Her Şeyin Anası Kadın

Kadınlar erkeklerle eşit oldukları konusunda aptalca bir mücadele sergiliyorlar…” Bu sözler William Gerald Golding’e ait. Toplumsal cinsiyet eşitliği (TCE) savunucularını kızdıracağından eminim. Fakat, tek başına alır ve Golding’in devamında söylediklerini dikkate almazsak eğer, TCE savunucuları -ve bendeniz- hiddetlenmekte haklıdır derim. Zira, bugün, bu anlayışta olup, kadını kenara iten, toplumda yerini ve alanını gasp eden, ve hakları üzerinde hak iddia eden bir topluluk mevcut. Bu hastalıklı topluluk, ne yazık ki pek de azımsanmayacak bir çoğunlukta.

 

Birleşmiş Milletler Gelişim Programı (UNDP) araştırmaları kapsamında 2023 Toplumsal Cinsiyet Normları Index* sonuçlarını incelersen ne demek istediğimi çok iyi anlayacaksın. 91 ülkede kadın ile erkeğin politik, eğitim, ekonomik, ve fiziksel entegrasyonu temalarında cinsiyet eşitliği algıları ölçülmüş. Örneğin, Türkiye nüfusunun %91,08’i (erkeklerin %93,65’i, kadınların %88,45’i) TCE konusunda yanlı (biased). En üst sıralamada %99,92 ile Tajikistan (erkelerin %100’ü, kadınların %99,83’ü), ardından Pakistan, Katar, Libya, Endonezya gibi ülkeler geliyor. Sıralamanın sonunda %27,39 ile Yeni Zelanda (erkeklerin %32,73’ü, kadınların %23,16’sı), ve sırasıyla İsveç (%27,93), Birleşik Krallık (%29,60), Hollanda (%30,64) yer alıyor. Sence de ilginç değil mi? TCE algısının en az olacağını varsaydığımız Almanya (%37,45), Norveç (%40,93), Finlandiya (%51,63) gibi ülkelerde dahi bu yanlılık mevcut. Yani, diyeceğim şu ki, cinsiyet eşitliği algısı en gelişmiş ülkelerde dahi tümüyle yerleşmiş ve benimsenmiş değil! (Ülkeler arası karşılaştırma yapmak için linki aşağıda bırakıyorum.)

 

Gelelim asıl konuya… Golding’in sözlerinin devamını okuyunca (ki, sana çok tanıdık gelecek), bir TCE savunucusu olmak bir yana, tutkulu bir feminist (hatta profeminist) olacağından eminim. Lâkin, Golding devamında şöyle demiş:

Aslında kadınlar erkeklerden her zaman daha yüce ve büyüktürler.

Kadına her ne verirseniz, kadın onu büyütür ve çoğaltır.

Eğer kadına sperm verirseniz, size çocuk verir.

Eğer ona bir ev verirseniz, size bir yuva verir.

Eğer ona sebze verirseniz, size yemek verir.

Eğer ona gülücük verirseniz, o size kalbini verir.

Kadın her şeyi misliyle çoğaltır ve size verir.

Eğer yanılıp da ona çer çöp verirseniz, karşılığında tonlarca pislik almaya hazır olun.”

 

Golding’in son önerisine karşın, besleyen, büyüten, geliştiren rolü ve misyonuyla yaşayan kadın, bugüne kadar hakkı yenmesine rağmen gördüğü muameleye tonlarca pislikle yanıt vermeyi seçmemiş. Onun yerine TCE savunucusu erkeklerin de desteğini yanına alarak haklarını savunmaya uğraşmış. Ama ne yazık ki çok az yol almış. Neden mi? Erkeklerin hakkından gelemeyeceğinden değil! Bence, anaç rolünden vazgeçmediğinden böyle yapmış. Sahip olduğu güç ve potansiyelini henüz keşfetmemiş ve örgütlenememiş olmasından dolayı TCE savunuculuğunda az yol almış.

 

Asıl kilit nokta şurada: kadın kendi gücünün farkında olmasa da, erkek görmekte, hatta kadının gücü ve potansiyelinden korkmakta. O yüzden kadını baskılamakta ve kısıtlamakta. Erkek kendi özgüvenini, gücünü ve potansiyelini geliştirmek yerine, baskılama ve kısıtlama yoluyla kadını zayıflatmaya, etkisizleştirmeye, ve kendi hakimiyetini kurmaya yeltenmekte. Taliban rejimiyle Afganistan’da gelişen süreç bundan ibaret. Pakistan, Libya, Katar gibi ülkelerden İsveç, Hollanda, Norveç gibi ülkelere kadar, TCE’ne karşı (veya savunucusu) olan toplumları birbirinden ayıran unsur da işte budur. Eşitlik algısı ve yaşayış biçimi, her erkek ve kadının kendine güvenme, eğitim ve beceriye önem verme, ve diğerinin onun varlığını tamamladığı algısını taşıma derecesine bağlı.

 

Birkaç ay önce Facebook’ta biri “Bir kadının erkekten beklediği en önemli şey nedir?” diye sormuş. Hak verirsin, ya da vermezsin, ama benim cevabım şöyleydi: “Kadın kendi olma özgürlüğünü yaşamak ister. Hayatına aldığı erkeğin de bunu verecek kadar kendine güvenen, kendini seven ve kendini sayan erkek olması yeterlidir. Çünkü kendini sever, sayar ve güvenirse, kadını da sever, sayar ve güvenir. Kadın ile erkeğin aradığı doyum ve mutluluk, aslında birbirinde saklıdır.” Çünkü, kadın ile erkek bir elmanın iki yarısı gibidir, ve Golding’in dediği gibi, kadın her şeyin anasıdır.

 

Bardağın dolu tarafına bakmakta fayda var. (Yoksa boş tarafı seni de beni de yakar!) Yani, bu algı ve düşüncenin var olduğunu doğrulayacak örneklerin ve kişilerin olduğunu biliyoruz; onlara odaklanmalı. Bu vesileyle kadınlara atfedilen sürüyle şarkı ve şiir mevcut. Bunlardan biri de Billy Joel ve 1977 yılından kalma She’s Always A Woman** (O Her Zaman Bir Kadın) şarkısı. Seni bu şarkı ve sözleriyle bırakıyorum… Keyifli dinlemeler.

 

İzmir Tırazlı’dan sevgilerimle.

2 Temmuz 2023

*2023 Gender Social Norms Index (GSNI)

https://hdr.undp.org/content/2023-gender-social-norms-index-gsni#/indicies/GSNIn

 

**She’s Always A Woman by Billy Joel (1977)

https://www.youtube.com/watch?v=Cx3QmqV2pHg

She can kill with a smile, she can wound with her eyes
And she can ruin your faith with her casual lies
And she only reveals what she wants you to see
She hides like a child but she’s always a woman to me

She can lead you to love, she can take you or leave you
She can ask for the truth but she’ll never believe you
And she’ll take what you give her as long as it’s free

Yeah, she steals like a thief, but she’s always a woman to me

Oh, she takes care of herself, she can wait if she wants
She’s ahead of her time
Oh, and she never gives out and she never gives in
She just changes her mind

 

And she’ll promise you more than the garden of Eden
Then she’ll carelessly cut you and laugh while you’re bleeding
But she’ll bring out the best and the worst you can be
Blame it all on yourself ’cause she’s always a woman to me

 

Oh, she takes care of herself, she can wait if she wants
She’s ahead of her time
Oh, and she never gives out and she never gives in
She just changes her mind

 

She is frequently kind and she’s suddenly cruel
But she can do as she pleases, she’s nobody’s fool
And she can’t be convicted, she’s earned her degree
And the most she will do is throw shadows at you
But she’s always a woman to me

 

 

 

**O Her Zaman Bir Kadın

Gülümseyerek öldürebilir, gözleriyle yaralayabilir

Sıradan yalanlarıyla inancını mahvedebilir.

Sadece görmeni istediği şeyleri ortaya çıkarır.

Bir çocuk gibi saklanır, ama benim için o her zaman bir kadındır.

 

Seni aşka götürebilir, seni alabilir ya da bırakabilir.

Gerçeği isteyebilir ama sana asla inanmayacaktır.

Bedava olduğu sürece ona ne verirsen alır.

Evet, bir hırsız gibi çalar, ama benim için o her zaman bir kadındır.

 

Kendi başının çaresine bakar, isterse bekleyebilir.

O zamanının ötesindedir.

Asla pes etmez ve vazgeçmez

Sadece fikrini değiştirir.

 

Sana cennet bahçesinden daha fazlasını vaat edecektir.

Seni dikkatsizce kesecek ve sen kanarken gülecektir.

O senin en iyi ve en kötü yanlarını ortaya çıkaracaktır.

Bütün suçu kendine at, çünkü benim için o her zaman bir kadındır.

 

Kendi başının çaresine bakar, isterse bekleyebilir.

O zamanının ötesindedir.

Asla pes etmez ve vazgeçmez

Sadece fikrini değiştirir.

 

Sık sık naziktir ve aniden zalimleşebiliir

İstediğini yapabilir, çünkü o kimsenin aptalı değildir.

Ceza yemez,  rüştünü ispatlamıştır.

En fazla herkesin içinde seni küçük düşürür.

Ama benim için o her zaman bir kadındır.

Şakası Yok! Sondan Önceki Son Çıkıştayız!

Daha önce yazdım… Sondan önceki son çıkıştayız diye. Yine yazacağım… Tekrar tekrar yazmaya da devam edeceğim. Dünya ters yüz olmuş.  Dört bir yanda acayiplik, kokuşmuşluk, yozlaşma, hak yeme-yedirme, kadına şiddet, çocuğa istismar, gelir adaletsizliği, yaşam ve yasal güvencesizlik… Almış başını gitmiş… Şakası yok! Durumun vahametini idrak etmemiz için daha ne olmalı?

 

Yani… Kimin aklına gelirdi? “Bibi” Netanyahu’nun “hukuki reform” teşebbüsünde bulunacağı, buna karşı en demokratik işleyişe sahip devletlerden biri olmasına rağmen İsraillilerin sokaklara taşacağı ve hükümeti protesto edeceği, taleplerinde ısrarcı olup genel grevlerden tutun savunma hareketini yavaşlatmaya varacak kadar ileri gideceği, ve ülkede yaşamı durma noktasına taşıyacağı, dahası “We don’t want to end up like Turkey!” (“Türkiye gibi olmak istemiyoruz”) pankartlarıyla içlerindeki gelecek korkusunu dile getireceği, iradelerini, kuvvetini, kudretini böylesine güçlü göstererek Bibi’ye dur diyeceği… Şaka değil, gerçek!

 

21nci yüzyılda, uzaya gidiş ve yapay zekada bilinç keşifleri yapılırken, geçtiğimiz yıl kadınların İran’da temel insan hakları ve özgürlüğü için savaş vereceği, canını feda etme noktasına geleceği, protestolar ardından tutuklanmalar ve kadınların uğradığı vahşice muamelelere rağmen kadınların korkusuzca ve cesaretle direnişlerine devam edeceği, İran rejiminin bunu bastırmak için protestoculara 60.000 Dolar ceza uygulayacağı, ve kız okullarında okuyan 1000’den fazla kız çocuğunun (eğitimden geri kalmaları maksadıyla) zehirlendiğini işitiyor olmamız; dahası, bir çok İranlının Türkiye’nin bugünkü durumunu kastederek “Bir zamanlar biz de sizin gibiydik” diyeceği… kimin aklına gelirdi, öyle değil mi? Bu da maalesef şaka değil ve çok acı gerçek!

 

Çok uzak değil; 2021 yılı Ocak ayında Washington DC’de, dönemin başkanı Donald Trump’ın seçimleri kaybetmesiyle holigan kılıklı grubun Capitol Hill’e baskın yapacağı, bir Ortadoğu ülkesini andıracak sahnelere şahit olacağımız, yenilgiyi kabul etmeyip Trump’ın koltuğunda kalmaya direteceği, Türk yetkililerinin “Tarafları itidale ve ılımlı olmaya davet ediyoruz” mesajıyla bölgede yaşayan vatandaşlarına kalabalıktan uzak durmaları konusunda çağrıda bulunacağı da kimin aklına gelirdi, değil mi? 1 Nisan şakası adeta, ama değil, tatsız gerçek!

 

Şaka değil! Bir Ortadoğu ülkesinde değil de Amerika gibi bir ülkede bunlara tanık olacağımız kimin aklına gelirdi? Ortadoğu’nun göbeğinde, çölün içinde vahayı andıran İsrail devletinde bunların yaşanacağı kimin aklına gelirdi? Bir zamanlar medeniyetin, ilmin ve bilimin merkezi sayılan İran’ın bu denli çağın gerisine gideceği kimin aklına gelirdi? Sizce de hayret edici değil mi? Bir zamanlar (eski veya yakın geçmişte) demokrasinin, bilgeliğin, ve insan haklarının bekası olan ve yönetişimin, inovasyonun, yaratıcılığın ve çağdaşlığın öncüsü olarak gördüğümüz bu “gelişmiş” ülkeler nasıl olur da bu günlere gelsin. Akıl alır gibi değil!

 

Esas paradoks, her şeyin tersine domino etkisiyle ilerliyor olması. Yıllarca benzemeyi arzuladığımız, özendiğimiz ve örnek aldığımız batılı ülkelerin bugün geldiği duruma bakın… Adeta dünya tersine dönmüş ve onlar bizi takip ediyorlar. Haksız mıyım? Kimin aklına gelirdi? Yok, yok! Vallahi şaka değil ve gerçek! Türkiye’nin bugün ilerlediği yola baktığımda, takip ettiğimiz ve örnek aldığımız modelleri gördükçe gözüm korkuyor, kanım donuyor.

 

Tekrar söylüyorum… Kritik an ve yerdeyiz. Şakası yok. Son çıkıştayız!

 

Bu arada, enseyi karartmayalım. Dünyada iyi misallerle bizi takip eden ülkeler de var. Atatürk’ü ve ilkelerini kendine örnek alan ve Ulu Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün ismini, heykelini, büstünü, yani felsefesini yol gösterici olarak kendine edinmiş birçok dünya ülkesi* var. Liste aşağıda.

 

Şimdi soruyorum… Neyi örnek almalıyız, hangi yoldan gitmeliyiz, hangi izi takip etmeliyiz? Yolsuzluk ve gerici zihniyeti mi, yoksa Atamızın bize bıraktığı “medeni ve müreffeh millet olarak varlığımızı” sürdürme mirasını mı? İlkeleri ve felsefesi dünyanın dört bir köşesine örnek ve model nitelikte yayılmışken, neden tersini seçelim? Neden? (Bu soruya şu anda burada cevap vermeyeceğim!)

 

Atamızın bize bıraktığı Nutuk’un Gençliğe Hitabesini yeniden okuyunca, durumun önemini daha iyi anlıyor insan. Yani, kimin aklına gelirdi, 100 yıl sonra başa dönebileceğimizi? “Bir gün, istiklal ve cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şeraitini düşünmeyeceksin… İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen, Türk istiklal ve cumhuriyetini kurtarmaktır. Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur.” sözleri halen son derece anlamlı, geçerli ve yerinde, öyle değil mi?

 

Atamın izinde çağdaş bir “genç” Türk kadını olarak, çağrım tüm gençlere, kendini genç hissedenlere, halen gençliğini yaşayanlara, yaşı geçkin olsa da gençliğinden vazgeçmemiş olanlara, durumun vahametini tümüyle idrak etmemiş ve geleceğini, hürriyetini, özgür ve özgün varlığını kıskaç altına almaya göz yummuş tüm gençlere…

 

Bugün 1 Nisan (şaka günü) olsa da ülkemizin şaka kaldıracak tarafı kalmadığına idrak olmanız için (aşağıya eklediğim) Atatürk’ün Gençliğe Hitabesini tekrar tekrar okumanızı öneririm.

 

Unutmayalım ki, tarih tekerrürden ibarettir; aynı zamanda aynı nehirde iki defa yıkanılmaz (Heraklitos). Vakit varken, içinde bulunduğumuz durumun farkına varalım, aklımızı kullanalım ve “sondan önceki son çıkışı” kaçırmayalım. Çünkü artık gerçekten şakası yok!

 

Barcelona’dan Shirli

01 Nisan 2023

 

‘Ey Türk gençliği! Birinci vazifen; Türk istiklalini, Türk cumhuriyetini, ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir.

Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek dâhilî ve haricî bedhahların olacaktır. Bir gün, istiklal ve cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şeraitini düşünmeyeceksin. Bu imkân ve şerait, çok namüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklal ve cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dâhilinde iktidara sahip olanlar, gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri, şahsi menfaatlerini müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakruzaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir.

Ey Türk istikbalinin evladı! İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen, Türk istiklal ve cumhuriyetini kurtarmaktır. Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur.’

 

 

 

*Gurur! Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün, Dünyanın Çeşitli Ülkelerinde İsminin Verildiği Yerler

https://onedio.com/haber/ataturk-yurtdisinda-anitlar-396920

Vise Belçika, Dhaka Bangladeş, Islamabad Pakistan, Mexico City Meksika, Santo Domingo Dominik Cumhuriyeti, Be’er Sheva İsrail, Amsterdam Hollanda, Wellington Yeni Zellanda, Caracas Venezuela, Havana Küba, Oostzaan Hollanda, Canberra Avustralya, Albany Batı Avustralya, Bükreş Romanya, Rotterdam Hollanda, Yeni Delhi Hindistan, Roma İtalya, New Jersey ABD, Yehud İsrail, Karlovy Vary Çek Cumhuriyeti, Utrecht Hollanda, Budapeşte Macaristan, Sialkot Pakistan, Üsküp Makedonya, Lima Peru, Tunus, Wroclaw Polonya, Kuşimoto Japonya, Santiago Şili, Bakü Azerbaycan, Astana Kazakistan, Aşkabat Türkmenistan, Bişkek Kırgızistan.

 

 

Sondan Önceki Son Çıkış

İstanbul’da yaşayan herkes bilir “Köprüden Önce Son Çıkış” tabelasını. Akşam saatinde trafik kuyruğunda saatlerini geçirdikten sonra bu tabelayı görmenin mutluluğu kadar güzel bir şey yoktur herhalde. Tabii ki de Avrupa yakasında kalacaklar için geçerli bir duygudur bu. Çünkü köprüyü geçecekler için cefa devam edecek ve “başa gelen çekilir” misaliyle, kaderine boyun eğip yollarına devam edecekler…  Aslında bu satırları köprü trafiğinden öte bir olguyu düşünerek yazıyorum ve “köprüden önceki son çıkışı” Türkiye’nin geldiği son durumun vahametine bir uyarı teşkil edecek bir metafor olarak görüyorum. Çünkü, gerçekten de sondan önceki son çıkıştayız! Şu aşamadan sonra, şu son çıkışı akıllıca kullanmazsak, kaderimize kurban gideceğiz…

 

Daha önce yazmıştım… Depremle beraber umutlarım yerle bir oldu diye; enkazdan öfke ve keder çıktı diye… Her canlı kurtarıldıkça sevinç içinde olurken, ölüm sayılarını izledikçe içim parçalandı diye…. Ve, umutlarım ve geleceğin getireceklerine dair tüm inancım zifiri bir karanlığın içine gömüldü diye… Sanki karanlık aydınlığı bastırıyor ve karabasan yayılıyor gibi. Yani, daha ötesi yok! Her ölüm bir sondan ibaret! Ölüm dediğimiz şey, filmlerde, haberlerde veya yazılmış senaryolarda gördüğümüz gibi bir şey değil. Buz gibi soğuk, karanlık, ve bomboş bir son. Gidenin geriye gelmediği bir son!

 

Sinir bozucu olacak, biliyorum, ama sormak istiyorum: Hiç ölümü düşündünüz mü? Kendi ölümünüz olabilir, sevdiklerinizin ölümü, veya dünyada zamansız ve sırasız ölen insanların ölümü… Hiç düşündünüz mü? Ben çok düşünüyorum… Peki ya hiç ölüme yaklaştığınızı hissettiniz mi? Ben hisettim… Hem de üç defa! (Gerçi, iki buçuk yaşımda komaya girişimi de sayarsak dört de diyebilirim) Peki ya hiç rüyanızda ölümünüzü veya ölmek üzere oluşunuzu deneyimlediniz mi? Ben deneyimledim. Hem de üç defa! Hepsinde o bahsini ettiğim sonun karanlığını, soğukluğunu, boşluğunu, bitmişliğini, onun ötesinin olmayışının inanılmaz ağırlığını tattım! Çok ağır!

 

En sonuncusu, 6 Şubat sabahı gördüğüm rüyaydı; daracık bir alana sıkışmış, birinin elimi tuttuğu bir arafta olduğum bir sahne… Hala gözümün önündedir! Hepimizin ekranlardan hafızasına kazındığı bir resmin görünmeyen tarafındaydım sanki. Turuncu kurtarma ceketiyle enkaz başında kızının elini tutan babanın kızıymışım gibi, göçük altında küçücük bir pencereden bana uzanmış bir eli tutuyordum. Rüyamda, geldiler ve beni çıkardılar!

 

Rüya ile gerçek arasında ayrımın ne kadar zor olduğunu anlatmama gerek yok. Hepimiz biliyoruz ki, rüyanın içinde ne yaşıyorsan, o an senin için gerçeklik o oluyor! O yüzden de deneyimlerimiz ve duygularımız o denli gerçekçidir! Depremden beri gece gündüz göçük altında yardım elini bekleyenleri hissederek ve düşünerek kahrolacak gibi oldum. Rüyamda enkaz altından çıkarıldım, ama bütün mesele gerçek dünyada çıkarıl(a)mayan on binlerce can o bahsini ettiğim sona gitti, karanlığın ötesinde neyin olduğunu bilmediğimiz o yere.

 

Konuyu nereye getirmeye uğraşıyorsun Shirli?” diyorsunuzdur… 6 Şubat ile başlayan kâbus bitmedi, bitmiyor… Geldiğimiz bu dünyada “bir kez yaşarsın” diye yanlış bir söylem var. Doğrusu, “Bir kez ölürsün, ama her gün yaşarsın” olacak! Ne var ki, şu canım ülkemde her gün yaşayacağımıza, her gün canlı canlı ölüyoruz, ölümü sürekli tadıyoruz. Tabii her geçen gün cinayete kurban giden kadınların ölümüne değinmek dahi istemiyorum. Artık yeter diyorum! Yaşayacaksak onurumuzla, ve her gün yaşayalım! Öleceksek de bir defada ölelim!

 

Bir elin parmağı etmeyecek kadar kısa ama bir ömür kadar uzun geçen şu birkaç haftada gençlerden defalarca aynı sözleri duydum: “Bu ülke benim çocukluğumu ve gençliğimi çaldı benden. Bana borçlu ve kesinlikle hakkımı helal etmiyorum!” Haklılar!

 

Artık yeter!

 

Zor zamanlar güçlü insanlar yaratır.

Güçlü insanlar kolay zamanlar yaratır.

Kolaylaşmış bir hayat zayıf insanlar yaratır.

Ve zayıf insanlar zor zamanlar yaratır.

 

Artık gerçekten yeter!

Gençlerimize ve ardından gelecek nesillere sorumluluğumuz ve borcumuz var!

 

Onlara olan borcumuz, şu geçtiğimiz zor zamanlardan güçlü bireyler yaratmak, doğruyu seçerek rol model olmaktır. O yüzden, “sondan önceki son çıkıştayız!” derken, kritik anın içinde olduğumuzu hatırlatmak, ve külahımızı önümüze alma ve doğru olanı yapma zamanın geldiğini vurgulamak istiyorum.

 

Ya kıyametten önceki son çıkışı seçip doğru yola gireceğiz, ya da kaderimize kurban gidip sonun karanlığına doğru tam gaz devam edeceğiz. Ya onurumuzla yaşamaya ve yaşatmaya devam edeceğiz, ya da öleceğimiz güne kadar her gün tekrar tekrar ölmeye devam edeceğiz. Bu nedenle 14 Mayıs gününü ve son çıkış fırsatını akıllıca değerlendirelim derim…

Bilmem anlatabildim mi?

 

Barcelona’dan Shirli

20 Mart 2023

Kutsal Yasak Elma

Sevgililer gününü geçeli birkaç hafta oldu. 14 Şubat’ı kutladığım yok, niyetim Valentine’s gününden bahsetmek de değil; aksine, sevgi ve aşkın kapitalizme alet edilmesine gıcık oluyorum. 14 Şubat 2023 günü Tel Aviv’de katıldığım kadınlar toplantısında, “tarihte en büyük aşklar” temalı bir oturumda büyük bir aşkın bende bıraktığı izi ve uyandırdığı düşünceleri paylaşmak istiyorum; yazar arkadaşım Sara Yanarocak’ın anlattığı Leonard Cohen’in (1934-2016) aşk hikayesi. Nerdeyse tüm sanatçılar gibi, Cohen’in de aşkları çok zengin ve ihtiraslı olmuş. Ne var ki, bazı aşklar farklı şekilde dikkat çekebiliyor. İlerleyen satırlarda okuyacaklarınızı Google’lasanız hepsini bulabilirsiniz; ama perspektif meselesi. Özellikle konuyu meşhur “yasak elma” metaforuna bağlayışımla okunası bir perspektif olabilir. Eh, köşe yazarlarını neden okuruz? Perspektifleri için!

 

Her aşkın kendine has özellikleri olmakla birlikte, genelde aşk dediğin derin sevgiyle birlikte ihtirası, tutkuyu, şehveti, inişleri-çıkışları; aldatmayı, ihaneti, yalanı; ve her şeyin sonu olduğunu kabul edersek, sonlarıyla büyük (aşk) acıları içerir. Çoğu bildiğimiz duyduğumuz aşk hikayeleri, yukarıda saydığım unsurların yaşanmasıyla bir ölçüde tükenir, tüketilir. Leonard Cohen’in de sevdiği ve onu seven kadınların* çok olacağına tabii ki şüphe yok. Her biriyle ihtiraslı aşklar yaşamış; içlerinden Suzanne Elrod ile çocukları olmuş -Adam ve Lorca. Ama bazı aşklar yaşanmışlığıyla (hatta yaşanmamışlığıyla) farklı derecede dikkat çekebiliyor. Bahsini ettiğim, Leonard Cohen’in Suzanne Verdal’la aralarında geçen karşılıklı derin aşk hikayesi. Onlarınki, sanılanın aksine tüm aşkların tüketilmediğinin, hatta bazı özel aşkların ebediyen yaşayabildiğinin, yaşatılabildiğinin, ve çok özel bir ruh bağıyla ölene kadar sürebildiğinin çarpıcı örneği. Aşklarının hikayesi, Leonard’ın aşkını şiire döktüğü ve sonradan ona ün kazandıran “Suzanne” şarkısının sözlerinde** gizli. Sözleri okusanız, aralarındaki bağın derinliğini ve özel oluşunu anlarsınız.

 

Suzanne Verdal ve Leonard Cohen 1960’ların başı Montreal’de, Le Vieux Moulin’de, Suzanne henüz genç bir kız öğrenci, ve genç bir sanatçı olan Armand’ın sevgilisi ve sonra karısı olarak tanışırlar. İlerleyen yıllar Leonard ile dostlukları daha da pekişir. BBC Radio’da Suzanne ile röportajda*** Suzanne o dönemi şöyle anlatır: “O zamanlar Armand’dan ayrı yaşıyordum ve deniz kıyısına çok ilgi duyuyordum. Lawrence Nehri benim için özel bir şiirsellik ve güzellik taşıyordu ve kızım Julie ile orada yaşamaya karar verdim. Leonard, yaşadığım bu çarpık zeminli ve şiirsel nehir manzaralı yeri duydu ve birçok kez beni ziyarete geldi. Birçok kez birlikte çay içtik ve mandalina portakalları yedik.”

 

Paylaşımları ilerler, derinleşir. “Beni fark ettiğimden daha fazla ‘içine çekiyordu’. Tüm o anı hafife almışım. Ben sadece konuşurdum, hareket ederdim, cesaretlendirirdim ve o da arkasına yaslanıp sırıtarak her şeyi içine çekerdi. Her zaman geri dönüş almazdım ama varlığını gerçekten benimle bütünleşik olduğunu hissederdim. Örneğin sokakta yürürken ayakkabılarımızın tıkırtısı, onun botları ve benim ayakkabılarım, eşzamanlı hareket ederdi. Bunu tarif etmek zor. Neredeyse birbirimizin düşüncelerini duyardık. Çok eşsizdi, çok, çok eşsizdi.” der Suzanne.

 

Sözleriyle derin ve samimi “Suzanne” şarkısının çıkışıyla Leonard büyük yıldız olur, Suzanne ile ilişkileri zamanla değişir. Suzanne dünyayı gezmeye çıkmıştır, ve ara sıra karşılaşırlar. “Minneapolis’te bir konser vermişti ve beni sahnenin arkasında gördü ve çok güzel bir şekilde karşıladı. ‘Ah Suzanne, bana çok güzel bir şarkı verdin’ dedi. Çok tatlı bir andı. Ama belki de şu anda açıklamak istemediğim bazı acı-tatlı anlar da oldu.” diye anlatır.

 

Ruhların buluşması üzerine olan bu şarkı aynı zamanda ruh birlikteliklerinin ayrılmasına uzaklaşmasına da neden olur. “Ben sanat için sanata sadık kaldım ama o yoluna devam etti ve ben de davama sadık kaldım. Sanırım bu onu korkuttu, utandırdı ya da rahatsız etti.” Suzanne, birçok büyük aşkın ve aşıkların maddiyatın etkisiyle koptuğunu, kendisinin Leonard ile manevi anlamda büyük aşıklar olduklarını, şarkıyla birlikte uzaklaştıklarını ama aşklarının hiçbir zaman tükenmediğini anlatır. “Birine bakarsınız ve o an ebedidir, en derin dokunuşları olur; biz de Leonard ile paylaştığımızın aynı bu olduğuna inanıyorum.”

 

Leonard bir röportajında* Suzanne Verdal ile ilgili anlatımında “Suzanne” şarkısını onun için yazdığını ve sözlerin hepsinin tamamen gerçek ve yaşanmış olduğunu söyler. “Aslında çayın içinde küçük portakal kabuğu parçaları vardı. Ama ‘çay ve portakal’ kulağa daha hoş geliyor, değil mi? Montreal’de suya yakın bir yerde yaşıyordu. Ve sizi ‘nehir kenarındaki evine götürürdü’. ‘Teknelerin geçişini duyabilir’ ve ‘geceyi onun yanında geçirebilirdiniz’. Tüm bunlar… ve ben onun mükemmel vücuduna zihnimle dokundum. Çünkü, bir arkadaşımla evli olduğu ve ona başka bir şeyle dokunamadığım için!” der. Suzanne’ın aktarımına göre, Leonard aralarındaki ilişkiyi ileri götürmeyi istemiş olsa da, Suzanne reddetmiş. 2006 yılında CBC muhabiri Paul Kennedy’ye “Bu konuda sınırları koyan bendim” der ve ekler: “Bir ölçüde, bu değerli bağı bozmak, ona olan sonsuz saygımı yitirmek istemedim… Cinsel bir birlikteliğin bunu bir şekilde küçülteceğini değersizleştireceğini hissettim.” der.

 

Onlarınki öyle bir aşktı ki, fiziksel dokunuşların olmadığı, zihinsel ve ruhsal dokunuşlardan ibaret çok özel bir bağdı. Kadın adamı ne kadar çok sevmiş ki, onu arzulamasına ve onunla zihinsel ve ruhsal birliktelikle yetinmeyip fiziksel birleşme fırsatına rağmen, ihtirasına, arzularına yenik düşmemiş ve ona olan sevgisini korumayı seçmiş. Ne ulvi, değil mi? Ne büyük bir aşk… Nasıl bir derinlik… Nasıl bir irade. Bir aşkın gelebileceği en kutsal mertebe bu olsa gerek. İşte, beni özellikle etkileyen tarafı da bu oldu. Dahası, aşklarını tüketmemiş olmaları, ebediyen içlerinde yaşatmış ve korumuş olmaları, ölümlerinden sonra dahi aşklarının evrende kalmaya devam edecek olması. Ve tek-tük de olsa böylesi bozulmamış derin ruhsal ve zihinsel seviyede aşkların var olabileceği düşüncesi…

 

Tüm bunların içinde yasak elma nerede diyeceksiniz? 😃 Yasak elma**** diye bildiğimiz aslında Tanrı’nın meyvesini yemeyi yasakladığı “bilgi” ağacının (iyiyle kötüyü bilme ağacının) meyvesidir. Rivayete göre, Havva cennet bahçelerinde mutlu mesut gezerken, iblis yılanın sözüne kanıp merakına yenik düşerek ve Tanrı’nın emrine karşı gelerek yasak meyveyi yer, Âdem’e de yedirerek cennetten dünyaya düşüşle cezalandırılırlar. İnanırsan…

 

Yasak elma, bir ölçüde iradeye yenik düşmeyi ve günahı, yani Tanrı’nın lütfuna, cömertliğine ve kurallarına karşı gelmeyi simgeler. Suzanne, Havva’nın Adem’le yaptığının aksine, irade gücüyle kendince iyiyle kötüyü ayırt etmeyi başarmış, yasak elmanın tahriki ve baştan çıkarıcılığına kanmayarak Leonard’a olan sevgisini korumayı seçmiş, ve yarattıkları kutsal aşkı her ikisi için cennet bahçesinde yaşatmayı başarmış.

 

Küçük bir dipnotla bitireyim. Daha önce absürt bir hipotezde bulunmuştum. Bu ikincisi olsun… 😃

Her ne kadar kutsal kitaplar, Âdem ile Havva’nın cennetten kopuşunu Havva’nın üzerine yıksalar da, öyle olduğuna dair şüphelerim var…. Dinin ve yönetiminin başlangıçtan (Genesis) beri erkek egemen olduğunu da kabul edersek, hikâye pek tabii Adem’in etrafında, yani iblis yılana kanmasıyla cereyan etmesi kuvvetle muhtemel bir olasılık. Tarihten bu yana irade ve günah konusunda kadınların daha dayanıklı olduğunu, kendine sunulan nimetleri kendinden vazgeçme pahasına koruma güdüsüne sahip olduğunu düşünecek olursak, neden olmasın? Dahası, egemenliği elinde tutma ve kendini daima haklı görme eğilimi olan erkek suçu neden üzerine alsın ki? Tabii ki de bunu bilemeyiz, bilemeyeceğiz… Allah kerim… Bilse bilse, o bilir!

 

Sevgisini korumayı seçen tüm aşklara ve aşıklara ithafen…

Barcelona’dan sevgiler…

26 Şubat 2023

 

Kaynakça:

*Leonard Cohen, the women he loved, and the women who loved him

https://www.cbc.ca/music/read/leonard-cohen-the-women-he-loved-and-the-women-who-loved-him-1.4998473

 

**Leonard Cohen – Suzanne – Lyrics

https://genius.com/Leonard-cohen-suzanne-lyrics

 

***You probably think this song is about you – Suzanne Verdal McCallister interviewed by Kate Saunders, June 1998, BBC Radio

https://www.leonardcohenfiles.com/verdal.html

 

****Kutsal kitaplarda Âdem ve Havva’nın yediği elma neyi sembolize ediyor?

https://eksiseyler.com/kutsal-kitaplarda-adem-ve-havvanin-yedigi-elma-neyi-sembolize-ediyor

 

Yanındayım!

Yeni yıl demek yeni başlangıçlar demek. Yeni girişimler, kararlar, atılımlar ve iş birliklerini içermesi bakımından önemli olduğu kadar, geçmiş yıllarda yaptıklarımızın, iş birliklerimizin ve yatırımlarımızın sürdürülmesi bakımından da önemlidir, yeni yıla giriş. Geçmiş yıllarda çokça deli dolu ve “akıllı işi” diyeceğim şey yaptım. Özellikle toplumsal ve insani faydayı gözeten yatırımlarda bulundum ve çoğunlukla gençlerin hedef kitle olduğu çeşitli sivil toplum kuruluşlarında gönüllü mentörlük ve koçluk çalışmaları yürüttüm. Halen, mentörlük ve koçluk vasıtasıyla, karşı cinsleriyle aynı şartlara, fırsatlara ve imkanlara sahip olmasalar da bireysel özelliklerini, yetkinliklerini ve benlik algılarını yapılandırarak genç kızların güçlenmelerine ve hayata atılmalarına destek olmaktayım.

 

Sanırım, ayakları üzerinde durmayı başarmış, kendi seçimleriyle yaşam süren, kendine güveni ve inancı tam bir kadın olarak, henüz yolun başındaki (salt kadınlar değil) tüm genç bireylerin yanında olmak, onlara örnek ve rehber olmak benim yaşam amaçlarımdan biri olsa gerek. Zira, öğretmenlik mesleğime başladığım ilk günden beridir bunu yapıyorum, ve yapacağım. Çünkü, “Bir kez öğretmen, her zaman öğretmen” mottosuyla ve akademisyen, eğitmen, mentör ve koç rollerimle hareket eden bir rehberim, yol göstericisiyim, farkındalık sağlayıcısıyım, bilgiye ve bilgeliğe erişmek isteyen herkes için bir aracıyım. Bu uğurda aktif katılım ve emek verebileceğimi gördüğüm her fırsatı değerlendirmeye ve değerlerim ve emellerimle bağdaşan sivil toplum hareketlerinin parçası olmaya baktım hep. Sayısız STK ile gönüllü iş birliği yaptım, yapıyorum. Ve şimdi, 2023’ün ilk günleriyle beraber, yeni bir platformun daha parçası olmanın mutluluğu ve gururu içindeyim – o da Yanındayız Derneği.*

 

Yanındayız, evrensel insan hakları anlayışı çerçevesinde, Türkiye’de toplumsal cinsiyet eşitliğini savunan, cinsiyete dayalı ayrımcılığa karşı duran, her tür engel ve önyargı ile mücadele eden, yasalarda, kurumlarda ve toplum hayatında dönüşüme ve farkındalığa önayak olacak hareketi ateşleyen, ve en önemlisi bu mücadeleyi erkeklerin aktif katılımıyla sürdüren bir dernektir. 3 Ocak 2023 günü, bir kadın olarak salt kadınların yanında ve kadın hakları savunucusu olarak değil, cinsiyet eşitsizliği veya ayrımcılığına maruz kalmış her bireyin yanında olmak üzere Yanındayız Derneği üyesi oldum. Üyelik başvurumda, “Yanındayız üyesi olmak istiyorum, çünkü…” sorusuna şöyle yazmıştım…

 

Geçmiş geleceğin aynasıdır derler; ben bugüne bakıyorum, çünkü bugünün şartları, icraatları, düşünceleri ve bakış açıları geleceği ve gelecekte bizden sonraki nesillerin başına gelecek gerçeklikleri (reality) yapılandırıyor. Bugün ne ekersek sonraki nesillere biçtiğimizi bırakacağız. Mesleki hayatım boyunca gençler ve yetişkin gençlerle (takribi 16-26 yaş) çalıştım; tüm emeğimi onların eğitimine, gelişimine ve her anlamda güçlenmelerine emek vererek geçirdim, halen de öyle yapmaktayım. Karanlığın içindeki umudumuz olarak görüyorum onları. Haliyle de kadın-erkek, genç-yetişkin, öğrenci-çalışan diye ayırmadan, herkesin eşit haklara ve fırsatlara erişimleri olabilmesi için bizlere örnek ve önder olma görevi düşüyor.

Meşhur bir illüstrasyon vardır, eşit hak ve hakkaniyet arasındaki farkı betimler. Bugünkü eşitlik, hak, adalet, hakkaniyet, vb. gerçekliğini (reality) gördükçe umudum kırılıyor, uykularım kaçıyor, hiddet ve şiddet duygularım kabarıyor. Tek bildiğim, hiddetle kalkmanın zararla oturmaktan başka bir sonuç getirmeyeceğidir. Her türden eşitlik, hakkaniyet, adalet inşa etmek istiyorsak, ortak-yaratım (co-creation) yoluyla hedef-birliği, fikir-birliği, iş-birliği, güç-birliği içinde olmalıyız. İşte, ben de böyle bir birliğin parçası olmak ve birlikte yaratmak istiyorum. Kumsaldaki deniz yıldızlarını tek başıma suya kavuşturamayacağıma göre, değerleri değerlerimle, anlayışı anlayışımla, eşitlik savunuşu savunuş biçimimle kavuşan ve birleşen bir yapının parçası olmak bana güç katacak. Sahip olduğum bilgi, beceri ve emekle de birliğe güç katacağıma inanıyorum. Bu nedenlerle YANINDAYIZ üyesi olmak istiyorum.

 

Dar alanda niyet ve motivasyon ifade etmek çok da kolay değil. 17 Kasım 2021 tarihinde, toplumsal cinsiyet eşitsizliğine dair bakış açımı Son Düello başlıklı yazımda paylaşmıştım. Kadının erkek egemen toplumdaki yerinden ve erkeklik algısı ve egemenliğini koruma sevdasıyla özgürlüğünü yitirmesinden, ve cinsiyet eşitliği için kadın ile erkeğin bu uğurda birlikte emek vermesinin gerekliğinden bahsetmiştim. Aradan bir seneden fazla zaman geçti, daha net görebiliyorum ki, toplumsal gelişim ve refah için en büyük şart toplumun herhangi bir kesimine dönük pozitif ayrımcılıktan ziyade, evrensel insan hakları anlayışıyla, her bireye hakkettiği eşit, hakkaniyetli ve adil yaklaşımı sunmaktır; dahası, kadın-erkek, çocuk-yetişkin-yaşlı diye ayırmaksızın, her birinin “insan” (küçük insan da insan!) olduğunu hatırlamak ve hatırlatmaktır!

Eşitliğin ve Yanındayız Derneği’nin “Yanında!” olduğumu sıraladıktan sonra, 5 Nisan 2023 günü, Yanındayız Derneği’nin #kadınerkekeşittirnokta Konferansının üçüncüsünü gerçekleştireceğini duyurayım. Cumhuriyet’imizin 100. yılını kutladığımız bu özel senede, toplumsal cinsiyet eşitliğinden başlayarak, her anlamda ve her alanda eşitliğe kavuşacağımız ve “Yaşasın Cumhuriyet, Yaşasın Eşitlik!” diyebileceğimiz nice yıllarımız olması dileğiyle…

 

Barcelona’dan Shirli

8 Ocak 2023

 

*Yanındayız Derneği – https://www.yanindayiz.org/

Değerleri: Aktif, tutarlı, şeffaf ve hesap verebilir, karşılıklı güven ve saygıya dayanan, iletişim, katılım, iş birliği ve paylaşıma açık, içinde yer almaktan gurur duyacağımız proje ve uygulamaları öngören, barışçı bir mücadele anlayışını benimsiyoruz.

Standing With and Beside You!

New year means new beginnings. The new year is not only important for new initiatives, decisions, breakthroughs, and collaborations, but also for maintaining our works, collaborations and investments started in the past years. I have done a lot of crazy, at the same time “smart work” (that is what I would call) in the past years. I have made investments especially for social and human benefit, where I’ve carried out voluntary mentoring and coaching activities in various non-governmental organizations, whose target audience was mostly young people. Currently, again through mentoring and coaching, I am supporting young girls, although they do not have the same conditions and opportunities as their counterparts, with their empowerment and starting off life, through helping them shape their individual characteristics, competencies, and self-perceptions.

 

I think, as a woman who has managed to stand on her feet, living by her own choices with full self-confidence and belief, standing beside young individuals (not just women, but all) at their early stages of life, role modelling and being of guidance are probably my purpose of life. Indeed, I’ve been doing so since I started teaching, and I shall continue, because “once a teacher, always a teacher”. Acting with this motto and my roles as an academician, trainer, mentor, and coach, I am a guide, a mentor, an awareness raiser, and a channel for anyone who wants to access to knowledge and wisdom. To this end, I’ve always looked and sought for opportunities where I can actively participate and dedicate myself to and be a part of civil society movements that are align with my values, meaning and goals. I’ve collaborated as a volunteer, with numerous NGOs, I still doing so. Now, along with the first days of 2023, I am happy and proud to be part of another organisation – that is, Yanındayız Association*.

 

Within the framework of universal human rights perspective, Yanındayız (means ‘we are with you; beside you’ in Turkish) is an association that defends gender equality in Turkey, opposes gender-based discrimination, fights against all kinds of obstacles and prejudices, and ignites the movement that will lead to transformation and awareness in laws, institutions and social life; and most importantly, it is an association that continues this mitigation with the active participation of a crew of volunteering men. On January 3rd, 2023, I became a member of the Yanındayız, as a woman who not stands for with women and women’s rights, but also is beside and with every individual who has been exposed to gender inequality and discrimination. At the application form, where I’ve been asked the reason to become a member, I wrote “I want to be a member of Yanındayız, because…” as the following:

 

They say past is the mirror of future; I look at the present, because today’s conditions, actions, thoughts, and perspectives build the future and the realities that will befall our future generations. We will reap whatever we sow today and leave them to the future generations. I have worked with young people and young adults (approximately of 16-26 ages) throughout my professional life; I dedicated my efforts to their education, development, and empowerment in every sense, and I still doing so. I see them as our light of hop, in darkness. So, we have the duty to be a role model and a leader, so that every individual can have access to equal rights and opportunities, regardless of their gender, age, social status or position.

There is this famous illustration, depicting the distinction between equality and equity. As I see the reality of today’s equality, rights, justice, equity, etc., my hope is shattering, I lose sleep, and feelings of anger and violence rise in me. All I know is that ‘he who gets up in anger, sits down with a loss.’ If we wish to build equality, equity, and justice of all kinds for all, we should be co-creating through being in unity of goals, of thoughts, of effort and of labor, for mutual vision. Hereby, I want to be part of such a union and co-creation. I know, I cannot throw starfish into the sea all on my own, however being a part of an organisation, whose values meet my values, perspectives are aligned to my perspective, and its way of standing for equality is in harmony to mine, will add strength to my cause. Likewise, I believe that this I will add strength to the union with the knowledge, skills, and effort I possess. For these reasons, I want to be member of YANINDAYIZ.

 

It is not easy to express intention and motivation in a such short space. On November 17th, 2021, I shared my perspective on gender inequality in my article titled The Last Duel. I talked about the status of women in the male-dominated society, the perception of masculinity and the loss of freedom for the sake of the desire to protect their sovereignty, and the need for women and men to work together for gender equality. More than a year has passed, I can clearly see that the most important condition for social development and welfare is, within a universal human rights perspective, to offer everyone the equal, fair, and just treatment they deserve, rather than positive discrimination against any part of the society. Moreover, it is to remember and remind that each and every one of us is “human” (no matter the age) without discriminating as male or female, or child, adult and elder!

Having said it all, that I am standing with and beside equality and the NGO Yanındayız, I’d like to announce that on April 5th, 2023, Yanındayız will hold the third #kadınerkekeşittirnokta (meaning ‘women and men are equal, full stop’ in Turkish) Conference. In this special year, in which we celebrate the 100th anniversary of the establishment of the Turkish Republic, starting with gender equality, we hope to have many coming years, achieving equality in every sense and in every field, and finally saying “Long Live the Republic! Long Live Equality!”

 

Shirli from Barcelona.

January 8th, 2023

 

*Yanındayız Association- https://www.yanindayiz.org/

Values of the Association: “We adopt an active, consistent, transparent, and accountable understanding of peaceful struggle based on mutual trust and respect that envisages project and practices that we will be proud to take part in and is open to communication, participation, and cooperation.” (Yanındayız Association, 2021)

 

Translator: Handegül Demirhan

 

Sana İhtiyacım Var!

Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, güç ve başarı kişinin kendi kendine yetme becerisiyle doğrudan ilintili. En küçük yaştan yaşlılığa kadar, kimseye yük olmadan, kimseden medet ummadan, destek istemeden, hatta yardıma muhtaç duruma düşmeden yaşamak zorunda bırakılıyoruz. Giderek bireyselleşmeye doğru giden ve kolektif fayda algısından uzaklaşan toplum olmaya doğru gidiyoruz. Ne olur ki, az biraz, zayıflığımızı dışarı vursak, çok değil ama bir parça yardım eli için “Sana ihtiyacım var” desek ve dışarıdan destek alsak? Ne olur? Muhtemelen “Bir şey olmaz herhalde!” diyeceksiniz… Hayır! Çok şey olur! Tahmin edeceğinizden öte şeyler olabilir. Anlatayım…

 

Çok absürt bir soruyla başlayayım. Gıdıklanır mısınız? Hani bildiğiniz birinin yanınıza gelip parmaklarını kaburgalarınızda veya ayak tabanlarınızda gezdirmesiyle yaşadığınız irkilme hissi… Sonrasında istemsiz kahkahaların patlamasıyla son bulan süper bir neşe. Bizim ailede gıdıklanan çok, hiç etkilenmeyen de var -babam ve ben (nasıl olduğunu merak edenler, özelden yazsın anlatayım). Peki ya kendi kendinizi gıdıklamaya kalktığınızda neler oluyor, aynı ölçüde etkileniyor veya irkiliyor musunuz, yoksa ayaklarınızda gezinen parmaklar mı hissediyorsunuz? Yanıtlamak için denemelisiniz. Siz deneye durun, daha az absürt örnekten ilerleyeyim. Başınızın ağrıdığı zamanlarda, ilk ne yaparsınız? Ellerinizle şakaklarınızı, göz yuvalarınızı ve ensenizi ovalayarak kendinize masaj yapmaya ve ağrınızı hafifletmeye çalışırsınız, değil mi? Peki ne gibi sonuç alırsınız? Az biraz hafiflese de parmaklarınızla yaptığınız baskılar ağrınıza nerdeyse etki etmediği gibi uyguladığınız gücün hissini bile yaşamazsınız. Acaba neden? Çünkü, aynı kendi kendimizi gıdıklayamadığımız gibi masaj hareketlerimizle sistemimizde enerji değişikliği yaratamayız. İçinde olduğumuz enerjiyi değiştirebilmek için başkasının ellerine, parmaklarına ve dokunuşuna ihtiyaç duyarız.

 

Eh, şimdi başa dönelim… “Dışarıdan destek gücü alsak ne olur?” sorusuna… Gerçek değişim, dönüşüm ve iyileşme işte o zaman olur. Sadece fizyolojik değil, ruhsal ve zihinsel yönde de dönüşüm olur. “Bir elin nesi, iki elin sesi” atasözü yetmiyorsa, belki şu Afrika atasözü ikna edici olur: “Hızlı ilerlemek istiyorsan tek başına yürü; ama uzağa gitmek istiyorsan birlikte yürü.” Sistem teorisini* bilirseniz, daha kolay anlaşılır. Bizler birbirine ve iç içe geçen bağlardan oluşan bir ağın parçasıyız; ayrı değil, birlikte hareket eden bir bütünün parçalarıyız. Kapalı devre sistemi üzerine değil açık sistem üzerine kurulu davranış gösteren sosyal varlıklarız. Daimî olarak etkileşim, temas ve iş birliği içinde olmaya ihtiyaç duyarız. En basit başarı göstergemiz, rakiplerimize kıyasla elde ettiğimiz kazançlarımız değil midir? Bu satırları okumaya başladığınızda, bir ortağa olmasa da kesinlikle bir rakibe ihtiyaç duyacağınızı, hatta rakibinize “sana ihtiyacım var” diyeceğinizi tahmin etmiyordunuz sanırım. Komik, ama gayet de gerçek!

 

Peki başka neler mi oluyor? Bizler çıplak doğar yeniden toprağa çıplak döneriz. Hiç düşündünüz mü neden? Çıplaklık bir nevi hiçliği, yalnızlığı, tek başınalığı temsil ediyor. Her şey aradaki sürede oluyor; doğduğumuz anda sarıp sarmalanıyoruz, etrafımızda insanlar toplanıyor ve ölene kadar çevreleniyoruz. Yani “sana ihtiyacım var” çağrısına cevap verecek insanlarla çevrili oluyoruz; kendimizi yalnız değil, bir bütünün parçası hissederek daha güçlü, daha özgüvenli, daha mutlu ve verici bireyler oluyoruz. Bu sayede, salt kendi çıkarları ve geleceğini değil, toplumsal faydayı düşünebilen, onun için niyet edebilen ve harekete geçebilen duyarlı insanlar oluyoruz. “Sana ihtiyacım var” diyemediğimiz zaman kendi kendini gıdıklamaya uğraşan, neşeden yoksun ve çıplaklığıyla baş başa kalan duyarsız ve bencil toplumlar oluyoruz.

 

Kabul ediyorum… “Sana ihtiyacım var” demek pek de kolay değil. Yardım çağrıma cevap gelip gelmeyeceğini bilmeden, zayıflığımı dışa vurma ve yardım eli yerine sırtımdan bıçaklanma korkusu da var! Maalesef ki toplumuzda gözlemlediğim ve giderek de şiddetle artan baskın duygu sevgi, güven ve dayanışmadan ziyade korku, kaygı ve kontrol. Diyebilirsiniz, korku ve sevgi üzerine kurulu yaşam düzeni nasıldır, nasıl farklılık gösterebilir diye; o da örnekleriyle bir sonraki yazıma kalsın… Ancak, bir gerçek var ki, ben tüm yazılarımı sevgi kaynağından ilham alarak yazıyor ve bu satırları okuyan sen sevgili okuruma ulaştırmak için kalbimi, ruhumu ve tüm benliğimi içine katıyorum. Her bir satırını okuman ve mesajlarımı alabilmen için de okurum olarak sana ihtiyacım var!

 

Barcelona’dan sevgiler.

18 Aralık 2022

 

*Sistem teorisi: https://tr.wikipedia.org/wiki/Sistem_teorisi

 

I Need You!

We live in such a world that power and success are directly related to one’s ability to self-sufficiency. From an early age, we are forced to live without being a burden to anyone, expecting help from anyone, asking for support or even being in need of help. We are gradually becoming a society that is moving towards individualization and away from the perception of collective value. What if, just a little bit, we express our weakness, not too much, but we say “I need you” for a pair of hands and get external support? What would happen? I suppose “Not much!” you’ll say…  No! A lot can happen! So many things beyond your prediction may happen. Let me explain…

 

I’ll start with a very absurd question. Are you ticklish? You know, the feeling of startle you experience when someone you know comes up to you and runs his fingers around your ribs or soles of your feet… An absolute joy that ends with the burst of involuntary laughter. There are many in our family who are ticklish but some are not at all – my father and I (those wondering why may contact me in private). But what happens when you try to tickle yourself, are you equally affected or startled, or do you just feel your fingers running on your feet? You must try it to respond. As you’re experimenting, I’ll move on with a the less absurd example. What’s the first thing you do when you have a headache? You try to massage yourself and relieve your pain by rubbing your temples, eye sockets and your neck with your hands, right? And what kind of results do you get? Although it is a little lighter, the pressure you apply with your fingers barely affect your pain and yet you don’t even experience the feeling of the power you apply. Why? Because just as we cannot tickle ourselves, we cannot create energy changes in our system with our own massage. We need someone else’s hands, fingers and touch in order to shift the energy hold.

 

Well, let’s go back to the beginning… To the question “What if we get external support?”. That’s when the real change, transformation and healing happens. The transformation happens not only physiologically, but also spiritually and mentally. If the proverb “One hand washes the other and together they wash the face” is not sufficient, maybe the following African proverb will be convincing: “If you want to walk fast, walk alone; but if you want walk far, walk together.” If you know the systems theory*, it’s easier to understand. We are part of a network made of intertwined and interwoven bonds; we are not separated, but parts of a whole that moves together. We are social beings that act upon an open system, not on a closed-circuit system. We feel the need of being in constant interaction, contact and cooperation. Isn’t our simplest indicator of acquisition our earnings compared to our competitors? I believe that when you first started reading these lines you didn’t guess you would definitely need an opponent, if not a partner, and even say “I need you” to your very opponent. It’s funny, but very true!

So what else is going on? We were born naked and we return to the ground naked. Have you ever wondered why? In some way, nudity represents a kind of nothingness, loneliness, solitude. Everything happens in between; we are wrapped around the moment we are born, people gather around us and we are surrounded until we die. In other words, we are surrounded by people who will respond to the calling of “I need you”; we become stronger, more confident, happier and more giving individuals by feeling ourselves as a whole, not alone. In this way, we become sensitive people who not only think about their personal interests and future, also about the social benefit, intend for it and act upon it. When we cannot say “I need you”, we become insensitive and selfish societies that struggle to tickle themselves, lack joy and are left alone with their nakedness.

 

I agree… It’s not so easy to say, “I need you.” Without knowing whether my cry for help will ever be answered, there is also a fear of being stabbed in the back instead of a helping hand in response to showing my weakness! Unfortunately, the dominant emotion that I observe in our society, which is increasing steadily, is fear, anxiety and control rather than love, trust and solidarity. You might ask, what is the life style based on fear and love, how can it differ anyway; let it be left to my next article with its examples… However, as a matter of fact, I write all my writings inspired by the source of love and I incorporate my heart, my body and soul in to bring these lines to you, my beloved reader. And I need you as my audience so that you can read each line and receive my messages!

 

Sincerely from Barcelona.

December 18th, 2022

 

*Systems theory: https://en.wikipedia.org/wiki/Systems_theory

 

Sana İhtiyacım Var…

Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, güç ve başarı kişinin kendi kendine yetme becerisiyle doğrudan ilintili. En küçük yaştan yaşlılığa kadar, kimseye yük olmadan, kimseden medet ummadan, destek istemeden, hatta yardıma muhtaç duruma düşmeden yaşamak zorunda bırakılıyoruz. Giderek bireyselleşmeye doğru giden ve kolektif fayda algısından uzaklaşan toplum olmaya doğru gidiyoruz. Ne olur ki, az biraz, zayıflığımızı dışarı vursak, çok değil ama bir parça yardım eli için “Sana ihtiyacım var” desek ve dışarıdan destek alsak? Ne olur? Muhtemelen “Bir şey olmaz herhalde!” diyeceksiniz… Hayır! Çok şey olur! Tahmin edeceğinizden öte şeyler olabilir. Anlatayım…

 

Çok absürt bir soruyla başlayayım. Gıdıklanır mısınız? Hani bildiğiniz birinin yanınıza gelip parmaklarını kaburgalarınızda veya ayak tabanlarınızda gezdirmesiyle yaşadığınız irkilme hissi… Sonrasında istemsiz kahkahaların patlamasıyla son bulan süper bir neşe. Bizim ailede gıdıklanan çok, hiç etkilenmeyen de var -babam ve ben (nasıl olduğunu merak edenler, özelden yazsın anlatayım). Peki ya kendi kendinizi gıdıklamaya kalktığınızda neler oluyor, aynı ölçüde etkileniyor veya irkiliyor musunuz, yoksa ayaklarınızda gezinen parmaklar mı hissediyorsunuz? Yanıtlamak için denemelisiniz. Siz deneye durun, daha az absürt örnekten ilerleyeyim. Başınızın ağrıdığı zamanlarda, ilk ne yaparsınız? Ellerinizle şakaklarınızı, göz yuvalarınızı ve ensenizi ovalayarak kendinize masaj yapmaya ve ağrınızı hafifletmeye çalışırsınız, değil mi? Peki ne gibi sonuç alırsınız? Az biraz hafiflese de parmaklarınızla yaptığınız baskılar ağrınıza nerdeyse etki etmediği gibi uyguladığınız gücün hissini bile yaşamazsınız. Acaba neden? Çünkü, aynı kendi kendimizi gıdıklayamadığımız gibi masaj hareketlerimizle sistemimizde enerji değişikliği yaratamayız. İçinde olduğumuz enerjiyi değiştirebilmek için başkasının ellerine, parmaklarına ve dokunuşuna ihtiyaç duyarız.

 

Eh, şimdi başa dönelim… “Dışarıdan destek gücü alsak ne olur?” sorusuna… Gerçek değişim, dönüşüm ve iyileşme işte o zaman olur. Sadece fizyolojik değil, ruhsal ve zihinsel yönde de dönüşüm olur. “Bir elin nesi, iki elin sesi” atasözü yetmiyorsa, belki şu Afrika atasözü ikna edici olur: “Hızlı ilerlemek istiyorsan tek başına yürü; ama uzağa gitmek istiyorsan birlikte yürü.” Sistem teorisini* bilirseniz, daha kolay anlaşılır. Bizler birbirine ve iç içe geçen bağlardan oluşan bir ağın parçasıyız; ayrı değil, birlikte hareket eden bir bütünün parçalarıyız. Kapalı devre sistemi üzerine değil açık sistem üzerine kurulu davranış gösteren sosyal varlıklarız. Daimî olarak etkileşim, temas ve iş birliği içinde olmaya ihtiyaç duyarız. En basit başarı göstergemiz, rakiplerimize kıyasla elde ettiğimiz kazançlarımız değil midir? Bu satırları okumaya başladığınızda, bir ortağa olmasa da kesinlikle bir rakibe ihtiyaç duyacağınızı, hatta rakibinize “sana ihtiyacım var” diyeceğinizi tahmin etmiyordunuz sanırım. Komik, ama gayet de gerçek!

 

Peki başka neler mi oluyor? Bizler çıplak doğar yeniden toprağa çıplak döneriz. Hiç düşündünüz mü neden? Çıplaklık bir nevi hiçliği, yalnızlığı, tek başınalığı temsil ediyor. Her şey aradaki sürede oluyor; doğduğumuz anda sarıp sarmalanıyoruz, etrafımızda insanlar toplanıyor ve ölene kadar çevreleniyoruz. Yani “sana ihtiyacım var” çağrısına cevap verecek insanlarla çevrili oluyoruz; kendimizi yalnız değil, bir bütünün parçası hissederek daha güçlü, daha özgüvenli, daha mutlu ve verici bireyler oluyoruz. Bu sayede, salt kendi çıkarları ve geleceğini değil, toplumsal faydayı düşünebilen, onun için niyet edebilen ve harekete geçebilen duyarlı insanlar oluyoruz. “Sana ihtiyacım var” diyemediğimiz zaman kendi kendini gıdıklamaya uğraşan, neşeden yoksun ve çıplaklığıyla baş başa kalan duyarsız ve bencil toplumlar oluyoruz.

 

Kabul ediyorum… “Sana ihtiyacım var” demek pek de kolay değil. Yardım çağrıma cevap gelip gelmeyeceğini bilmeden, zayıflığımı dışa vurma ve yardım eli yerine sırtımdan bıçaklanma korkusu da var! Maalesef ki toplumuzda gözlemlediğim ve giderek de şiddetle artan baskın duygu sevgi, güven ve dayanışmadan ziyade korku, kaygı ve kontrol. Diyebilirsiniz, korku ve sevgi üzerine kurulu yaşam düzeni nasıldır, nasıl farklılık gösterebilir diye; o da örnekleriyle bir sonraki yazıma kalsın… Ancak, bir gerçek var ki, ben tüm yazılarımı sevgi kaynağından ilham alarak yazıyor ve bu satırları okuyan sen sevgili okuruma ulaştırmak için kalbimi, ruhumu ve tüm benliğimi içine katıyorum. Her bir satırını okuman ve mesajlarımı alabilmen için de okurum olarak sana ihtiyacım var!

 

Barcelona’dan sevgiler.

18 Aralık 2022

 

*Sistem teorisi: https://tr.wikipedia.org/wiki/Sistem_teorisi

 

Elon Musk and Twitter?

For the last week, I have been following the process of Twitter’s takeover, acquisition and the structural changes that followed. I confess, I am not a Twitter user. Even though I attempted to get into it at one point, it seemed like a boiling cauldron to me, so I left without getting involved. However, this platform is an open space where you can read first-hand what is going on with personal comments. Elon Musk associated Twitter, which he bought for 44 billion dollars, to a digital town square, referring to the Greek Agora. And he is not wrong. It seems like everyone, every topic and every idea is there. Although Elon Musk touts it as a democratic space where everyone can express themselves freely and different voices can be heard, I wonder how much so in reality, especially with him in charge? For example, what kind of a leader do you think he is in terms of human relations and human development, when he is seen as the pioneer of the digital age, the pioneer of progress, the one who is supposed to take human beings into space?

 

You may have been following the latest articles in the news. Right after Elon Musk bought Twitter, he laid off fifty percent of the employees. These people were notified of the layoffs when they were denied access to Twitter’s intranet and their computers were blocked. He suspended many anti-Elon Musk accounts or completely silenced the voices of tweeters who mocked him. The day after he took over, he ordered all his employees to come to the office full time; any exceptions had to be approved by him. Finally, he is said to have forced his own followers to vote for republicans.

 

How much of this approach is democratic, people-oriented and appropriate for the age of information and development? The platform that Musk is restructuring gives the impression of a “town square” that is shifting towards a despotic structure. In an arena of creativity and innovation, the democratic experience of freedom of expression that such treatment of employees, who we call internal customers, will give to external customers, i.e. Twitter users, is questionable.

 

I would like to interpret this phenomenon with a scientific analysis, an analysis based on organizational behavior and leadership. I have been teaching leadership within BA and MBA courses for more than five years, and my students and I have been studying the leadership approaches and personality traits of prominent people throughout history. These include leaders such as Adolf Hitler, Winston Churchill, Martin Luther King, Rosa Parks, Queen Elizabeth’s father King George VI, Captain pilot Chesley Sullenberger, lawyer Ruth Bader Ginsburg, lawyer James Donovan, scientist Joan Stanley and Steve Jobs. We analyzed the behavior, approach to people and events, and characteristics of each of them and attributed certain leadership traits to them. For example, we concluded that Captain Sullenberger was an authentic and servant leader, Attorney Ginsburg was a transformational and authentic leader, Hitler was a charismatic and autocratic leader, and Jobs was a charismatic and transformational leader. When I examine Elon Musk’s behaviors and approaches myself, though not yet with my students, I think he has the characteristics of an autocratic, transactional, transformational and charismatic leader.

 

Elon’s desire to be in control of every decision and his commanding approach makes him autocratic; his expectation that employees quickly adapt to the new customs in the old village and his tendency towards punitive practices to solve their individual problems with him makes him transactional; his boldness and risk-taking in the new management approach as a pioneer of the innovation and technology era makes him transformational; and finally, his belief in himself and his vision, sharing his passion for co-creating change, influencing and inspiring people makes him a charismatic leader. These 4 leadership traits, which seem to be on the extremes and resemble different typologies, complement each other a lot. For example, why charismatic and not authentic or empathetic; autocratic and not democratic; functional and not emotional and social skills-based?

 

Elon Musk and leaders like him are self-centered, not employee and follower-centered; they choose to stay away from concepts such as love, compassion or empathy. Their leadership power is based on influencing their followers, inspiring them and seeing them develop in line with their vision. Walter Isaacson*, the historian who wrote Steve Jobs’ autobiography, has argued that Musk is very similar to Jobs and Gates, in that all three do not expect love from others, prefer to avoid any kind of emotional connection in order not to compromise their vision, and even have the idea that if they use their emotional skills, they will lose their vision.

 

Jim Cantrell** talks to Business Insider about his experiences working with Elon Musk and founding SpaceX in 2001-2002:

“There are two different Elons, a good Elon and a bad Elon, and you never know which one you’re going to meet. The good Elon is funny, charming, someone you want to be a part of, someone you want to follow with big ideas. The bad Elon is loud, unfulfilled, difficult to work with because he feels that no one and nothing is enough or that you are not doing your job well enough. On the one hand, a good Elon who conveys his vision through inspirational speeches and ignites your passion for work by emphasizing the importance of what you do, and on the other hand, a bad Elon who fires all the top management…

 

When I first met him, he was in his late 20s, badly dressed, quite strange, but very bright and determined.  He wanted to prove that man could be a race of interplanetary travelers. When he showed me the first plans for the Falcon 1 and the first SpaceX vehicle they built, I was so impressed and wanted to be part of his vision. I worked as vice president of business development at SpaceX from December 2001 to September 2002. During that time I had a lot of conflicts with Elon; he yelled at me many times, I even had to change myself to the point of giving up on myself to work with him. One time he called me at three in the morning and asked where I was, why I wasn’t in the office! He said there is work to be done, you have to be here. He never expected anything from you that he wouldn’t do himself, but his demands were endless.

 

I think he would take Twitter to the next level in terms of productivity with his strong will. He always had a vision; he wanted everyone to be 100% aligned with the goals. Even though the goals were clear in his mind, he could not convey them to his employees with the same clarity. Twitter employees need to prepare themselves to be 100% aligned with his vision and mission. Otherwise Elon will treacherously walk all over them. But if they manage to align and have the courage to work with an overly dominant boss who demands all their time for their work, they will have a super fun journey. It depends on everyone’s expectations of life and career.”

 

In a nutshell, these visionary leaders, who are committed to taking humanity into space, to its development and ascension, are disregarding the basic needs of humanity, trampling on its very existence and creating the space-faring humanoids of the future. Moreover, as slaves to their own ambitions, they oppress not only their opponents but also themselves.

 

Now I ask you, what would you prefer – to be an interplanetary species that will go into space or to be a species that lives like human beings on earth in peace, love and tranquility?

 

That’s all from me!

Love from Barcelona.

November 13th 2022

 

*CNBC – 14 Eylül 2022: https://www.cnbc.com/2022/09/14/walter-isaacson-key-to-elon-musk-bill-gates-steve-jobs-success.html?utm_term=Autofeed&utm_medium=Social&utm_content=Intl&utm_source=Facebook&fbclid=IwAR2kS_jCvw44CaxgwBHcDbnpleqx9n0_lJSW0oXGfiiy7E58seld0mOTUOA#Echobox=1668241040

**Business Insider – November 4, 2022: https://www.businessinsider.com/working-for-elon-musk-spacex-workplace-culture-twitter-jim-cantrell-2022-11?utm_source=facebook.com&utm_medium=social&utm_campaign=sf-bi-main&fbclid=IwAR0wYPjCLcTejNjfT03CDefs8mFMRDdcXiMfaEibBa9wMAMs5Mi6XOZM5p8