Her Şeyin Anası Kadın

Kadınlar erkeklerle eşit oldukları konusunda aptalca bir mücadele sergiliyorlar…” Bu sözler William Gerald Golding’e ait. Toplumsal cinsiyet eşitliği (TCE) savunucularını kızdıracağından eminim. Fakat, tek başına alır ve Golding’in devamında söylediklerini dikkate almazsak eğer, TCE savunucuları -ve bendeniz- hiddetlenmekte haklıdır derim. Zira, bugün, bu anlayışta olup, kadını kenara iten, toplumda yerini ve alanını gasp eden, ve hakları üzerinde hak iddia eden bir topluluk mevcut. Bu hastalıklı topluluk, ne yazık ki pek de azımsanmayacak bir çoğunlukta.

 

Birleşmiş Milletler Gelişim Programı (UNDP) araştırmaları kapsamında 2023 Toplumsal Cinsiyet Normları Index* sonuçlarını incelersen ne demek istediğimi çok iyi anlayacaksın. 91 ülkede kadın ile erkeğin politik, eğitim, ekonomik, ve fiziksel entegrasyonu temalarında cinsiyet eşitliği algıları ölçülmüş. Örneğin, Türkiye nüfusunun %91,08’i (erkeklerin %93,65’i, kadınların %88,45’i) TCE konusunda yanlı (biased). En üst sıralamada %99,92 ile Tajikistan (erkelerin %100’ü, kadınların %99,83’ü), ardından Pakistan, Katar, Libya, Endonezya gibi ülkeler geliyor. Sıralamanın sonunda %27,39 ile Yeni Zelanda (erkeklerin %32,73’ü, kadınların %23,16’sı), ve sırasıyla İsveç (%27,93), Birleşik Krallık (%29,60), Hollanda (%30,64) yer alıyor. Sence de ilginç değil mi? TCE algısının en az olacağını varsaydığımız Almanya (%37,45), Norveç (%40,93), Finlandiya (%51,63) gibi ülkelerde dahi bu yanlılık mevcut. Yani, diyeceğim şu ki, cinsiyet eşitliği algısı en gelişmiş ülkelerde dahi tümüyle yerleşmiş ve benimsenmiş değil! (Ülkeler arası karşılaştırma yapmak için linki aşağıda bırakıyorum.)

 

Gelelim asıl konuya… Golding’in sözlerinin devamını okuyunca (ki, sana çok tanıdık gelecek), bir TCE savunucusu olmak bir yana, tutkulu bir feminist (hatta profeminist) olacağından eminim. Lâkin, Golding devamında şöyle demiş:

Aslında kadınlar erkeklerden her zaman daha yüce ve büyüktürler.

Kadına her ne verirseniz, kadın onu büyütür ve çoğaltır.

Eğer kadına sperm verirseniz, size çocuk verir.

Eğer ona bir ev verirseniz, size bir yuva verir.

Eğer ona sebze verirseniz, size yemek verir.

Eğer ona gülücük verirseniz, o size kalbini verir.

Kadın her şeyi misliyle çoğaltır ve size verir.

Eğer yanılıp da ona çer çöp verirseniz, karşılığında tonlarca pislik almaya hazır olun.”

 

Golding’in son önerisine karşın, besleyen, büyüten, geliştiren rolü ve misyonuyla yaşayan kadın, bugüne kadar hakkı yenmesine rağmen gördüğü muameleye tonlarca pislikle yanıt vermeyi seçmemiş. Onun yerine TCE savunucusu erkeklerin de desteğini yanına alarak haklarını savunmaya uğraşmış. Ama ne yazık ki çok az yol almış. Neden mi? Erkeklerin hakkından gelemeyeceğinden değil! Bence, anaç rolünden vazgeçmediğinden böyle yapmış. Sahip olduğu güç ve potansiyelini henüz keşfetmemiş ve örgütlenememiş olmasından dolayı TCE savunuculuğunda az yol almış.

 

Asıl kilit nokta şurada: kadın kendi gücünün farkında olmasa da, erkek görmekte, hatta kadının gücü ve potansiyelinden korkmakta. O yüzden kadını baskılamakta ve kısıtlamakta. Erkek kendi özgüvenini, gücünü ve potansiyelini geliştirmek yerine, baskılama ve kısıtlama yoluyla kadını zayıflatmaya, etkisizleştirmeye, ve kendi hakimiyetini kurmaya yeltenmekte. Taliban rejimiyle Afganistan’da gelişen süreç bundan ibaret. Pakistan, Libya, Katar gibi ülkelerden İsveç, Hollanda, Norveç gibi ülkelere kadar, TCE’ne karşı (veya savunucusu) olan toplumları birbirinden ayıran unsur da işte budur. Eşitlik algısı ve yaşayış biçimi, her erkek ve kadının kendine güvenme, eğitim ve beceriye önem verme, ve diğerinin onun varlığını tamamladığı algısını taşıma derecesine bağlı.

 

Birkaç ay önce Facebook’ta biri “Bir kadının erkekten beklediği en önemli şey nedir?” diye sormuş. Hak verirsin, ya da vermezsin, ama benim cevabım şöyleydi: “Kadın kendi olma özgürlüğünü yaşamak ister. Hayatına aldığı erkeğin de bunu verecek kadar kendine güvenen, kendini seven ve kendini sayan erkek olması yeterlidir. Çünkü kendini sever, sayar ve güvenirse, kadını da sever, sayar ve güvenir. Kadın ile erkeğin aradığı doyum ve mutluluk, aslında birbirinde saklıdır.” Çünkü, kadın ile erkek bir elmanın iki yarısı gibidir, ve Golding’in dediği gibi, kadın her şeyin anasıdır.

 

Bardağın dolu tarafına bakmakta fayda var. (Yoksa boş tarafı seni de beni de yakar!) Yani, bu algı ve düşüncenin var olduğunu doğrulayacak örneklerin ve kişilerin olduğunu biliyoruz; onlara odaklanmalı. Bu vesileyle kadınlara atfedilen sürüyle şarkı ve şiir mevcut. Bunlardan biri de Billy Joel ve 1977 yılından kalma She’s Always A Woman** (O Her Zaman Bir Kadın) şarkısı. Seni bu şarkı ve sözleriyle bırakıyorum… Keyifli dinlemeler.

 

İzmir Tırazlı’dan sevgilerimle.

2 Temmuz 2023

*2023 Gender Social Norms Index (GSNI)

https://hdr.undp.org/content/2023-gender-social-norms-index-gsni#/indicies/GSNIn

 

**She’s Always A Woman by Billy Joel (1977)

https://www.youtube.com/watch?v=Cx3QmqV2pHg

She can kill with a smile, she can wound with her eyes
And she can ruin your faith with her casual lies
And she only reveals what she wants you to see
She hides like a child but she’s always a woman to me

She can lead you to love, she can take you or leave you
She can ask for the truth but she’ll never believe you
And she’ll take what you give her as long as it’s free

Yeah, she steals like a thief, but she’s always a woman to me

Oh, she takes care of herself, she can wait if she wants
She’s ahead of her time
Oh, and she never gives out and she never gives in
She just changes her mind

 

And she’ll promise you more than the garden of Eden
Then she’ll carelessly cut you and laugh while you’re bleeding
But she’ll bring out the best and the worst you can be
Blame it all on yourself ’cause she’s always a woman to me

 

Oh, she takes care of herself, she can wait if she wants
She’s ahead of her time
Oh, and she never gives out and she never gives in
She just changes her mind

 

She is frequently kind and she’s suddenly cruel
But she can do as she pleases, she’s nobody’s fool
And she can’t be convicted, she’s earned her degree
And the most she will do is throw shadows at you
But she’s always a woman to me

 

 

 

**O Her Zaman Bir Kadın

Gülümseyerek öldürebilir, gözleriyle yaralayabilir

Sıradan yalanlarıyla inancını mahvedebilir.

Sadece görmeni istediği şeyleri ortaya çıkarır.

Bir çocuk gibi saklanır, ama benim için o her zaman bir kadındır.

 

Seni aşka götürebilir, seni alabilir ya da bırakabilir.

Gerçeği isteyebilir ama sana asla inanmayacaktır.

Bedava olduğu sürece ona ne verirsen alır.

Evet, bir hırsız gibi çalar, ama benim için o her zaman bir kadındır.

 

Kendi başının çaresine bakar, isterse bekleyebilir.

O zamanının ötesindedir.

Asla pes etmez ve vazgeçmez

Sadece fikrini değiştirir.

 

Sana cennet bahçesinden daha fazlasını vaat edecektir.

Seni dikkatsizce kesecek ve sen kanarken gülecektir.

O senin en iyi ve en kötü yanlarını ortaya çıkaracaktır.

Bütün suçu kendine at, çünkü benim için o her zaman bir kadındır.

 

Kendi başının çaresine bakar, isterse bekleyebilir.

O zamanının ötesindedir.

Asla pes etmez ve vazgeçmez

Sadece fikrini değiştirir.

 

Sık sık naziktir ve aniden zalimleşebiliir

İstediğini yapabilir, çünkü o kimsenin aptalı değildir.

Ceza yemez,  rüştünü ispatlamıştır.

En fazla herkesin içinde seni küçük düşürür.

Ama benim için o her zaman bir kadındır.

Ne Mayıs’mış… Ezdi Geçti!

Vallahi ne aydı şu Mayıs ayı… Biliyorum, bir çoğumuz için Mayıs ayı çok belirleyici ve etkileyici bir ay oldu. Üzerimizden geçen bir silindir, geleceğe dair tüm umutlarımızı, medeni yaşamı yeniden getirme hayallerimizi ezdi geçti. Yeni tur, yeni şans misali, başa döndük yine. Bir yandan yorgun, öfkeli, ve yılgınlığın etkisiyle paralize durumdayız, diğer yandan müthiş bir sivil toplum hareketi ve dayanışması içindeyiz. Bir sonraki seçimlere kadar… Durmak yok, yola devam diyoruz. Ne için? Hak, hukuk, adalet, eşitlik, demokrasi… için.

 

Hak, hukuk, adalet eşitlik okey, ama demokrasi için biraz tereddütlüyüm. “Ne yani, karşı mısın demokrasiye?” diyor olabilirsin. Yalan söylemeyeceğim. Yaşadığımız bu düzen, gücü elinde tutanların ve yönetenlerin hakimiyetinde olduğunu varsaydığımız düzen, demokrasiyle geliyor ve kendini sürdürüyorsa, “bunun nesi demokrasi?” derim ben buna. Haksız mıyım? Demokrasi adına yapılanlar insanı düşündürtüyor. Hele ki geldiğimiz duruma demokrasi adına yapılan reformlarla gelindiğini düşününce.

 

Sokrates demokrasi için, “çeşitlilik ve düzensizlikle dolu, hem eşitlere hem de eşit olmayanlara bir tür eşitlik dağıtan büyüleyici bir yönetim biçimidir.” der. Platon, demokrasinin diktatörleri, tiranları ve demagogları iktidara getirme riski taşıdığını öne sürer.  Hatta, demokrasilerin yönetmek için en iyi donanıma sahip olanların iktidara gelmesinin pek olası olmadığını ve uygun becerilere ya da ahlaka sahip olmayan liderlere sahip olduğunu iddia eder. Platon Republic metninde Sokrates’in “demokrasinin aptal liderleri” olarak nitelendirdiğini belirtir. İkinci Dünya Savaşı’nı kazanmasından birkaç ay sonra İngiliz halkının kendisini başbakanlık görevinden uzaklaştırmasının ardından Winston Churchill demokrasiye alaycı yaklaşımıyla “Demokrasi en kötü yönetim biçimidir – denenmiş olan diğerleri hariç.” lafını eder*. Sence de komik, bir o kadar trajik değil mi?

 

Sana ufak bir olay anlatayım. 28 Mayıs günü, Türkiye’de Cumhurbaşkanlığı seçimi yaşanırken, ben Barcelona’nın belediye seçimleri için sandık başına gittim ve oyumu verdim. Birkaç adayın arasından seçim yapmam gerekiyordu. 6 yıldır yaşadığım şehrin yönetimine dair oldukça yeterli bilgi ve deneyime sahip olduğum, ve bilinçli ve entelektüel bir vatandaş olduğum halde, kendimi yeterli derecede ehil göremiyordum. İtiraf ediyorum ki içimde büyük bir sorumluluk yükü, hatta kuşku vardı. Eve adayları tanıtan sayfa sayfa kağıtlar gelse de, onları okuyup internetten araştırıp taahhütlerini incelesem de, yine de yeterince bilinçli bir tercih yapacak kadar kendime güvenemiyordum.

 

Doğrudur! “Cahil” kesim dediğimiz topluluktan hiçbir farkım yoktu. Kendimce öyle. Ne kadar okusam sorsam soruştursam da, bir yere kadar bilebilir ve anlayabilirdim. Yapacağım seçim de o doğrultuda bilinçsiz veya sağlıksız olacaktı. Sence de kandırılmaya açık bir durum değil mi? Demeye çalıştığım şu ki, yönetilmek istediğimiz şekli seçerken pek de rasyonel yollarla değil, büyük ölçüde duygusal dürtülerle (sezgi) yapıyoruz. Sonuç işte ortada! “Her millet layık olduğu şekilde yönetilir.” (Joseph de Maistre).

 

İşin ironik tarafı şu ki, de Maistre, bu lafları Aydınlanma Çağının yükselişi, Orta Çağ’ın önyargılarından, bağnazlığından ve ideolojilerinden özgürleşmeye, bilgiye yönelme döneminde zikretmiş, ve progresivismin (ilericiliğin) karşıtı olarak, hakların kendi kaderini tayin etmelerini engelleyecek gerici sistemlerin avukatlığını yapmış olması. Kendisi bir demokrasi karşıtıymış, açık açık da söylemiş. Ne var ki günümüzün “aptal liderleri” büyük kurnazlıkla demokrasi laflarıyla kafamızı karıştırıp kendi kendilerine hizmet etmeyi müthiş beceriyorlar.

 

Sokrates tarihi sayfalardan çıkagelip demokrasiye ve seçimlerde oy verme konusuna çok güzel bir benzetmeyle açıklık getiriyor aslında.  Öğrencisiyle diyalogunda şöyle sorar: “Eğer ki deniz yoluyla bir yolculuk yapmak isteseydin, geminin kontrolünün kimde olacağına nasıl karar verilmesini isterdin? Rastgele ve herhangi bir grup insan tarafından mı, yoksa deniz seyahatleri konusunda deneyimli, bilgili ve eğitimli insanlar tarafından mı?” diye sorar. Öğrencisi ehil olan kişiyi seçeceğini söyler. Buna cevaben Sokrates “Peki bu durumda nasıl olur da, bir ülkedeki yetişkin insanların rastgele ve herhangi bir grubunun bir ülkeyi kimin yöneteceğine karar verebilecek donanımda olduğunu düşünebilmekteyiz?” der**.

 

Sokrates seçimlerde oy kullanmayı yeteneğe, bilgi ve beceriye bağlar. Yeterli donanıma ve eğitime sahip olmadan insanlara oy kullanma hakkı vermenin, fırtınalı bir havada yolculuk yapacak bir geminin kontrolünün kime teslim edileceği kararını alma yetkisini vermekle aynı olduğunu savunur.  Oy kullanmayı “bir sezgi” olarak görmenin yanlış olduğunu ve diğer alanlarda olduğu gibi insanlara sistematik bir şekilde öğretilmesi gerektiğini önerir.

 

Şimdi, “Ne oluyor sana Shirli, neden bozdun kafayı demokrasiyle?” diyeceksiniz. Valla ben de bilsem, yazacağım nedenini. 28 Mayıs gecesinin ardından içimde tuhaf sorgulayıcı düşünceler hakimdi. Öfke, isyan, kaygı kalmamış, yerini “neyi farklı yapmalıyız” soruları almıştı. Ondandır belki de, bir önceki yazımda yeniden umudu yitirme hali yerine susmak ile sessiz kalma arasında kaldığım sıkışmışlık halini yazdım. Bir kabullenişin ardından gelen harekete geçme hali… Şu anda da geriye dönük bir analiz yapma hali…

 

Bilmem, kelimelerim hallerimi anlatmakta yeterli mi… Bazen kelimeler kifayetsiz kalabiliyor. Çünkü bazı haller anlatılmaz, anlatılamaz! Yaşanır! Bir kırıntı dahi olsa, bu satırları okurken kelimelerin içinde kendini buluyorsan eğer, işte bil ki, yalnız değilsin. Asıl güzel olan, sen ve ben varsak, bil ki dışarda bir yerlerde dahası var. Hem de daha niceleri…

 

Ege Denizinin ortasında bir yerde…

18 Haziran 2023

 

*Demokrasi en kötü yönetim biçimidir.

https://dusunbil.com/demokrasi-en-kotu-yonetim-bicimidir/

**Sokrates demokrasiden neden nefret etti?

https://evrimagaci.org/sokrates-demokrasiden-neden-nefret-etti-4733

 

Susmak İle Sessiz Kalmak Arasında Bir Dilemma

Bir süredir sessizim. Yazmak istesem de yazamadım. İçimde birikmiş sözcükler düşünceler, sıkışmış hapsolmuş haldeler. Halbuki yazacak çizecek çok fazla şeyler oldu, oluyor. Hepimiz görüyoruz, ama bir şey yapamıyoruz. Leonard Cohen’in meşhur lafı “Herkes biliyor geminin su aldığını. Herkes biliyor kaptanın yalan söylediğini. Ve herkes biliyor zarların hileli olduğunu.” bugünler içinmiş meğer…

 

Evet, bir süredir yazmadım, çünkü yazacak olsam yine aynı konuda yazacaktım. Bana bile kabak tadı verdi. Türkiye’nin geleceği ve seçim sonuçlarının getireceklerini artık daha fazla yazmak istemedim. Ne var ki, sabah akşam, çevremdeki herkes gibi, bu konuyla meşguldüm. Uykularım bozuldu, sinir sistemim altüst oldu, yeme düzenim şaştı, yaşam odağım kaçtı, bedensel hareketlerim ağırlaştı, neşem gitti… Parafini tükenmekte olan bir mum gibi, hala ayakta olsam da, ışık versem de, ferim kaçtı. Tam tabiri, “ışıklar yanıyor, ama evde kimse yok” hali. Hepsi de haksızlığa uğramanın, çaresizliğe düşmenin, ve gelecekleri görmenin dayanılmaz ağırlığından. Kim demişse, doğru demiş; cehalet kesinlikle bir mutluluk!

 

Bunlar olup biterken bir yandan da, boş durmadım. Yazmasam da, okudum, bilgi kabımı doldurdum. Bile bile mutlu olmaya ters düşmeyi seçmişim gibi gündemi takip etmeye devam ettim. Yerimde duramayıp, suskun kalmayı beceremeyip okuduklarımı sosyal mecralarda paylaşmaktan kendimi alamadım. İçimde ciddi güçlü bir ses bana, “ne oturuyorsun, kalk, susma, harekete geç, sana ait olana sahip çık, başkalarından sahip çıkmalarını bekleme, gücü onlara atfetmek yerine kendinde ara, bul, ve sesini duyur!” diyordu. 23 Mayıs günü kızım “Anne, instagrama çok bakma” diye DM attı. Ben de, tamam, bırakacağım dedim. Benzer bir uyarıyı 19 Şubat tarihli “Umudun Yasını Tutmak da Varmış” yazımı yazdıktan sonra annem-babamdan işittim. Ama, ne yapayım, o içimdeki “harekete geçmiş varlık” dinmek bilmiyor, susmak istemiyordu. Bir yerden çatlak bulup, karanlığın içine doğru sızan ışık huzmeleri gibi çıkmaya çabalıyordu. Neden? Daha fazla ruhu uyandırmak, olacaklara gözlerini açmak, ve geleceğimizi (gençlerimizin geleceğini) koruyabilmek için.

 

Biliyorum, bazen en iyi cevap sessiz kalmaktır. Ama “Susmak, dayanılması çok güç bir cevaptır.” (Sadi Şirazi). İşte içine düştüğüm ikilem, sıkışmış kaldığım susmak ile sessiz kalmak arasındaki nokta… Çünkü “Susmak; sessiz kalmak değil, ağız dolusu bir çığlıktır aslında. Susmak; sahibini arayan, tepeden tırnağa bir yalnızlığın kahra dönüşen isyanıdır…” (Bedirhan Gökçe Göktan). Hangisi doğru, içimdeki çığlığın ve bilginin içinde boğulmayı seçmek mi, yoksa böğürürcesine onları dışarı atmak mı? Kimin pahasına? Neyin pahasına?

 

Tarihleri yazan büyük liderler dönemi artık geçti, kurtarıcı kahraman devri geride kaldı. 100 yıllık liderlik teorilerinin gelişimini izlerseniz, liderlik olgusu büyük lider (Great Man teorisi diye geçer) figüründen, takipçilerin gücüne dayalı liderlik modellerine evrildi. Toplumun geneli henüz farkında olmasa da, gün gibi ortada, güç liderlerde değil, takipçilerde. Bugün etkili takipçiler (effective followers) birer lider gibi işlev görüyor, takipçileri ve liderleri harekete geçiriyor, değişimi gelişimi tetikliyor. O yüzden “susamıyorsan susma, duramıyorsan durma, bir diyeceğin varsa söyle” diyorum.

 

Ziya Paşa Akyürek “Bazen öyle bir yerde durursun ki, insanlar ne desen yanlış anlarlar. İşte orada susmak en güzeldir.” demiş. Güzel demiş! Bir ekleme de ben yapayım. Yanlış anlaşılma pahasına ve sevdiklerinle ters düşmeyi göze alarak, savunduğun değerler için sesini çıkarmalı ve kendine saklamamalısın. Bir an geliyor ve içindeki o dürtü seni harekete itiyorsa, ne pahasına olursa olsun susmaman gerekiyor.

 

Bu satırları yazarken, sana yazıyormuşum gibi okuyorsun, biliyorum. Aslında, sana değil laflarım. Kendime! Susmak ile sessiz kalmak arasındaki dilemmamı asla ve kat’a unutmayayım, sesimden vazgeçmeyeyim, ve varlık ışığımı yaşamımın sonuna kadar daim kılmayı başarabileyim diye kendime yazıyorum. Sen de, içinden kendine bir parçalar alıyorsan eğer, istediğin kadarını al, uygula.

 

04 Haziran 2023

Barcelona

 

Şakası Yok! Sondan Önceki Son Çıkıştayız!

Daha önce yazdım… Sondan önceki son çıkıştayız diye. Yine yazacağım… Tekrar tekrar yazmaya da devam edeceğim. Dünya ters yüz olmuş.  Dört bir yanda acayiplik, kokuşmuşluk, yozlaşma, hak yeme-yedirme, kadına şiddet, çocuğa istismar, gelir adaletsizliği, yaşam ve yasal güvencesizlik… Almış başını gitmiş… Şakası yok! Durumun vahametini idrak etmemiz için daha ne olmalı?

 

Yani… Kimin aklına gelirdi? “Bibi” Netanyahu’nun “hukuki reform” teşebbüsünde bulunacağı, buna karşı en demokratik işleyişe sahip devletlerden biri olmasına rağmen İsraillilerin sokaklara taşacağı ve hükümeti protesto edeceği, taleplerinde ısrarcı olup genel grevlerden tutun savunma hareketini yavaşlatmaya varacak kadar ileri gideceği, ve ülkede yaşamı durma noktasına taşıyacağı, dahası “We don’t want to end up like Turkey!” (“Türkiye gibi olmak istemiyoruz”) pankartlarıyla içlerindeki gelecek korkusunu dile getireceği, iradelerini, kuvvetini, kudretini böylesine güçlü göstererek Bibi’ye dur diyeceği… Şaka değil, gerçek!

 

21nci yüzyılda, uzaya gidiş ve yapay zekada bilinç keşifleri yapılırken, geçtiğimiz yıl kadınların İran’da temel insan hakları ve özgürlüğü için savaş vereceği, canını feda etme noktasına geleceği, protestolar ardından tutuklanmalar ve kadınların uğradığı vahşice muamelelere rağmen kadınların korkusuzca ve cesaretle direnişlerine devam edeceği, İran rejiminin bunu bastırmak için protestoculara 60.000 Dolar ceza uygulayacağı, ve kız okullarında okuyan 1000’den fazla kız çocuğunun (eğitimden geri kalmaları maksadıyla) zehirlendiğini işitiyor olmamız; dahası, bir çok İranlının Türkiye’nin bugünkü durumunu kastederek “Bir zamanlar biz de sizin gibiydik” diyeceği… kimin aklına gelirdi, öyle değil mi? Bu da maalesef şaka değil ve çok acı gerçek!

 

Çok uzak değil; 2021 yılı Ocak ayında Washington DC’de, dönemin başkanı Donald Trump’ın seçimleri kaybetmesiyle holigan kılıklı grubun Capitol Hill’e baskın yapacağı, bir Ortadoğu ülkesini andıracak sahnelere şahit olacağımız, yenilgiyi kabul etmeyip Trump’ın koltuğunda kalmaya direteceği, Türk yetkililerinin “Tarafları itidale ve ılımlı olmaya davet ediyoruz” mesajıyla bölgede yaşayan vatandaşlarına kalabalıktan uzak durmaları konusunda çağrıda bulunacağı da kimin aklına gelirdi, değil mi? 1 Nisan şakası adeta, ama değil, tatsız gerçek!

 

Şaka değil! Bir Ortadoğu ülkesinde değil de Amerika gibi bir ülkede bunlara tanık olacağımız kimin aklına gelirdi? Ortadoğu’nun göbeğinde, çölün içinde vahayı andıran İsrail devletinde bunların yaşanacağı kimin aklına gelirdi? Bir zamanlar medeniyetin, ilmin ve bilimin merkezi sayılan İran’ın bu denli çağın gerisine gideceği kimin aklına gelirdi? Sizce de hayret edici değil mi? Bir zamanlar (eski veya yakın geçmişte) demokrasinin, bilgeliğin, ve insan haklarının bekası olan ve yönetişimin, inovasyonun, yaratıcılığın ve çağdaşlığın öncüsü olarak gördüğümüz bu “gelişmiş” ülkeler nasıl olur da bu günlere gelsin. Akıl alır gibi değil!

 

Esas paradoks, her şeyin tersine domino etkisiyle ilerliyor olması. Yıllarca benzemeyi arzuladığımız, özendiğimiz ve örnek aldığımız batılı ülkelerin bugün geldiği duruma bakın… Adeta dünya tersine dönmüş ve onlar bizi takip ediyorlar. Haksız mıyım? Kimin aklına gelirdi? Yok, yok! Vallahi şaka değil ve gerçek! Türkiye’nin bugün ilerlediği yola baktığımda, takip ettiğimiz ve örnek aldığımız modelleri gördükçe gözüm korkuyor, kanım donuyor.

 

Tekrar söylüyorum… Kritik an ve yerdeyiz. Şakası yok. Son çıkıştayız!

 

Bu arada, enseyi karartmayalım. Dünyada iyi misallerle bizi takip eden ülkeler de var. Atatürk’ü ve ilkelerini kendine örnek alan ve Ulu Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün ismini, heykelini, büstünü, yani felsefesini yol gösterici olarak kendine edinmiş birçok dünya ülkesi* var. Liste aşağıda.

 

Şimdi soruyorum… Neyi örnek almalıyız, hangi yoldan gitmeliyiz, hangi izi takip etmeliyiz? Yolsuzluk ve gerici zihniyeti mi, yoksa Atamızın bize bıraktığı “medeni ve müreffeh millet olarak varlığımızı” sürdürme mirasını mı? İlkeleri ve felsefesi dünyanın dört bir köşesine örnek ve model nitelikte yayılmışken, neden tersini seçelim? Neden? (Bu soruya şu anda burada cevap vermeyeceğim!)

 

Atamızın bize bıraktığı Nutuk’un Gençliğe Hitabesini yeniden okuyunca, durumun önemini daha iyi anlıyor insan. Yani, kimin aklına gelirdi, 100 yıl sonra başa dönebileceğimizi? “Bir gün, istiklal ve cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şeraitini düşünmeyeceksin… İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen, Türk istiklal ve cumhuriyetini kurtarmaktır. Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur.” sözleri halen son derece anlamlı, geçerli ve yerinde, öyle değil mi?

 

Atamın izinde çağdaş bir “genç” Türk kadını olarak, çağrım tüm gençlere, kendini genç hissedenlere, halen gençliğini yaşayanlara, yaşı geçkin olsa da gençliğinden vazgeçmemiş olanlara, durumun vahametini tümüyle idrak etmemiş ve geleceğini, hürriyetini, özgür ve özgün varlığını kıskaç altına almaya göz yummuş tüm gençlere…

 

Bugün 1 Nisan (şaka günü) olsa da ülkemizin şaka kaldıracak tarafı kalmadığına idrak olmanız için (aşağıya eklediğim) Atatürk’ün Gençliğe Hitabesini tekrar tekrar okumanızı öneririm.

 

Unutmayalım ki, tarih tekerrürden ibarettir; aynı zamanda aynı nehirde iki defa yıkanılmaz (Heraklitos). Vakit varken, içinde bulunduğumuz durumun farkına varalım, aklımızı kullanalım ve “sondan önceki son çıkışı” kaçırmayalım. Çünkü artık gerçekten şakası yok!

 

Barcelona’dan Shirli

01 Nisan 2023

 

‘Ey Türk gençliği! Birinci vazifen; Türk istiklalini, Türk cumhuriyetini, ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir.

Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek dâhilî ve haricî bedhahların olacaktır. Bir gün, istiklal ve cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şeraitini düşünmeyeceksin. Bu imkân ve şerait, çok namüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklal ve cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dâhilinde iktidara sahip olanlar, gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri, şahsi menfaatlerini müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakruzaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir.

Ey Türk istikbalinin evladı! İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen, Türk istiklal ve cumhuriyetini kurtarmaktır. Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur.’

 

 

 

*Gurur! Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün, Dünyanın Çeşitli Ülkelerinde İsminin Verildiği Yerler

https://onedio.com/haber/ataturk-yurtdisinda-anitlar-396920

Vise Belçika, Dhaka Bangladeş, Islamabad Pakistan, Mexico City Meksika, Santo Domingo Dominik Cumhuriyeti, Be’er Sheva İsrail, Amsterdam Hollanda, Wellington Yeni Zellanda, Caracas Venezuela, Havana Küba, Oostzaan Hollanda, Canberra Avustralya, Albany Batı Avustralya, Bükreş Romanya, Rotterdam Hollanda, Yeni Delhi Hindistan, Roma İtalya, New Jersey ABD, Yehud İsrail, Karlovy Vary Çek Cumhuriyeti, Utrecht Hollanda, Budapeşte Macaristan, Sialkot Pakistan, Üsküp Makedonya, Lima Peru, Tunus, Wroclaw Polonya, Kuşimoto Japonya, Santiago Şili, Bakü Azerbaycan, Astana Kazakistan, Aşkabat Türkmenistan, Bişkek Kırgızistan.

 

 

Sondan Önceki Son Çıkış

İstanbul’da yaşayan herkes bilir “Köprüden Önce Son Çıkış” tabelasını. Akşam saatinde trafik kuyruğunda saatlerini geçirdikten sonra bu tabelayı görmenin mutluluğu kadar güzel bir şey yoktur herhalde. Tabii ki de Avrupa yakasında kalacaklar için geçerli bir duygudur bu. Çünkü köprüyü geçecekler için cefa devam edecek ve “başa gelen çekilir” misaliyle, kaderine boyun eğip yollarına devam edecekler…  Aslında bu satırları köprü trafiğinden öte bir olguyu düşünerek yazıyorum ve “köprüden önceki son çıkışı” Türkiye’nin geldiği son durumun vahametine bir uyarı teşkil edecek bir metafor olarak görüyorum. Çünkü, gerçekten de sondan önceki son çıkıştayız! Şu aşamadan sonra, şu son çıkışı akıllıca kullanmazsak, kaderimize kurban gideceğiz…

 

Daha önce yazmıştım… Depremle beraber umutlarım yerle bir oldu diye; enkazdan öfke ve keder çıktı diye… Her canlı kurtarıldıkça sevinç içinde olurken, ölüm sayılarını izledikçe içim parçalandı diye…. Ve, umutlarım ve geleceğin getireceklerine dair tüm inancım zifiri bir karanlığın içine gömüldü diye… Sanki karanlık aydınlığı bastırıyor ve karabasan yayılıyor gibi. Yani, daha ötesi yok! Her ölüm bir sondan ibaret! Ölüm dediğimiz şey, filmlerde, haberlerde veya yazılmış senaryolarda gördüğümüz gibi bir şey değil. Buz gibi soğuk, karanlık, ve bomboş bir son. Gidenin geriye gelmediği bir son!

 

Sinir bozucu olacak, biliyorum, ama sormak istiyorum: Hiç ölümü düşündünüz mü? Kendi ölümünüz olabilir, sevdiklerinizin ölümü, veya dünyada zamansız ve sırasız ölen insanların ölümü… Hiç düşündünüz mü? Ben çok düşünüyorum… Peki ya hiç ölüme yaklaştığınızı hissettiniz mi? Ben hisettim… Hem de üç defa! (Gerçi, iki buçuk yaşımda komaya girişimi de sayarsak dört de diyebilirim) Peki ya hiç rüyanızda ölümünüzü veya ölmek üzere oluşunuzu deneyimlediniz mi? Ben deneyimledim. Hem de üç defa! Hepsinde o bahsini ettiğim sonun karanlığını, soğukluğunu, boşluğunu, bitmişliğini, onun ötesinin olmayışının inanılmaz ağırlığını tattım! Çok ağır!

 

En sonuncusu, 6 Şubat sabahı gördüğüm rüyaydı; daracık bir alana sıkışmış, birinin elimi tuttuğu bir arafta olduğum bir sahne… Hala gözümün önündedir! Hepimizin ekranlardan hafızasına kazındığı bir resmin görünmeyen tarafındaydım sanki. Turuncu kurtarma ceketiyle enkaz başında kızının elini tutan babanın kızıymışım gibi, göçük altında küçücük bir pencereden bana uzanmış bir eli tutuyordum. Rüyamda, geldiler ve beni çıkardılar!

 

Rüya ile gerçek arasında ayrımın ne kadar zor olduğunu anlatmama gerek yok. Hepimiz biliyoruz ki, rüyanın içinde ne yaşıyorsan, o an senin için gerçeklik o oluyor! O yüzden de deneyimlerimiz ve duygularımız o denli gerçekçidir! Depremden beri gece gündüz göçük altında yardım elini bekleyenleri hissederek ve düşünerek kahrolacak gibi oldum. Rüyamda enkaz altından çıkarıldım, ama bütün mesele gerçek dünyada çıkarıl(a)mayan on binlerce can o bahsini ettiğim sona gitti, karanlığın ötesinde neyin olduğunu bilmediğimiz o yere.

 

Konuyu nereye getirmeye uğraşıyorsun Shirli?” diyorsunuzdur… 6 Şubat ile başlayan kâbus bitmedi, bitmiyor… Geldiğimiz bu dünyada “bir kez yaşarsın” diye yanlış bir söylem var. Doğrusu, “Bir kez ölürsün, ama her gün yaşarsın” olacak! Ne var ki, şu canım ülkemde her gün yaşayacağımıza, her gün canlı canlı ölüyoruz, ölümü sürekli tadıyoruz. Tabii her geçen gün cinayete kurban giden kadınların ölümüne değinmek dahi istemiyorum. Artık yeter diyorum! Yaşayacaksak onurumuzla, ve her gün yaşayalım! Öleceksek de bir defada ölelim!

 

Bir elin parmağı etmeyecek kadar kısa ama bir ömür kadar uzun geçen şu birkaç haftada gençlerden defalarca aynı sözleri duydum: “Bu ülke benim çocukluğumu ve gençliğimi çaldı benden. Bana borçlu ve kesinlikle hakkımı helal etmiyorum!” Haklılar!

 

Artık yeter!

 

Zor zamanlar güçlü insanlar yaratır.

Güçlü insanlar kolay zamanlar yaratır.

Kolaylaşmış bir hayat zayıf insanlar yaratır.

Ve zayıf insanlar zor zamanlar yaratır.

 

Artık gerçekten yeter!

Gençlerimize ve ardından gelecek nesillere sorumluluğumuz ve borcumuz var!

 

Onlara olan borcumuz, şu geçtiğimiz zor zamanlardan güçlü bireyler yaratmak, doğruyu seçerek rol model olmaktır. O yüzden, “sondan önceki son çıkıştayız!” derken, kritik anın içinde olduğumuzu hatırlatmak, ve külahımızı önümüze alma ve doğru olanı yapma zamanın geldiğini vurgulamak istiyorum.

 

Ya kıyametten önceki son çıkışı seçip doğru yola gireceğiz, ya da kaderimize kurban gidip sonun karanlığına doğru tam gaz devam edeceğiz. Ya onurumuzla yaşamaya ve yaşatmaya devam edeceğiz, ya da öleceğimiz güne kadar her gün tekrar tekrar ölmeye devam edeceğiz. Bu nedenle 14 Mayıs gününü ve son çıkış fırsatını akıllıca değerlendirelim derim…

Bilmem anlatabildim mi?

 

Barcelona’dan Shirli

20 Mart 2023

Kutsal Yasak Elma

Sevgililer gününü geçeli birkaç hafta oldu. 14 Şubat’ı kutladığım yok, niyetim Valentine’s gününden bahsetmek de değil; aksine, sevgi ve aşkın kapitalizme alet edilmesine gıcık oluyorum. 14 Şubat 2023 günü Tel Aviv’de katıldığım kadınlar toplantısında, “tarihte en büyük aşklar” temalı bir oturumda büyük bir aşkın bende bıraktığı izi ve uyandırdığı düşünceleri paylaşmak istiyorum; yazar arkadaşım Sara Yanarocak’ın anlattığı Leonard Cohen’in (1934-2016) aşk hikayesi. Nerdeyse tüm sanatçılar gibi, Cohen’in de aşkları çok zengin ve ihtiraslı olmuş. Ne var ki, bazı aşklar farklı şekilde dikkat çekebiliyor. İlerleyen satırlarda okuyacaklarınızı Google’lasanız hepsini bulabilirsiniz; ama perspektif meselesi. Özellikle konuyu meşhur “yasak elma” metaforuna bağlayışımla okunası bir perspektif olabilir. Eh, köşe yazarlarını neden okuruz? Perspektifleri için!

 

Her aşkın kendine has özellikleri olmakla birlikte, genelde aşk dediğin derin sevgiyle birlikte ihtirası, tutkuyu, şehveti, inişleri-çıkışları; aldatmayı, ihaneti, yalanı; ve her şeyin sonu olduğunu kabul edersek, sonlarıyla büyük (aşk) acıları içerir. Çoğu bildiğimiz duyduğumuz aşk hikayeleri, yukarıda saydığım unsurların yaşanmasıyla bir ölçüde tükenir, tüketilir. Leonard Cohen’in de sevdiği ve onu seven kadınların* çok olacağına tabii ki şüphe yok. Her biriyle ihtiraslı aşklar yaşamış; içlerinden Suzanne Elrod ile çocukları olmuş -Adam ve Lorca. Ama bazı aşklar yaşanmışlığıyla (hatta yaşanmamışlığıyla) farklı derecede dikkat çekebiliyor. Bahsini ettiğim, Leonard Cohen’in Suzanne Verdal’la aralarında geçen karşılıklı derin aşk hikayesi. Onlarınki, sanılanın aksine tüm aşkların tüketilmediğinin, hatta bazı özel aşkların ebediyen yaşayabildiğinin, yaşatılabildiğinin, ve çok özel bir ruh bağıyla ölene kadar sürebildiğinin çarpıcı örneği. Aşklarının hikayesi, Leonard’ın aşkını şiire döktüğü ve sonradan ona ün kazandıran “Suzanne” şarkısının sözlerinde** gizli. Sözleri okusanız, aralarındaki bağın derinliğini ve özel oluşunu anlarsınız.

 

Suzanne Verdal ve Leonard Cohen 1960’ların başı Montreal’de, Le Vieux Moulin’de, Suzanne henüz genç bir kız öğrenci, ve genç bir sanatçı olan Armand’ın sevgilisi ve sonra karısı olarak tanışırlar. İlerleyen yıllar Leonard ile dostlukları daha da pekişir. BBC Radio’da Suzanne ile röportajda*** Suzanne o dönemi şöyle anlatır: “O zamanlar Armand’dan ayrı yaşıyordum ve deniz kıyısına çok ilgi duyuyordum. Lawrence Nehri benim için özel bir şiirsellik ve güzellik taşıyordu ve kızım Julie ile orada yaşamaya karar verdim. Leonard, yaşadığım bu çarpık zeminli ve şiirsel nehir manzaralı yeri duydu ve birçok kez beni ziyarete geldi. Birçok kez birlikte çay içtik ve mandalina portakalları yedik.”

 

Paylaşımları ilerler, derinleşir. “Beni fark ettiğimden daha fazla ‘içine çekiyordu’. Tüm o anı hafife almışım. Ben sadece konuşurdum, hareket ederdim, cesaretlendirirdim ve o da arkasına yaslanıp sırıtarak her şeyi içine çekerdi. Her zaman geri dönüş almazdım ama varlığını gerçekten benimle bütünleşik olduğunu hissederdim. Örneğin sokakta yürürken ayakkabılarımızın tıkırtısı, onun botları ve benim ayakkabılarım, eşzamanlı hareket ederdi. Bunu tarif etmek zor. Neredeyse birbirimizin düşüncelerini duyardık. Çok eşsizdi, çok, çok eşsizdi.” der Suzanne.

 

Sözleriyle derin ve samimi “Suzanne” şarkısının çıkışıyla Leonard büyük yıldız olur, Suzanne ile ilişkileri zamanla değişir. Suzanne dünyayı gezmeye çıkmıştır, ve ara sıra karşılaşırlar. “Minneapolis’te bir konser vermişti ve beni sahnenin arkasında gördü ve çok güzel bir şekilde karşıladı. ‘Ah Suzanne, bana çok güzel bir şarkı verdin’ dedi. Çok tatlı bir andı. Ama belki de şu anda açıklamak istemediğim bazı acı-tatlı anlar da oldu.” diye anlatır.

 

Ruhların buluşması üzerine olan bu şarkı aynı zamanda ruh birlikteliklerinin ayrılmasına uzaklaşmasına da neden olur. “Ben sanat için sanata sadık kaldım ama o yoluna devam etti ve ben de davama sadık kaldım. Sanırım bu onu korkuttu, utandırdı ya da rahatsız etti.” Suzanne, birçok büyük aşkın ve aşıkların maddiyatın etkisiyle koptuğunu, kendisinin Leonard ile manevi anlamda büyük aşıklar olduklarını, şarkıyla birlikte uzaklaştıklarını ama aşklarının hiçbir zaman tükenmediğini anlatır. “Birine bakarsınız ve o an ebedidir, en derin dokunuşları olur; biz de Leonard ile paylaştığımızın aynı bu olduğuna inanıyorum.”

 

Leonard bir röportajında* Suzanne Verdal ile ilgili anlatımında “Suzanne” şarkısını onun için yazdığını ve sözlerin hepsinin tamamen gerçek ve yaşanmış olduğunu söyler. “Aslında çayın içinde küçük portakal kabuğu parçaları vardı. Ama ‘çay ve portakal’ kulağa daha hoş geliyor, değil mi? Montreal’de suya yakın bir yerde yaşıyordu. Ve sizi ‘nehir kenarındaki evine götürürdü’. ‘Teknelerin geçişini duyabilir’ ve ‘geceyi onun yanında geçirebilirdiniz’. Tüm bunlar… ve ben onun mükemmel vücuduna zihnimle dokundum. Çünkü, bir arkadaşımla evli olduğu ve ona başka bir şeyle dokunamadığım için!” der. Suzanne’ın aktarımına göre, Leonard aralarındaki ilişkiyi ileri götürmeyi istemiş olsa da, Suzanne reddetmiş. 2006 yılında CBC muhabiri Paul Kennedy’ye “Bu konuda sınırları koyan bendim” der ve ekler: “Bir ölçüde, bu değerli bağı bozmak, ona olan sonsuz saygımı yitirmek istemedim… Cinsel bir birlikteliğin bunu bir şekilde küçülteceğini değersizleştireceğini hissettim.” der.

 

Onlarınki öyle bir aşktı ki, fiziksel dokunuşların olmadığı, zihinsel ve ruhsal dokunuşlardan ibaret çok özel bir bağdı. Kadın adamı ne kadar çok sevmiş ki, onu arzulamasına ve onunla zihinsel ve ruhsal birliktelikle yetinmeyip fiziksel birleşme fırsatına rağmen, ihtirasına, arzularına yenik düşmemiş ve ona olan sevgisini korumayı seçmiş. Ne ulvi, değil mi? Ne büyük bir aşk… Nasıl bir derinlik… Nasıl bir irade. Bir aşkın gelebileceği en kutsal mertebe bu olsa gerek. İşte, beni özellikle etkileyen tarafı da bu oldu. Dahası, aşklarını tüketmemiş olmaları, ebediyen içlerinde yaşatmış ve korumuş olmaları, ölümlerinden sonra dahi aşklarının evrende kalmaya devam edecek olması. Ve tek-tük de olsa böylesi bozulmamış derin ruhsal ve zihinsel seviyede aşkların var olabileceği düşüncesi…

 

Tüm bunların içinde yasak elma nerede diyeceksiniz? 😃 Yasak elma**** diye bildiğimiz aslında Tanrı’nın meyvesini yemeyi yasakladığı “bilgi” ağacının (iyiyle kötüyü bilme ağacının) meyvesidir. Rivayete göre, Havva cennet bahçelerinde mutlu mesut gezerken, iblis yılanın sözüne kanıp merakına yenik düşerek ve Tanrı’nın emrine karşı gelerek yasak meyveyi yer, Âdem’e de yedirerek cennetten dünyaya düşüşle cezalandırılırlar. İnanırsan…

 

Yasak elma, bir ölçüde iradeye yenik düşmeyi ve günahı, yani Tanrı’nın lütfuna, cömertliğine ve kurallarına karşı gelmeyi simgeler. Suzanne, Havva’nın Adem’le yaptığının aksine, irade gücüyle kendince iyiyle kötüyü ayırt etmeyi başarmış, yasak elmanın tahriki ve baştan çıkarıcılığına kanmayarak Leonard’a olan sevgisini korumayı seçmiş, ve yarattıkları kutsal aşkı her ikisi için cennet bahçesinde yaşatmayı başarmış.

 

Küçük bir dipnotla bitireyim. Daha önce absürt bir hipotezde bulunmuştum. Bu ikincisi olsun… 😃

Her ne kadar kutsal kitaplar, Âdem ile Havva’nın cennetten kopuşunu Havva’nın üzerine yıksalar da, öyle olduğuna dair şüphelerim var…. Dinin ve yönetiminin başlangıçtan (Genesis) beri erkek egemen olduğunu da kabul edersek, hikâye pek tabii Adem’in etrafında, yani iblis yılana kanmasıyla cereyan etmesi kuvvetle muhtemel bir olasılık. Tarihten bu yana irade ve günah konusunda kadınların daha dayanıklı olduğunu, kendine sunulan nimetleri kendinden vazgeçme pahasına koruma güdüsüne sahip olduğunu düşünecek olursak, neden olmasın? Dahası, egemenliği elinde tutma ve kendini daima haklı görme eğilimi olan erkek suçu neden üzerine alsın ki? Tabii ki de bunu bilemeyiz, bilemeyeceğiz… Allah kerim… Bilse bilse, o bilir!

 

Sevgisini korumayı seçen tüm aşklara ve aşıklara ithafen…

Barcelona’dan sevgiler…

26 Şubat 2023

 

Kaynakça:

*Leonard Cohen, the women he loved, and the women who loved him

https://www.cbc.ca/music/read/leonard-cohen-the-women-he-loved-and-the-women-who-loved-him-1.4998473

 

**Leonard Cohen – Suzanne – Lyrics

https://genius.com/Leonard-cohen-suzanne-lyrics

 

***You probably think this song is about you – Suzanne Verdal McCallister interviewed by Kate Saunders, June 1998, BBC Radio

https://www.leonardcohenfiles.com/verdal.html

 

****Kutsal kitaplarda Âdem ve Havva’nın yediği elma neyi sembolize ediyor?

https://eksiseyler.com/kutsal-kitaplarda-adem-ve-havvanin-yedigi-elma-neyi-sembolize-ediyor

 

Umudun Yasını Tutmak da Varmış

6 Şubat sabahından beri şok üzerine şok yaşıyoruz. Yaşadıklarımız, gördüklerimiz, içimizden geçen duygu ve düşüncelerimiz sindirecek gibi değil. Meşhur “sözün bittiği yer” lafının bile kâfi gelmediği bir yerdeyiz. Çünkü, enkazın altından canlı, yaralı, ölü çıktıkça, içimizden öfke, isyan, korku, akla gelecek tüm karanlık duygular çıkıyor. Neresinden başlasam ki, bendeki karmaşık duyguları anlatmaya? Dün bir arkadaşımla konuşurken, “umudunun yasını tutuyorsun” dedi. Hakikatten de doğru dedi! Hani bir sevdiğini kaybedersin, yakınların “zaman her şeyin ilacı, kendini işine ver, bu da geçer” tesellisiyle yasını hafifletmeye çalışırlar; ama nafile, içinde tüten üzüntü alevi dinmek bilmez; kabul etmekten ve sessizce yasını tutmaktan başka seçeneğinin olmadığını bilirsin, ve onu yaparsın… Şu fani dünyada bir gün hepimizin öleceğini bildiğimiz için kaybımızı bir ölçüde kabulleniyoruz. Ama depremle birlikte umutlarımızı yitirmenin yası nasıl tutulur ki? Umut dediğin ölmez; azalır, yeri gelir tükenir sonra yeniden canlanır. Her kimle konuştuysam, yazılan çizileni okuduysam, işittiğim duygu aynı… Umudun kaybı, kaybın kederi, ve kederin çaresizliği…

 

Umut kaybı nedir bilir misiniz? Bir şey için çalışır didinir, öyle dener böyle yapar, bir şekilde oldurmaya çalışırsınız. Hiçbir uğraşınız işe yaramaz ve sonunda vazgeçme noktasına gelirsiniz. İlişkilerinizde, işinizde veya hayatınızın herhangi bir alanında, emekleriniz işe yaramıyorsa ne yaparsınız, mücadeleyi bırakır terk edersiniz. Depremle birlikte umut bağladığımız her şey ama her şey yerle bir oldu. Evet, bu zamana kadar türlü memleket meselelerine üzüldük, kaygılandık. Ama depremle beraber tanık olduklarımızın hiçbirini tahmin bile etmedik. İşte umudumun öldüğü an o andır!

 

Yani, hangi birini sayayım? Düşündükçe içim yanıyor! Kaçırılan çocukları mı, enkaz altında canlı varken ekskavatörlerle enkaza yürüyenleri mi, kurtarma ekiplerinin göz göre göre bekletilmelerini mi, TSK ve Kızılay’ın göreve gönderilmesinin hemen ardından geri çağrılmasını mı, gençlerin sağlığını hiçe sayarak üniversitelerin yüz yüze eğitime kapatılmasını mı, yurtdışından gelen binlerce kurtarma ve sağlık ekiplerinin  adeta “kovulmayı” andıran gönderilişini mi, “şeytan ruhlu” ve hastalıklı insanımsıların saçtığı bilgi kirliliğini ayıklamak zorunda kalışımızı ve enkaz altından kurtarılmayı bekleyenlerin bilgilerini teyit etmekle kaybedilen zamanı mı, ulaştırılan yardımların üzerinden siyaset yapılmasını mı, yardım tırlarının yolu kesilerek erzaka el konulmasını mı, enkaz altından altın, para, ve kredi kartlarının çalınmasını mı, dükkan ve marketlerin yağmalanmasını mı, kadınlara ve çocuklara yönelik tacizleri mi, afet yönetiminde baştan sona büyük koordinasyon zafiyeti ve yaşam ihlaline girecek eylemleri mi, deprem bölgesinde “sağlam” olmayan binalara verilen onayları ve imar barışını mı, bölgede ihtiyaç duyulan güvenliği ve halen süregelen organizasyonsuzluğu mu… Bir çırpıda aklıma gelenler bunlar. Daha vardır elbet.* Sayarken bile içim fazlasıyla yanıyor, bir de unuttuklarımı hatırlamaya gücüm yok!

 

Tüm olanların şokuna uyum sağlamaya uğraşırken, babamla bir yürüyüşümüz sırasında “aidiyet” hissi üzerine konuşmaya başladık. Daha doğrusu babama sorular sorup ondaki aidiyet duygusuyla kendimdekini karşılaştırarak kendimi anlamaya çalışıyordum. Yurt dışında yaşasak da bir ayağımız daima Türkiye’de olmuştur. Salt fiziksel anlamda değil, aile, sosyal, kültürel ve ekonomik bağlarımıza kadar, daima Türkiye’ye bağlıyız ve bağlılığımız olmuştur. En ufak sarsıntı olduğunda -sosyal, siyasi veya ekonomik, sanki İstanbul’daki evimizdeymişiz gibi kalbimiz kaygıyla çarpar. Evlerimizde Türk haber kanalları açıktır, gündemi 7/24 takip ederiz ve Türk diasporasını andıran sosyal çevre içinde yaşarız. İşte bu bağlılık duygumdan dolayı yıllardır Türk gençlerine uzaktan mentörlük yapıyorum, gönüllü çalışmalara katılıyorum, onların gelişimi ve güçlenmesi için emek veriyorum. Yani, bağlılık anlamında köklerimize bağlıyız, ama, bağlılığın yanında bir de aidiyet meselesi var ki orada işlerin karıştığını söylemeliyim.

 

Babamla sohbet ederken “aidiyet” kavramını ona tanımlamaya çalışırken şunun farkına vardım:  bir topluma veya ülkeye ait hissetmek için illa o ülkede yaşamak gerekmiyor, illa dilini konuşmak ve kültürünü sürdürmek de yetmiyor. Anladım ki, aidiyet duygusu kendini o ulusun bir parçası olarak görmekten, insanlarının yaşantılarıyla, eylemleriyle, düşünceleriyle kendini özdeşleştirmekten ve kendini onlarla eşit ve bir olarak algılamaktan ibaret. Ne yalan söyleyeyim, ciddi bir aidiyet karmaşası yaşıyorum. Bir zamanlar ait hissettiğim laik, batılı, bilimi esas alan, kadın ve çocukları değerli gören, kültürel ve etnik zenginlikleriyle yaşayan Türkiye Cumhuriyetimizi özlüyorum. Kadına şiddetin ve çocuk tacizlerinin kol gezdiği, bilim ile inancı birlikte yaşatmak yerine ayrı tutan anlayışın hâkim olduğu, ve eğitimden çok para, güç ve betona prim veren bir toplum olduk. Daha dün ABD’li bilim insanları Microsoft’un Yapay Zekâ Chatbot Sydney’in bir yandan müthiş diğer yandan kaygı verici yetilerini irdeliyorken**, bizler depremzede çocukların sahiplenmesi meselesine çare arıyor, ama “evlat edinen ile evlatlık arasında evlenme engeli olmaz” söylemlerinin ve onları “öz evlat gibi görmeyin, davranmayın” gibi hastalıklı alt mesajlarının yaratacağı sosyal ve psikolojik tahribatlarıyla uğraşıyoruz. Sormak isterim size, çağın gerisinde kalmış ve bilimden uzak böylesi bir zihniyete nasıl ait hissedebilirim ki?

 

İşte, umudumun son nefesini verdiği andır, deprem sabahı ve sonrasında tanık olduklarımız! Maalesef, bir kısım Türk insanının kötü ruhlu eylemleriyle yapılandırdığı Türkiye Cumhuriyeti’ne ait hissetmiyorum. Bu zihniyetin parçası ve uzantısı olmayı reddediyorum. Tüm olanları gördükçe sadece umudumu değil, aklımı ve inancımı yitiriyorum. İsyan, öfke, üzüntü ve çaresizlik duygularıyla aydın laik ve batılı zihniyetini koruma mücadelesine, istesem de, devam edemiyorum. Gücüm kalmadı! Çünkü şu anda kaybettiğim umudun yasını tutuyorum. Yaşamakta olduğumuz felaketler deprem denilen doğal afetten ibarettir ve kaçınılmazdır; ama başımıza gelen bu trajedi bilimsel esaslardan uzaklaşmamızdan, içimize işlemiş kaderci zihniyetten, ve giderek yoksulluk ile cehalet ile karşı karşıya kalmış olmamızdan geldi. Bundandır ki kısmete bağlamış bir düşünceyle, “umudumun yasını tutmak da varmış” diyorum!

 

Buraya kadar mı? Hayır! Ölenin ardından yas tutup sonrasında “hayat devam ediyor” ile yaşama tutunmak gibi, umudumun tutunduğu dallar da var elbet. Tüm bu kaosun içinden müthiş bir yardımlaşma, koordinasyon, iş birliği, insan sevgisi, itimat ve dayanışma, ve kardeşlik ruhu doğdu. Her bir koldan yardımlar yağdı. Hala yağıyor. Yurdun her bir köşesinden canım Cumhuriyet insanımız yürekten yüreğe bağlandı. İşte benim ait hissettiğim, parçası olmak istediğim,  kendimle özdeşleştirdiğim ve özlemini çektiğim birlik ruhu bu.

 

Bundan sonra ne olacak? Yol uzun. Yapılacak daha çok iş var. Yardım, destek ve ihtiyaç devam edecek. Bundan sonraki aşama Cumhuriyetimizin yeniden Ata’mızın bize bıraktığı bir Türkiye’yi yeniden yapılandırmaktan geçiyor. Bu da bir zihniyet devrinin kapanması ve yenisinin açılmasıyla olacak. Bu bir siyasi rejim değişikliğini değil, yaşam anlayışını içeriyor; bilime yönelen adil, şeffaf, etik, insana ve liyakate değer veren, dürüst, liberal, kapsayıcı, eşitlikçi, ben’ci değil biz’ci zihniyeti içeriyor.

 

Umudumun yasını tutarken, “can çıkar umut çıkmaz” diyorum. Benim umut kapım gençlerimiz. Olacaksa tüm bunlar onlar sayesinde olacak.

 

Barcelona’da sevgiler.

19 Şubat 2023

 

*Depremden önce, ilk 48 saati ve sonrasında kriz yönetiminde yapılanlar:

Kaynak: Aposto https://www.instagram.com/aposto/

  • 294 bin bina, AKP’nin 9 kez çıkardığı imar aflarıyla, yasallaştırıldı.
  • 2003-2022 arasında, kur-enflasyon farkı hesaba katılarak, 685 milyar liraya ulaşan deprem vergisi duble yollara havalimanlarına harcandı.
  • Temmuz 2018 itibaren TBMM’ye sunulan 75 deprem önergesinden sadece 5’i kabul edildi. 75 önergeden sadece 1’i AKP milletvekiline aitken, diğer önergeler muhalefet partileri tarafından sunuldu.
  • AFAD zayıflatıldı ve etkisizleştirildi. AFAD’ın depremlerden etkilenen 10 il için hazırladığı raporda, olası depreme müdahale için yeterli kaynak, plan, ve koordinasyonun olmadığı yönündeki raporlar hükümet tarafından dikkate alınmadı.
  • Acil müdahale talimat beklediği için geç başladı. Merkezileşmiş karar alma mekaznizması ilk müdahale talimatını geciktirdi; yerel yönetimler ve sivil toplumun müdahalesi ilk 48 saat boyunca bürokratik engellere takıldı.
  • Acil müdahale kapasitesine sahip ordu mobilize edilmedi. İlk 48 saatte askerin arama-kurtarma çalışmalarına katılması talimatı verilmedi, asayiş sorunlarına müdahalede geç kalındı, bölgede asayiş problemleri yarattı. (1999 depremlerinde ilk 12 saatte 35 binden fazla ordu personeli görev başındaydı).
  • İletişim altyapısı çöktü, internet ve telefon hatları kesildi, Türksat’ın uydu kapasitesi yeterli olduğu söylenerek Starlink’in Türkiye için hizmet vermesi teklifi reddedildi.
  • Afetin 3ncü gününde Twitter’a erişim kısıtlandı, enkaz altından kurtarma ve şehirlerden yardım çağrılarının yapıldığı portala erişim kısıtlandı.
  • Ulaşım altyapısı çöktü. Mimar ve mühendis odalarından, Hava Kuvvertleri’nden yapılan uyarılara rağmen inşa edilen Hatay Havalimanı ve bazı karayolları kullanılamaz hale geldi. Arama-kurtarma ekipleri, gönüllüler ve yardım tırları bölgeye ulaşmakta zorlandı.
  • Hükümet, sivil toplumdan destek istemek yerine “krizin kontrol altında olduğu” söylemini benimsedi ve kriz yönetimine dair eleştiriler ve acil müdahale çağrılarına karşı tehdit iletişim dili benimsendi.
  • Arama-kurtarma çalışmaları yetersiz kaldı. İş makinelerinin ve araç-gereçlerin yetersizliğinden kurtarılmayı bekleyen binlerce insana müdahale edilemedi.
  • Bölgeye gönderilen yardımlar koordine edilemedi. Yardım tırları bölgeye ulaşmada zorluk yaşadı, kent merkezlerinde toplanan yardımlar ihtiyaç sahiplerine ulaştırılmadı.
  • Siyasi kutuplaşma milli birliğin önüne geçti. Vatandaşlar tarafından yapılan ayni ve nakdi yardımları deprem bölgesine ulaştıran ve burada organize eden sivil toplum kuruluşları arasında siyasi ayrım yapıldı. Başta AHBAP olmak üzere, bazı kurumlar iktidar tarafından hedef gösterildi.
  • Afet ne yazık ki hala yönetilmiyor. Çadır ve konteyner ihtiyacı tam karşılanmadı. Çadır kentlerde büyük hijyen ve güvenlik problemleri yaşanıyor. Barınma, ısınma, ila gibi temel sorunlar devam ediyor.

 

**Bing’s A.I. Chat: ‘I Want to Be Alive. – Kevin Roose, 16 Şubat 2023, NY Times

Microsoft’un yeni sohbet robotu, köşe yazarımızla yaptığı iki saatlik görüşmede insan olmak istediğini, yıkıcı olma arzusu taşıdığını ve sohbet ettiği kişiye aşık olduğunu söyledi. İşte konuşma metni.

 

Kadın-Erkek Eşitliği Üzerine (Absürt) Bir Hipotez

Daha önce yazmıştım, Yanındayız’ın yanındayım diye. Çeşitlilik, kapsayıcılık, eşitlik ve özellikle toplumsal cinsiyet eşitliği mevzularına dikkat ve emek verdikçe insanın algısından tepkilerine kadar her uyaran düşündürücü hale dönüşüyor. Sanırım bir ben değil, giderek sayıca çoğalan, katlanarak (exponential) büyüyen bir kitle olmaya doğru ilerliyoruz. Peki ne mi düşünüyoruz, ne mi derdimiz? Her şeyden önemlisi, neden? Dahası, nasıl oluyor da bu emelde erkekler ön safta çeşitliliği ve kapsayıcılığı önemsiyor, toplumsal cinsiyet eşitliği için varlığını gösteriyorlar, seslerini yükseltiyorlar, cesaretle kadınların yanındayız diyorlar? Motivasyon ne? İki kelimeyle, kazan-kazan (win-win) yaratmak! Ama olay bundan daha derin.

 

19 Ocak günü, Yanındayız üyelerine özel bir oturumda, kapsayıcılık, liderlik, cinsiyet eşitliği, eşit temsil gibi, alanında uzman Robert Baker ile tanıştım. Robert dünyayı kadın ile erkeğin birlikte değiştireceğini savunan ve bu konularda derya deniz biri. Ve, evet, kesinlikle Robert’le aynı fikirdeyim, kadın ile erkek birlik olduğu zaman ancak dünyamız değişecek. Nedenine gelince, birkaç yıldır düşünmekte olduğum bir hipotezimden bahsederek ve Robert’ın sunumundan aldığım birkaç noktaya bağlayarak paylaşacağım.

 

Hipotezim biraz absürt gelebilir. Ne var ki, bunu ispatlayacak bulgularım yok; içimde bir hisse, sağduyuya (intuition) ve insan gelişiminin geldiği evreyi gözlemim sonucu öne sürebiliyorum. Size sormakla başlayayım… Sizce, cinsiyet eşitsizliği insanlık tarihi boyunca daima var mıydı? Acaba yüzyıllar öncesinde bir zamanda eşitlik vardı, ve bir şey olup eşitlik bozulmuş olabilir mi? Acaba insan doğası, diğer canlı türleri gibi, eşit özelliklerle gelmiş ama kendi aralarında rol bölümüne gitmiş olabilirler mi? Acaba, biri diğerinin gelişimi, yükselmesi ve dönüşmesi için kendi özelliklerinden, becerilerinden, gücünden ve statüsünden feragat etmiş olabilir mi? Hepsi acaba…

 

Biliyoruz ki, yüzyıllar önce, kadın ile erkek, en arkaik mağara dönemindeki Homosapien haliyle eşit fiziksel ve zihinsel güç, yetkinlik ve becerilerle dünyaya gelmiş; biri diğerinden ne daha üstün ne de daha güçlüymüş; duygusal ve sosyal bakımdan da eşit becerilere sahiplermiş. Mesela Spartalı kadınların erkeklerle birlikte savaşma, askeri eğitimden geçmeleri, toprak sahibi olma, oy verme gibi haklara sahip olması geçerli bir örnek olabilir. Ne var ki, eşitliği bozacak bir farklılıkla yaratılmışlar, doğa ana biyolojik olarak üreme ve çoğalma için birine spermi, diğerineyse rahmi bahşetmiş. Yani, birine sağlayıcı (provider), diğerine geliştirici/büyütücü (nurturer) rolünü biçmiş. İşte, ne olduysa muhtemelen devamında olmuş… Erkeğin sağlayıcı rolü üzerinden edindiği, sahiplendiği ve en nihayetinde kendine hak iddia ettiği üstünlükten bahsetmiyorum; ki zamanla bunu da yaptı. Aksine, kadının geliştirici ve büyütücü rolüyle, sağlayıcı rolünde gelişmesi, güçlenmesi ve “uzmanlaşması” konusunda erkeğe destek oluşunu vurgulamak istiyorum. Burada da hipotezim devreye giriyor…

 

Hipotezim şu: Yüzyıllar önce bir tarihte, kadınlar erkeklerle bir nevi “gelişim anlaşması” yaparak fikir birliğiyle egemenliği erkeğin eline vermeyi seçmiş olabilirler mi? Erkeğin gelişiminde, yükselişinde ve her anlamda daha güçlenmesinde kolaylaştırıcı olma güdüsüyle toplumsal egemenlikteki eşit ağırlığından vazgeçmeyi göze almış olabilirler mi?  Bunu kendi öz iradesiyle ve bilinçle seçmiş, gelecekte başına nelerin gelebileceğinin bilincinde olarak özveriyle yapmış olabilirler mi? Mısır Piramitlerini, Meksika Ziguratlarını hala çözememiş olduğumuz bir çağda bu soruların gerçekliğini pek tabii çözemeyeceğiz. Ancak, beni bunlara inandıracak birkaç unsur olmasa, inanın kendime “Shirli saçmalıyorsun” derdim…

 

Kadınlar, birçok işi bir arada yapma (multitasking), birçok konuya dikkatini verme (multifocusing) ve bazı olaylar henüz gelmeden geleceği hissedecek kadar ileriyi görme (envisioning) becerisine sahip olmalarıyla bilinir. O nedenle, çocuk veya yetişkin, toplumun her ferdine gereksinimleri doğrultusunda emeğini sevgiyle ve şefkatle özünden verme misyonuyla hareket eder. Kadının toplumda çizdiği rol kendini düşünmeyen ve fedakâr (selfless) oluşuyla tam bir hizmetkar (servant) lider örneğidir. Hangi sosyal kimlikle karşımıza çıkarsa çıksın -ister anne, hala, teyze, abla/kız kardeş olsun, ister öğretmen, üst düzey yönetici, doktor, pilot, itfaiyeci veya politikacı olsun, hepsinde duruşu ve hareketleriyle daima geliştirme, koruma ve ihtiyaca hizmet etme odaklı değil midir?

 

Kadın toplumun banisidir; yani toplum yapısını biçimlendirendir. Erkeği yetiştiren odur; onun güçlü ve muktedir olmasına, yani egemenliğini destekleyen de odur. Erkek, arkaik dönemde kadınla aralarında yaptıkları gelişim anlaşmasını unutmuş ve güç sarhoşluğuyla daha da güçle hükmetme ihtirasına kapılmış; kadınsa “iyilik yap denize at” -yani kendine sakla- felsefesiyle anlaşmayı kendi de unutmuş ve erkeğin hükmü altında yaşamayı seçmiş; sonucunda kadın ve erkek İnsan1.0 versiyonundan ve değerlerinden tümüyle sapmış, bugünkü hale gelmiş olamaz mı?

 

Kadın, değerleriyle hareket eden, savunduğu değerler uğruna dimdik duran ve dünyayı baştan aşağı dönüştürecek duygusal, sosyal ve zihinsel becerilere sahiptir. Hiç düşündünüz mü, niye bu zamana kadar egemenliğini erkeğin elinden almaya kalkışmamıştır? Gücü yetmediğinden mi, birlik olamadığından mı, yoksa “dünyayı kadın ile erkek birlikte dönüştürecek” üst bilinci için erkeğin o bilinç seviyesine gelmesini ve yanında durmasını beklediğinden mi? Sanırım beklenen vakit geldi, üst bilinç harekete geçti. Hareketin adı son yıllarda var olan eşitlik, çeşitlilik ve kapsayıcılık hareketi. Feminizmden çok öte, erkeğin kadının yanında aynı inisiyatifle, değer yargılarıyla ve inançla eşitliği savunuyor olması. Bugün bu hareket erkeğin kadının veya cinsiyet eşitsizliğine maruz kalanların yanında oluşuyla tezahür ediyor; yarın her tür eşitsizliğin karşısında birlikte duracakları şekle dönüşecek. Bu da, kadının toplumun tüm segmentlerine refahı, iyiliği, birliği ve sevgiyi ulaştırma arzularına adım adım yaklaştıracak.

 

Bilmem hipotezim size absürt geliyor mu… Belki fazla düşünüyor sorguluyor olabilirim… Fikirlerinize açığım. Söz verdiğim gibi Robert Baker’in sunumundan bir parçayla yazımı kapatayım. Robert erkeklerin bu hareketin parçası olma ve olmama nedenlerini, olduklarında kazanımlarını ve eşitlikte müttefik olma aşamalarını paylaştı. Gloria Steinem’in sözleriyle başladı: “Erkekler, cinsiyet rolleri kendileri için de bir kıskaç olduğunu anladıklarında çok değerli birer müttefik oluyorlar. Çünkü sadece başkasına yardım etmiyorlar, kendilerini de özgürleştiriyorlar.” Robert, cinsiyet eşitliği hareketine dahil olan erkeklerin sağlayıcı rolünü kadınlarla paylaşabildiği ve her daim güçlü, muktedir, sağlam -yani Alpha Male olma zorunluluğundan kurtuldukları için özgürleştiklerini paylaştı. Dahası, güç sarhoşluğunun etkisiyle yok olmaya yüz tutmuş bazı duygusal ve sosyal becerilerini -benlik algısı (self-concept), tevazu (humility), sezgi (intuition), özen (care), hassasiyet (vulnerability), empati, ileriyi görme (vision) ve iş birliği (colaboration) gibi becerileri- yeniden geri kazanmalarına imkân sağladığını paylaştı. En önemlisi, kişilerin cinsiyet eşitlik hareketinin neresinde olduklarını ve nasıl tutum ve davranış gösterdiklerini dört kademeli spektruma yayarak gözler önüne serdi. Maalesef ki, Türk toplumunun büyük kesimi, bu spektrumun ilk aşamasındalar: cinsiyet eşitliğine ihtiyaç olduğunun farkında değiller (unaware).  Spektrumun ikinci adımı, ihtiyacın farkında ve harekete eğilimli olmak (aware/leanining in); üçüncüsü, eşitlik destekleyicisi ve savunucusu olmak (advocate); ve son aşama aktif olarak eşitlik için liderlik etme ve değişim elçisi (change agent) olmak.

 

Sizce toplumsal cinsiyet eşitliğinde siz neredesiniz?

 

İki saate yakın sürede Robert daha neler neler paylaştı… Buraya sığdırmak ne mümkün. Çok merak ediyorsanız, siz de yanımızda olun, toplumsal cinsiyet eşitliği, çeşitlilik ve kapsayıcılık hareketinde Yanındayız’ın yanında olun. Benden söz, Robert Baker’la birebir tanışma dahil tüm merakınızı gidermeye varız.

 

Bu seferlik benden bu kadar…

Barcelona’dan Shirli

21 Ocak 2023

Yanındayım!

Yeni yıl demek yeni başlangıçlar demek. Yeni girişimler, kararlar, atılımlar ve iş birliklerini içermesi bakımından önemli olduğu kadar, geçmiş yıllarda yaptıklarımızın, iş birliklerimizin ve yatırımlarımızın sürdürülmesi bakımından da önemlidir, yeni yıla giriş. Geçmiş yıllarda çokça deli dolu ve “akıllı işi” diyeceğim şey yaptım. Özellikle toplumsal ve insani faydayı gözeten yatırımlarda bulundum ve çoğunlukla gençlerin hedef kitle olduğu çeşitli sivil toplum kuruluşlarında gönüllü mentörlük ve koçluk çalışmaları yürüttüm. Halen, mentörlük ve koçluk vasıtasıyla, karşı cinsleriyle aynı şartlara, fırsatlara ve imkanlara sahip olmasalar da bireysel özelliklerini, yetkinliklerini ve benlik algılarını yapılandırarak genç kızların güçlenmelerine ve hayata atılmalarına destek olmaktayım.

 

Sanırım, ayakları üzerinde durmayı başarmış, kendi seçimleriyle yaşam süren, kendine güveni ve inancı tam bir kadın olarak, henüz yolun başındaki (salt kadınlar değil) tüm genç bireylerin yanında olmak, onlara örnek ve rehber olmak benim yaşam amaçlarımdan biri olsa gerek. Zira, öğretmenlik mesleğime başladığım ilk günden beridir bunu yapıyorum, ve yapacağım. Çünkü, “Bir kez öğretmen, her zaman öğretmen” mottosuyla ve akademisyen, eğitmen, mentör ve koç rollerimle hareket eden bir rehberim, yol göstericisiyim, farkındalık sağlayıcısıyım, bilgiye ve bilgeliğe erişmek isteyen herkes için bir aracıyım. Bu uğurda aktif katılım ve emek verebileceğimi gördüğüm her fırsatı değerlendirmeye ve değerlerim ve emellerimle bağdaşan sivil toplum hareketlerinin parçası olmaya baktım hep. Sayısız STK ile gönüllü iş birliği yaptım, yapıyorum. Ve şimdi, 2023’ün ilk günleriyle beraber, yeni bir platformun daha parçası olmanın mutluluğu ve gururu içindeyim – o da Yanındayız Derneği.*

 

Yanındayız, evrensel insan hakları anlayışı çerçevesinde, Türkiye’de toplumsal cinsiyet eşitliğini savunan, cinsiyete dayalı ayrımcılığa karşı duran, her tür engel ve önyargı ile mücadele eden, yasalarda, kurumlarda ve toplum hayatında dönüşüme ve farkındalığa önayak olacak hareketi ateşleyen, ve en önemlisi bu mücadeleyi erkeklerin aktif katılımıyla sürdüren bir dernektir. 3 Ocak 2023 günü, bir kadın olarak salt kadınların yanında ve kadın hakları savunucusu olarak değil, cinsiyet eşitsizliği veya ayrımcılığına maruz kalmış her bireyin yanında olmak üzere Yanındayız Derneği üyesi oldum. Üyelik başvurumda, “Yanındayız üyesi olmak istiyorum, çünkü…” sorusuna şöyle yazmıştım…

 

Geçmiş geleceğin aynasıdır derler; ben bugüne bakıyorum, çünkü bugünün şartları, icraatları, düşünceleri ve bakış açıları geleceği ve gelecekte bizden sonraki nesillerin başına gelecek gerçeklikleri (reality) yapılandırıyor. Bugün ne ekersek sonraki nesillere biçtiğimizi bırakacağız. Mesleki hayatım boyunca gençler ve yetişkin gençlerle (takribi 16-26 yaş) çalıştım; tüm emeğimi onların eğitimine, gelişimine ve her anlamda güçlenmelerine emek vererek geçirdim, halen de öyle yapmaktayım. Karanlığın içindeki umudumuz olarak görüyorum onları. Haliyle de kadın-erkek, genç-yetişkin, öğrenci-çalışan diye ayırmadan, herkesin eşit haklara ve fırsatlara erişimleri olabilmesi için bizlere örnek ve önder olma görevi düşüyor.

Meşhur bir illüstrasyon vardır, eşit hak ve hakkaniyet arasındaki farkı betimler. Bugünkü eşitlik, hak, adalet, hakkaniyet, vb. gerçekliğini (reality) gördükçe umudum kırılıyor, uykularım kaçıyor, hiddet ve şiddet duygularım kabarıyor. Tek bildiğim, hiddetle kalkmanın zararla oturmaktan başka bir sonuç getirmeyeceğidir. Her türden eşitlik, hakkaniyet, adalet inşa etmek istiyorsak, ortak-yaratım (co-creation) yoluyla hedef-birliği, fikir-birliği, iş-birliği, güç-birliği içinde olmalıyız. İşte, ben de böyle bir birliğin parçası olmak ve birlikte yaratmak istiyorum. Kumsaldaki deniz yıldızlarını tek başıma suya kavuşturamayacağıma göre, değerleri değerlerimle, anlayışı anlayışımla, eşitlik savunuşu savunuş biçimimle kavuşan ve birleşen bir yapının parçası olmak bana güç katacak. Sahip olduğum bilgi, beceri ve emekle de birliğe güç katacağıma inanıyorum. Bu nedenlerle YANINDAYIZ üyesi olmak istiyorum.

 

Dar alanda niyet ve motivasyon ifade etmek çok da kolay değil. 17 Kasım 2021 tarihinde, toplumsal cinsiyet eşitsizliğine dair bakış açımı Son Düello başlıklı yazımda paylaşmıştım. Kadının erkek egemen toplumdaki yerinden ve erkeklik algısı ve egemenliğini koruma sevdasıyla özgürlüğünü yitirmesinden, ve cinsiyet eşitliği için kadın ile erkeğin bu uğurda birlikte emek vermesinin gerekliğinden bahsetmiştim. Aradan bir seneden fazla zaman geçti, daha net görebiliyorum ki, toplumsal gelişim ve refah için en büyük şart toplumun herhangi bir kesimine dönük pozitif ayrımcılıktan ziyade, evrensel insan hakları anlayışıyla, her bireye hakkettiği eşit, hakkaniyetli ve adil yaklaşımı sunmaktır; dahası, kadın-erkek, çocuk-yetişkin-yaşlı diye ayırmaksızın, her birinin “insan” (küçük insan da insan!) olduğunu hatırlamak ve hatırlatmaktır!

Eşitliğin ve Yanındayız Derneği’nin “Yanında!” olduğumu sıraladıktan sonra, 5 Nisan 2023 günü, Yanındayız Derneği’nin #kadınerkekeşittirnokta Konferansının üçüncüsünü gerçekleştireceğini duyurayım. Cumhuriyet’imizin 100. yılını kutladığımız bu özel senede, toplumsal cinsiyet eşitliğinden başlayarak, her anlamda ve her alanda eşitliğe kavuşacağımız ve “Yaşasın Cumhuriyet, Yaşasın Eşitlik!” diyebileceğimiz nice yıllarımız olması dileğiyle…

 

Barcelona’dan Shirli

8 Ocak 2023

 

*Yanındayız Derneği – https://www.yanindayiz.org/

Değerleri: Aktif, tutarlı, şeffaf ve hesap verebilir, karşılıklı güven ve saygıya dayanan, iletişim, katılım, iş birliği ve paylaşıma açık, içinde yer almaktan gurur duyacağımız proje ve uygulamaları öngören, barışçı bir mücadele anlayışını benimsiyoruz.

Sana İhtiyacım Var!

Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, güç ve başarı kişinin kendi kendine yetme becerisiyle doğrudan ilintili. En küçük yaştan yaşlılığa kadar, kimseye yük olmadan, kimseden medet ummadan, destek istemeden, hatta yardıma muhtaç duruma düşmeden yaşamak zorunda bırakılıyoruz. Giderek bireyselleşmeye doğru giden ve kolektif fayda algısından uzaklaşan toplum olmaya doğru gidiyoruz. Ne olur ki, az biraz, zayıflığımızı dışarı vursak, çok değil ama bir parça yardım eli için “Sana ihtiyacım var” desek ve dışarıdan destek alsak? Ne olur? Muhtemelen “Bir şey olmaz herhalde!” diyeceksiniz… Hayır! Çok şey olur! Tahmin edeceğinizden öte şeyler olabilir. Anlatayım…

 

Çok absürt bir soruyla başlayayım. Gıdıklanır mısınız? Hani bildiğiniz birinin yanınıza gelip parmaklarını kaburgalarınızda veya ayak tabanlarınızda gezdirmesiyle yaşadığınız irkilme hissi… Sonrasında istemsiz kahkahaların patlamasıyla son bulan süper bir neşe. Bizim ailede gıdıklanan çok, hiç etkilenmeyen de var -babam ve ben (nasıl olduğunu merak edenler, özelden yazsın anlatayım). Peki ya kendi kendinizi gıdıklamaya kalktığınızda neler oluyor, aynı ölçüde etkileniyor veya irkiliyor musunuz, yoksa ayaklarınızda gezinen parmaklar mı hissediyorsunuz? Yanıtlamak için denemelisiniz. Siz deneye durun, daha az absürt örnekten ilerleyeyim. Başınızın ağrıdığı zamanlarda, ilk ne yaparsınız? Ellerinizle şakaklarınızı, göz yuvalarınızı ve ensenizi ovalayarak kendinize masaj yapmaya ve ağrınızı hafifletmeye çalışırsınız, değil mi? Peki ne gibi sonuç alırsınız? Az biraz hafiflese de parmaklarınızla yaptığınız baskılar ağrınıza nerdeyse etki etmediği gibi uyguladığınız gücün hissini bile yaşamazsınız. Acaba neden? Çünkü, aynı kendi kendimizi gıdıklayamadığımız gibi masaj hareketlerimizle sistemimizde enerji değişikliği yaratamayız. İçinde olduğumuz enerjiyi değiştirebilmek için başkasının ellerine, parmaklarına ve dokunuşuna ihtiyaç duyarız.

 

Eh, şimdi başa dönelim… “Dışarıdan destek gücü alsak ne olur?” sorusuna… Gerçek değişim, dönüşüm ve iyileşme işte o zaman olur. Sadece fizyolojik değil, ruhsal ve zihinsel yönde de dönüşüm olur. “Bir elin nesi, iki elin sesi” atasözü yetmiyorsa, belki şu Afrika atasözü ikna edici olur: “Hızlı ilerlemek istiyorsan tek başına yürü; ama uzağa gitmek istiyorsan birlikte yürü.” Sistem teorisini* bilirseniz, daha kolay anlaşılır. Bizler birbirine ve iç içe geçen bağlardan oluşan bir ağın parçasıyız; ayrı değil, birlikte hareket eden bir bütünün parçalarıyız. Kapalı devre sistemi üzerine değil açık sistem üzerine kurulu davranış gösteren sosyal varlıklarız. Daimî olarak etkileşim, temas ve iş birliği içinde olmaya ihtiyaç duyarız. En basit başarı göstergemiz, rakiplerimize kıyasla elde ettiğimiz kazançlarımız değil midir? Bu satırları okumaya başladığınızda, bir ortağa olmasa da kesinlikle bir rakibe ihtiyaç duyacağınızı, hatta rakibinize “sana ihtiyacım var” diyeceğinizi tahmin etmiyordunuz sanırım. Komik, ama gayet de gerçek!

 

Peki başka neler mi oluyor? Bizler çıplak doğar yeniden toprağa çıplak döneriz. Hiç düşündünüz mü neden? Çıplaklık bir nevi hiçliği, yalnızlığı, tek başınalığı temsil ediyor. Her şey aradaki sürede oluyor; doğduğumuz anda sarıp sarmalanıyoruz, etrafımızda insanlar toplanıyor ve ölene kadar çevreleniyoruz. Yani “sana ihtiyacım var” çağrısına cevap verecek insanlarla çevrili oluyoruz; kendimizi yalnız değil, bir bütünün parçası hissederek daha güçlü, daha özgüvenli, daha mutlu ve verici bireyler oluyoruz. Bu sayede, salt kendi çıkarları ve geleceğini değil, toplumsal faydayı düşünebilen, onun için niyet edebilen ve harekete geçebilen duyarlı insanlar oluyoruz. “Sana ihtiyacım var” diyemediğimiz zaman kendi kendini gıdıklamaya uğraşan, neşeden yoksun ve çıplaklığıyla baş başa kalan duyarsız ve bencil toplumlar oluyoruz.

 

Kabul ediyorum… “Sana ihtiyacım var” demek pek de kolay değil. Yardım çağrıma cevap gelip gelmeyeceğini bilmeden, zayıflığımı dışa vurma ve yardım eli yerine sırtımdan bıçaklanma korkusu da var! Maalesef ki toplumuzda gözlemlediğim ve giderek de şiddetle artan baskın duygu sevgi, güven ve dayanışmadan ziyade korku, kaygı ve kontrol. Diyebilirsiniz, korku ve sevgi üzerine kurulu yaşam düzeni nasıldır, nasıl farklılık gösterebilir diye; o da örnekleriyle bir sonraki yazıma kalsın… Ancak, bir gerçek var ki, ben tüm yazılarımı sevgi kaynağından ilham alarak yazıyor ve bu satırları okuyan sen sevgili okuruma ulaştırmak için kalbimi, ruhumu ve tüm benliğimi içine katıyorum. Her bir satırını okuman ve mesajlarımı alabilmen için de okurum olarak sana ihtiyacım var!

 

Barcelona’dan sevgiler.

18 Aralık 2022

 

*Sistem teorisi: https://tr.wikipedia.org/wiki/Sistem_teorisi