warm water, unaware of the time, and at the same time you swell, soften, and find peace… You’re peeling with the effect of this sauna bath, so to speak… You are rejuvenating… After 10-12 hours, you find yourself in a pot, hot as burning fire, where you swell up and up till you get a soft consistency… In about 14 hours, your mother transforms you from a rock-hard chickpea into a nutritional source which you can’t get enough of enjoying the taste of…

 

What happened to the chickpea is the same change and transformation that most of us experience in our lives, unless it’s a sudden event… As we age slowly, our ideas, habits, pleasures in life, or ways of doing our hoursehold chores change at relative speed along with the flow of life… In fact, it would be more appropriate to say “was changing” … Until Covid-19 came into our lives!

 

What happened with Covid-19? With the pressure cooker effect, everything accelerated… The 14-hour duration was reduced to 1 hour; the chickpea quickly adapted to the environment under pressure, swollen, crusted and peeled, and came to the consistency of consuming. None of them could put up resistance against the pressure, otherwise it would explode! We and the world order, just like that little chickpea, have overcome the period of 2-3 years of change-transformation within four months… we have been shelled and softened by the circumstances… we have experienced a process to pass slowly rather fast forward… all of us, one by one, have been keeping up with it and its speed… In sum, whether we wanted it or not, we have transformed with the changes brought by the moment, without resistance…

 

On the way out of my pressure cooker, I have my own implications… “Change is the only constant in life” says Heraclitus. Transformation is inevitable where there is change! We also know that the “future” will come one day… But this time, with Covid-19, the “future” has come much faster, unexpectedly and surprisingly… Analysing the process that happens to us with the effect of pressure cooker, it is not the effect of the pressure cooker on itself but on us that matters… So, we need to focus on the experience of the chickpeas… looking at their structure, their experiences, their emotions, their insecurities, their fears, the elements they find warmth and peace… and perhaps we should look at the new environment they will encounter when they come out of their contaniners. As for me, only such point of view will support the change and transformation we are going through… ease the process… and make the journey pleasant to us though it seems the opposite… It will make all kinds of beauty brought by the path more vibrant, more accessible and more meaningful.

Have a pleasant journey…

 

Dr. Shirli Ender Büyükbay

June 17, 2020

 

Bahçemizde Gizli Anlam

(Yazarı sesli dinlemek için tıklayın.)

Zaman zaman, hayatımızın bir pamuk ipliğine bağlı olduğunu düşünürüz. Her an her şeyin olabileceğini son üç ay çok canlı deneyimledik. Ancak, tüm karmaşasına rağmen hayatımız, pamuk ipliğine değil de, iki sihirli unsura bağlı: “olumlu sosyal ilişkiler” ve “hayatta anlam ve amaç duygusu.” Harvard Üniversitesi’nde 75 yıl yürütülen mutluluk araştırmasına göre, sahip olduğumuz ve yürüttüğümüz güçlü sosyal ilişkiler bizi sağlıklı ve mutlu kılıyor. Diğer yandan, 60 yıldır yürütülen anlam ve amaç araştırmalarına göre, anlam ve amaç sahibi olanların çok daha dayanıklı (resilient) oldukları, zorluklarla başa çıkabildikleri, ve zor şartlara uyum sağlayıp (adaptation) hayatta kalabildikleri görülmüş. Asıl ilginç olan, anlam ve amaç duygusunun zor durumlarda ortaya çıktığı; ve korunma ile sağ kalmaya hizmet ettiği… İkinci Dünya Savaşında Nazi Soykırımından (Holocaust) kurtulanların ortak noktası, kuşkusuz ki, bulundukları şartlara rağmen var olmak için anlam ve amaç bulmuş olmalarıdır.

Şu son üç aydır, içinden geçtiğimiz durumlara baktığımda, gerek sosyal ilişkiler, gerekse anlam ve amaç bakımından önceki dönemlere kıyasla, adeta bir sınavdan geçiyoruz… Her birimiz kendi çapında bir gelişim kat etti. Sosyal mesafeye rağmen, sosyal bağlarımızı geliştirdik; uzaklığa rağmen, eskisinden çok daha yakın ve derin ilişkiler oluşturduk… İçinde bulunduğumuz durum karşısında, zorluk derecesi ve yetilerimiz ölçüsünde, tutum ve davranışlarımızı farklılaştırdık… Olaylar ve olgulara takıntılı, kaygılı, veya yanlı bakmanın yanı sıra, kendimizi tarafsız gözle bakmaya eğittik… Bir çoğumuz yeni alışkanlıklar, uğraşlar, veya denemeler içine daldı; yeni anlam ve amaçlar edinmeye başladı… Belirsiz ve değişken şartlara uyumlanarak dayanıklılık becerilerimizi arttırdık… Tüm bunlar sayesinde, Covid-19 dalgasından olabildiğince sağlıkla ve huzurla çıkabildiğimizi düşünüyorum… Hatta, bahsi edilen ikinci dalgaya –ki dilerim olmayacak, fiziksel, mental ve psikolojik anlamda daha dengeli ve sağlam vaziyette hazırız.

Peki ya, bunları yaptık da, kolay mı oldu? Tabii ki olmadı! Ciddi emek verdik… Hayatta anlam ve amaç edinmek, bulmak, veya sahibi olmak, hele ki bu zor dönemin içinden geçerken, pek de kolay değil.. ama, gördüğümüz gibi mümkün… Hayatın anlamını arayan bir gencin hikayesinden yola çıkarak, nasıl mümkün olabileceğini anlatayım… Hikaye, Paulo Coelho’nun Simyacı kitabında geçiyor…

Günlerden bir gün, hayatın anlamını arayan bir genç, köyün yaşlı bilgesine gider ve hayatın anlamını sorar. Bilge, “sana yanıtını veririm, ama önce bir sınavdan geçmen lazım” diyerek, eline içi zeytinyağı dolu bir kaşık verir; ve “şimdi çık, bahçede bir tur at, ve tekrar buraya gel… amaaaa, dikkat et; kaşıktaki zeytinyağı eksilmesin!” der.

Genç, bilgenin dediğini yapar; kısa süre sonra yüzünde başarı tebessümüyle geri gelir… kaşıktan bir damla bile eksilmemiştir! Bilge, “bravo evladım, hiç yağ eksilmemiş” deyip, “peki bahçede ne gördün?” diye sorar… Genç “kaşıktan başka yere bakmadım ki!” demekle kalır. Bilge genci yeniden bahçeyi dolaşmaya, bahçeyi incelemeye gönderir; elinde zeytinyağlı kaşıkla… Kısa süre sonra, genç bilgenin yanına döner ve bahçede gördüğü güzellikleri büyülenmiş şekilde anlatır… kaşığın içindeyse yağ kalmamıştır… Bilge, gülümseyerek “Hayatın anlamı, senin bakışlarında gizlidir. Hayat senin bakışınla anlam kazanır…” der. Sadece bir noktaya odaklanırsan hayatın akıp gider, farkına varmazsın… Halbuki, görebileceğin tüm güzelliklerin tam ortasında yaşarken, görememek ne büyük kayıp! Hayata anlam katan şey, hedefe odaklanmış haldeyken bile, çevrende olanı görmek, güzelliğinden istifade etmek, ve içinden yaşama dair zenginlikler çıkarmaktır…

Peki nasıl yapacağız; bir yandan hedefe odaklanmış vaziyetteyken, bahçemizde olanı biteni görmeyi nasıl başaracağız, diyorsanız… Zihninizi eğiterek… Ara sıra şu küçük adımları uygulayarak: (1) bir anlık durarak; (2) yaptığınız işten elinizi dikkatinizi çekerek; (3) gözlerinizi kapatıp, bir nefes alıp vererek; (4) gözlerinizi yeniden açıp etrafınıza merakla bakarak… (5) nerede olduğunuzu, ne yaptığınızı, ve neden yaptığınızı bir defa daha hatırlayarak… ve belki de (6) “neden” sorunuza yeni yanıtlar arayarak… İster var olanı tazeleme ihtiyacı içinde olun, ister yeni anlam ve amaç arayışında olun; yeni gözle baktığınız ve gördüğünüz her şey, size hayatınızın anlamına ve amacınıza –“neden”inize dair ip uçları sunacaktır…

“Yaşamak için neden’i olanlar, hemen hemen her nasıl’a (koşula) katlanabilir” (Those who have a “why” to live, can bear almost any “how”) der Nietzsche. Yaşamda neden’i bulduğumuzda nasıl’ı kolaylıkla kurgulayabiliriz. Kaçınılmaz acılara rağmen, mutluluğu, hayatımızı anlamlı kılarak yakalayabileceğimizi söyler Viktor Frankl… Anlam ve amaç edinmenin sanıldığı kadar uzaklarda ve erişilmez büyük şeyler olmadığını; aksine, hayatı anlamlı kılmanın farklı yolları olduğunu; ve anlamı (1) bir eser yaratarak veya bir iş yaparak; (2) bir deneyim yaşayarak veya biriyle etkileşerek; veya (3) kaçınılmaz acıya bir tavır geliştirerek yaratabildiğimizi söyler…

Özetle, şu yeniden canlanma ve hayata dönüş dönemimizde, hedefe kilitlenmiş halde yaşamımızı sürdürürken, anlam ve amacın kaşığımızdaki zeytinyağında gibi görünse de, esasında bahçemizde gizli… Hedefe ilerlerken yaşadıklarımızda gizli… deneyimlediklerimizde gizli… ve olgular karşısında geliştirdiğimiz tavırlarımızda gizli…

Dr. Shirli Ender Büyükbay
3 Haziran 2020

Yeni Deneyimlere Yelken Açma Vakti

(Yazarı sesli dinlemek için tıklayın)

Geçtiğimiz iki ay içinde, iki yılda deneyimleyebileceğimiz değişim ve dönüşümü (transformasyon) yaşadık; ve belki de hayat boyu alamayacağımız dersler aldık. Yaşantımız, alışkanlıklarımız, ve hayata bakış açımız tepeden tırnağa değişti. 2020’nin ilk haftalarına kadar, mutlak kesinlik içinde yaşıyormuşçasına, her adımımız planlanmış, ajandamız programlanmış, seyahatlerimiz gün-saatiyle belirlenmiş, gerekli tüm biletleme, rezervasyon gibi düzenlemeler tamamlanmış vaziyette, uzun vadeli yaşıyorduk. Birden bire, görünmeyen mikroskobik bir organizma düzenimizi yerinden etti; doğru bildiğimiz her şey değişti; yeni kazanımlarla, yeni düzene doğru yol alıyoruz…

Geçtiğimiz bu süreçte neler öğrendik; neleri farklı görmeye başladık; neleri var olduğu halde göremezken görür olduk; ve neleri görmezden gelmeye başladık? Algıda seçicilik gibi; olgular, burnumuzun dibinde olduğu halde, ilgi alanımızın dışında olunca dikkat alanımızın da dışında kalıyor, ve görmüyoruz. Halbuki, “neye bakarsan onu görürsün.”

Bu süreçte nelerin farkına vardım?
(1) Meğer, kişisel bakım alışkanlıkları temel ihtiyaçlar kadar önemli, bakım hizmetleri gıda tedarikçileri kadar hayati konumdaymış. Normalleşme sürecine giren tüm ülkelerde ilk etapta faaliyete geçen kuaförler ve berberler oldu; ardından diğer küçük işletmeler, dükkanlar, kafeler hizmete başladı.
(2) Etkili ve empatik iletişim ile, karşılıklı saygı ve sevgi becerilerimizi geliştirdik. Geçtiğimiz iki ayda sosyal mesafeye rağmen, sosyal bağlar daha da güçlendi. Aile fertleri daha fazla birlikte vakit geçirdikleri gibi, paylaşımın derinliği ve kalitesi arttı. Bir arada oyunlar oynama, film izleme, sohbet etme gibi yeni alışkanlıklar edindik. Kendine vakit ve alan ayırma kavramı şekil değişti, ve aynı alan içinde alan açabilmeyi öğrendik.
(3) Hayatımızda nelerin gerçekten önemli olduğunu yeniden hatırladık. Hayat sokakta değil de evde cereyan ettiği için, huzuru, mutluluğu, başarıyı, gücü dışarıda değil, içimizde aradık; ve bulduk! Anne-babamızı haftada bir ararken, her gün arar olduk; uzun sohbetler edip günün akışında onları hayatımızın içine aldık.
(4) Neredeyse tüm hanelerden (en az) bir aşçı doğuverdi… Ekmekler, lahmacunlar, mantılar, karnıyarıklar, sarmalar, Adana/Urfa kebaplar, karides tempuralar, ramazan pideleri, simitler denendi, yapıldı, yendi; sosyal medyalarda fotolar gezdi; biri yer, (biri bakar :)), diğeri de yapar oldu!
(5) Spritüel varlığımız ve farkındalığımız arttı. Kolektif bir bilinç, birlik, beraberlik kavramları önem kazandı. Evrende var olan en büyük gücün sevgi olduğunu, ve nihayet hak ettiği değeri görmeye başladık. Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için “varım” tutum ve davranışı yaygınlaştı.
(6) Hayatın kendine has kuralları olduğunu, her ne kadar ona hakim olduğumuzu zannetsek de, kontrolümüzün o kadar da olmadığını anladık. Bir mikroskobik tanecik, insanın o kadar da “büyük” olmadığını, bizden daha büyük bir gücün varlığını, ve karşı gelmek yerine uyumlanmamız gerektiğini yüzümüze vurdu.

Geriye bakıyorum da, alışkanlıklarımızın esiri olmuşuz… Yeni denizlere yelken açmak yerine, bildiğimiz güvenli koyumuzda kalmayı tercih etmişiz; aynı şeyleri yapmaya, yemeye, ve konuşmaya devam etmişiz. Aynı düşünceler, aynı hisler, ve aynı deneyimlerin etrafında, kısır döngü halinde yaşamışız. Korktuklarımızın başımıza geldiği gibi, “asla…”ların da geleceği kaygısıyla kontrolü elden bırakma cesareti gösterememişiz. Amaaa…. “eski normal” dedikleri tanıdık hayat geride kaldı… Hayat bizi korkulara, asla’lara, ama’lara rağmen, koydan dışarı itiyor… Artık halatları çözme ve yelkenlinin rüzgarı alarak yola çıkma vakti geldi.

Bu karantina dönemi, bir tırtılın kelebek olarak doğana kadar kendini yenilemek için kozasında geçirdiği vakit gibi, hepimize bir geçiş dönemi oldu… Şimdi kozamızdan çıkma vakti; kanatlanma, “yeni normal”in getireceklerine, ve yeni deneyimlere yelken açma zamanı… bizi neyin beklediğini bilmeden… Uuuuhhhhh…. bir korku sardı, değil mi? Bilinmezliğin korkusu! Ama merak etmeyin… bununla da baş edecek becerilerimiz ve bilgeliğimiz içimizde, bizimle. Paulo Coelho, Zahir kitabında bunu şu sözlerle harika ifade ediyor: “Yapman gereken tek şey, dikkatini vermek; öğretiler daima hazır olduğunda gelir; ve işaretleri okuyabilirsen eğer, bir sonraki adımı atman için ihtiyaç duyduğun tüm bilgiyi edinirsin.”

Doğanın yeniden uyandığı bahar ve yaz mevsimiyle beraber, bizler de yeni deneyimlere yelken açıyoruz bu günlerde… yeni sularda, yeni dalgalarla… yaşam sürmeyi öğreniyoruz! Peki ya “yeni normal” nasıl olacak? Nasıl olmasını istiyorsak, yeni alışkanlıklarımız da öyle olacak. Gelen şartlara uyumlanarak olacak. Katı, “asla” tarzı tepkilerden uzak, esnek, “neden olmasın” tarzında düşüncelere kayarak olacak. Korku, endişe, kaygı duygularını hiçe saymadan –aksine onları kucaklayarak, ve merak, özgüven, öz-şefkat, ve öz-sevgiyi yanına arkadaş alarak olacak. Her koşulda, yeni suların eski durağan olanlara kıyasla daha canlı, daha verimli, ve daha hayat dolu olduğunu hatırlayarak olacak… Ve, “her ne gelecekse, hoş gelsin, buradayım, hazırım, varım!” ile hayatı kucaklayarak, yeni normali özgürce kucaklayacağız. Mindfulness’ın babası John Kabat-Zinn’in dediği gibi, “Dalgaları durduramazsın, ama dalga sörfü yapmayı öğrenebilirsin.”

Dr. Shirli Ender Büyükbay
20 Mayıs 2020

Dikkatimizi Neye Veriyorsak Enerjimizi Ona Veriyoruz

(Yazarı sesli dinlemek için tıklayın)

Bilimsel araştırmalar, strese neden olan ana faktörlerin belirsizlik, bilgi eksikliği, ve kontrol kaybı olduğunu öne sürmekte. Kuşkusuz, günlük yaşamda zaman-zaman bu faktörlerden birini veya ikisini aynı anda deneyimlediğimiz olmuştur. Ancak, üçü-bir-arada ☺, hele ki uzun süreli, belki de ilk defa deneyimliyoruz. Büyük ölçüde stres, kaygı, endişe, ve korku duygularıyla sarmaş dolaşız. İlginç olan, bu duygularla baş etmede, bilişsel mekanizmaları -yani olaylara anlam yükleme ve karar verme çabası içinde düşünce sistemlerimizi kullanıyoruz. Kısa süreliğine duygularımızı teskin edebilsek de, her yeni bilginin denkleme girişiyle dengeler şaşıyor, yeniden denge arayışına giriyoruz…

Özetle acele karar veriyoruz! Neden? Çünkü, zihnimiz bizi anlam yüklemeye ve belirsizliğin içinden çıkarmaya itiyor. Belirsizlik içinde yüzmek o denli rahatsız edici ki, karar verme suretiyle adeta bir dala tutunuyoruz… ne dalın sağlamlığını, ne de ucunu bucağını bilmeden. Yaptığımız, varsayımlara dayalı olası sonuçlar kurgulamak; hayal gücümüzün yettiği ölçüde. Oysa, hayat sınırsız olasılıklarla dolu… Oldukça eski bir hikaye bunu çok güzel anlatıyor… Adı “Acele Karar Vermeyin.” Rivayete göre Çin düşünürü Lao Tzu’ya ait. Ana mesaj “Acele karar vermeyin! Hayatın küçük bir dilimine bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının…”

Hikaye özetle şöyle… Köyün birinde yaşlı bir adam varmış… çok fakirmiş, ama dillere destan bir beyaz atı ve tek bir oğlu varmış. Kral atı karşılığında büyük bir servet teklif etmiş, ama yaşlı adam “bu at benim için bir at değil, bir dost; insan dostunu satar mı?” hep dermiş. Bir sabah kalkmışlar, at yok. Köylüler “seni ihtiyar bunak, bu atı sana bırakmayacakları çalacakları belliydi; krala satmadın, ve şimdi ne paran var, ne de atın…” demişler. İhtiyar “karar vermek için acele ediyorsunuz; tek bildiğimiz at kayıp; ondan ötesi sizin yorum ve verdiğiniz karar. Atın kaybolması talih mi talihsizlik mi, henüz bilmiyoruz; çünkü bu olay henüz bir başlangıç…” demiş.

15 gün sonra beyaz at, peşinde 12 vahşi atla beraber geri gelmiş. Köy ahalisi ihtiyara gelmiş, ve ne kadar haklı çıktığını, atının kaybolmasının talihsizlik değil, aksine talih kuşu olduğunu söylemiş. İhtiyar “karar vermek için yine acele ediyorsunuz; tek bildiğimiz, atımın geri döndüğü; ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz…” demiş.

Bir hafta sonra, atları terbiye ederken ihtiyarın oğlu düşmüş, bacağını kırmış, köylüler “aaahh vaaahhh, ne büyük talihsizlik, fakirdin, şimdi eskisinden daha fakir, zavallı olacaksın” sözleriyle ihtiyara gelmişler. Yaşlı adam köylülere yine acele karar verdiklerini söylemiş; ama ahali onun için “bunak” deyip dalga geçmiş. Kısa süre sonra savaş patlak vermiş, tüm gençler askere alınmış, ihtiyarın oğlu dışında. Köylüler ihtiyarın başına toplaşıp ne kadar haklı olduğunu, oğlunun bacağının kırılmasının talihsizlik değil, bir şans olduğunu öne sürmüşler. Yaşlı adam yine “siz erken karar vermeye devam edin; ancak ne olacağını kimseler bilemez… Bilinen tek bir gerçek var, o da, benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde… Bunların hangisi talih, hangisinin şansızlık olduğunu sadece zaman ve olaylar gösterecek…” demiş.

Hikaye köyde hala devam ediyordur; belki yaşlı adam köylülere uyup erken karar vermeye başlamıştır; belki de köylüler acele karar vermekten vazgeçmiştir… Kim bilir! Kesinlikle bildiğim şu ki, acele karar verirken kurgumuz da hayal gücümüzün derinliğiyle sınırlı olduğu; ve, deneyimlerimiz ile zihnimizden geçirebildiğimiz fikirlerle doğrudan ilintili olduğu. Oysa, başımıza gelebilecekler sınırsızdır; hatta mucize dediğimiz olaylarla doludur… Bulunduğumuz konumda bütünü göremesek de, onlar bütünün parçaları olarak gelirler; biri diğerini tamamlayarak, bir mükemmeli yaratmaya hizmet ederler.

İşte, asıl mesele, belirsizlik içinde olduğumuzda, parçalar halinde gelen olayları anlamakta meraklı ve sabırsız davranmamız; ne getireceklerini, bizim için hayırlı-hayırsız, talihli-talihsiz, iyi veya kötü sonuçlarını bilmek istememiz. Bilginin gelmediği durumda ne yapıyoruz; hayal gücümüzün sınırları çerçevesinde boşlukları kendimiz dolduruyoruz… Çoğunlukla, bu işlemi de, akla gelen ilk senaryoyla tamamlama, başka olasılığa açık kapı bırakmama eğiliminde oluyoruz… Merak ediyorum, köylülerden biri olsaydık “aaahhh… ne harika ki değerli atın yok olmuş, bir bakarsın 12 vahşi atı peşinden getirir…” gibi bir senaryo kurgular mıydık? Sanmıyorum!

Bu hikaye tabii ki bir kurgu… Ancak, film şeridi gibi gözden geçirdiğimizde, emin olun ki, hayatımızda örnek olacak olaylarla dolu… Büyük talihsizlik gibi görünüp verdiği acılara rağmen, çoğu olayın sonradan paha biçilmez değerde kazanımlar doğurduğunu biliyoruz! O nedenle Lao Tzu acele karar vermemeliyiz der; “…karar aklın durma halidir; karar verdiğimizde, akıl düşünmeyi dolayısıyla gelişmeyi durdurur. Buna rağmen, akıl insanı daima karara zorlar; çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir, ve insanı huzursuz yapar. Oysa gezi asla sona ermez; bir yol biterken yenisi başlar; bir kapı kapanırken başkası açılır…”

Özetle, bugünlerde özellikle, üç stres faktörüyle bir arada yaşarken, yaşadığımız olayların neye haberci olduğundan bihaber, çok fazla anlam ve hüküm vermekten kaçınmalı, her olayı tek-tek ele almaya özen göstermeli, ve acele karar vermemek için kendimize fırsat vermeliyiz… olanları merakla izlemeli… ve mucizelerin cereyan etmesine imkan vermeliyiz. İlla da karar vermek durumunda isek, süreci mümkün olduğunca yavaşlatmalı ve uzatmalıyız. Dikkatimizi neye veriyorsak, enerjimizi de ona veriyoruz!

Barcelona’dan Shirli

Hikayenin aslına http://www.siirparki.com/haftoy5.html linkten ulaşabilir, veya Judith Liberman’ın şahane anlatımıyla hikayeyi dinleyebilirsiniz. https://www.instagram.com/tv/B_UIRPrqwQB/?igshid=9s2w1kplg8ou