Elon Musk ve Twitter mı dediniz?

Son bir haftadır Twitter’ın el değiştirme, alım süreçlerini ve ardından gelen yapısal değişimleri izliyorum. İtiraf ediyorum, bir Twitter kullanıcısı değilim. Bir ara içine girmeye yeltenmiş olsam da bana kaynayan kazan gibi geldiğinden fazla bulaşmadan çekildim. Ne var ki, bu platform olan biteni kişisel yorumlarıyla birinci ağızdan okuyabileceğiniz bir açık alan. Elon Musk, 44 milyar dolara aldığı Twitter’ı Yunan çağı Agora’sını kastederek dijital şehir meydanına benzetmiş. Çok haksız da değil. Sanki herkes, her konu ve her fikir orada. Her ne kadar Elon Musk herkesin kendini serbestçe ifade edeceği ve farklı seslerin duyurulabileceği demokratik alanmış gibi lanse etse de, acaba gerçekte, özellikle kendisinin başa geçmesiyle, ne kadar öyle? Örneğin, dijital çağın ve gelişmişliğin öncüsü, insanı uzaya taşıyacak gözüyle görülen bu kişi, insan ilişkileri ve insanın gelişimini hedef alma bakımından sizce nasıl bir lider profili çiziyor?

 

Son makaleleri haberleri takip ediyorsunuzdur. Elon Musk Twitter’ı almasının hemen akabinde çalışanların yüzde ellisini işten çıkarttı. Bu insanlara işten çıkarılma haberi Twitter’ın intranetine erişimlerinin engellenmesi ve bilgisayarlarının bloke edilmesiyle ulaştı. Birçok Elon Musk karşıtı hesapları askıya aldı veya onunla alay eden twitçilerin sesini tümüyle susturdu. Başa geçtiğinin ertesi gününe tüm çalışanlarını tam zamanlı ofise gelmek üzere emir verdi; her tür istisnai durumda kendisinin onayından geçme şartını koydu. Son olarak, kendi takipçilerine cumhuriyetçiler için oy vermeleri için zorladığı söyleniyor.

 

Bu yaklaşımlarının ne kadarı demokratik, insan odaklı ve bilgi ve gelişim çağına uygun diye sorsam? Musk’ın yeniden yapılandırmakta olduğu platform olsa olsa despotik yapıya kayan bir “şehir meydanı” izlenimini veriyor. Zira, yaratıcılığın ve inovasyonun yer alacağı bir arenada iç-müşteri dediğimiz çalışanlara yapılan böylesi muamelenin dış müşteriye, yani Twitter kullanıcılarına yaşatacağı demokratik ifade özgürlük deneyimi kuşku verici.

 

Bu olguyu bilimsel bir analizle yorumlamayı istiyorum, örgütsel davranış ve liderlik penceresine dayalı bir analizle. Beş yıldan fazladır liderlik eğitimleri ve dersleri veriyorum. Öğrencilerimle tarihten bugüne öne çıkan kişilerin liderlik yaklaşımlarını ve kişilik özelliklerini inceliyoruz. Bunların içinde Adolf Hitler, Winston Churchill, Martin Luther King, Rosa Parks’tan, Kraliçe Elizabeth’in babası Kral George VI, Kaptan pilot Chesley Sullenberger, Avukat Ruth Bader Ginsburg, Avukat James Donovan, bilim insanı Joan Stanley ve Steve Jobs gibi liderler var. Her birinin davranışlarını, insanlara ve olaylara yaklaşımını ve karakteristik özelliklerini analiz ederek bu kişilere bazı liderlik özelliklerini atfettik. Örneğin Kaptan Sullenberger’in otantik ve hizmetkar lider, Avukat Ginsburg’un dönüştürücü ve otantik lider, Hitler’in karizmatik ve otokratik lider, Jobs’un karizmatik ve dönüştürücü lider olduğu çıkarımına vardık. Elon Musk’ın davranışları ve yaklaşımlarını henüz öğrencilerimle olmasa da, kendim incelediğimde otokratik, transaksiyonel, dönüştürücü ve karizmatik bir liderin özelliklerini taşıdığını düşünüyorum.

 

Elon’ın her tür kararın kontrolünü elinde tutma isteyişi ve emredici yaklaşımı onu otokratik; çalışanların eski köye gelen yeni adetlere hızla uyumlanmalarını bekleyişi ve bireysel sorunlarını kendisiyle çözmeleri için cezai uygulamalara yönelişi onu transaksiyonel; inovasyon ve teknoloji çağının öncüsü olması bakımından yeni yönetim anlayışında cesur oluşu ve risk alışı onu dönüştürücü; ve son olarak kendine ve vizyonuna inanan, değişimi birlikte yaratma tutkusunu paylaşıp insanları etkileyen ve ilham veren biri oluşu onu karizmatik lider yapıyor. Sanki uçlarda gezinen ve farklı tiplemeleri andıran bu 4 liderlik özelliği birbirini çokça tamamlıyor. Örneğin, neden otantik veya empatik değil de karizmatik; neden demokratik değil de otokratik; neden duygusal ve sosyal beceri esaslı değil de fonksiyonel?

 

Elon Musk ve kendine benzer liderler çalışanlarını ve takipçilerini değil kendini merkeze alırlar; sevgi, şefkat veya empati gibi kavramlardan uzak kalmayı seçerler. Liderlik gücü takipçilerini etkileme, onlara ilham olma ve onların vizyon hedefler doğrultusunda gelişmelerini gözetme üzerine kurulu. Steve Jobs’un otobiyografisini yazan tarihçi Walter Isaacson*, Musk’ın Jobs ve Gates’e çok benzediğini, üçünün de karşısındakilerden sevgi beklentisi içinde olmadıklarını, vizyonlarından taviz vermemek adına her tür duygusal bağdan uzak kalmayı tercih ettiklerini, hatta duygusal becerilerini kullanmaları durumunda vizyonlarını kaybedecekleri düşünceleri olduğunu öne sürmüş.

 

Jim Cantrell**, Elon Musk’la çalıştığı ve SpaceX’i kurdukları 2001-2002 yıllarındaki deneyimlerini Business Insider’a şöyle aktarıyor:

İki farklı Elon var, bir iyi bir de kötü Elon; ne zaman hangisiyle karşılaşacağın belli değil. İyi Elon komik, çekici, büyük fikirleriyle peşinden sürüklediği ve parçası olmak isteyeceğin biri. Kötü Elon ise bağıran, amacına ulaşamamış, kimsenin ve hiçbir şeyin yeterli olmadığı veya işini yeterince yapmadığını düşündüğü birlikte çalışması zor biri. Bir yandan ilham verici konuşmalarıyla vizyonunu aktaran ve yaptığın işin önemini vurgulayarak iş tutkunu ateşleyen iyi bir Elon, diğer yandan tüm üst yönetim kademesindekileri işten çıkaran kötü bir Elon…

 

Onu ilk tanıdığımda 20’lerinin sonundaydı; kötü giyinen, oldukça garip, ama çok parlak ve azimli biriydi.  İnsanın gezegenler-arası yolculuk yapan bir ırk olabileceğini ispatlamak istiyordu. Falcon 1’e ait ilk planlarını ve ürettikleri ilk SpaceX aracını gösterdiğinde, çok etkilenmiştim ve vizyonunun parçası olmayı istedim. Aralık 2001’den Eylül 2002’e kadar SpaceX’in iş geliştirme başkan yardımcısı olarak çalıştım. Bu sürede Elon’la çokça çatıştım; defalarca bana bağırdı, hatta onunla çalışabilmek için kendimden vazgeçecek kadar kendimi değiştirmek zorunda kaldım. Bir sefer sabahın üçünde arayıp nerede olduğumu, neden ofiste olmadığımı sordu! Yapılacak iş var, burada olmalısın diyordu. Kendinin yapmayacağı hiçbir şeyi senden beklemezdi, ama taleplerinin ucu bucağı yoktu.

 

Güçlü iradesiyle Twitter’ı üretkenlik bakımından üst seviyeye taşıyacağını düşünüyorum. Daima bir vizyonu oldu; herkesin hedeflerle %100 uyumlu olmasını istedi. Hedefler zihninde net olsa da çalışanlarına aynı netlikte aktaramadı. Twitter çalışanlarının kendilerini vizyon ve misyonuyla %100 uyumlanmaya hazırlamalılar. Aksi taktirde Elon onları haince çiğner geçer. Ama uyumlanmayı başarırlarsa ve tüm zamanını işine talep eden aşırı baskın bir patronla çalışma cesaretini gösterirlerse, süper eğlenceli bir yolculuk yaşarlar. Herkesin hayattan ve kariyer yaşantısından beklentilerine bağlı.”

 

Sözün özü, insanlığı uzaya çıkaracak, gelişimi ve yükselişi için atılımlara soyunan bu vizyoner liderler, insanlığın temel gereksinimlerini hiçe sayarak, gözünün yaşına bakmadan varlıklarını çiğnemekteler ve geleceğin uzay yolcusu insanımsılarını yaratmaktalar. Dahası, kendi ihtiraslarının kölesi konumunda salt karşındakileri değil, bizzat kendilerini de ezmekteler.

 

Şimdi soruyorum size; tercihiniz ne olurdu -uzaya gidecek gezegenler-arası tür olmak mı, yoksa yeryüzümüzde barış, sevgi ve huzur içinde insan gibi yaşayan tür olmak mı?

 

Benden bu kadar!

Barcelona’dan sevgiler.

13 Kasım 2022

 

*CNBC – 14 Eylül 2022: https://www.cnbc.com/2022/09/14/walter-isaacson-key-to-elon-musk-bill-gates-steve-jobs-success.html?utm_term=Autofeed&utm_medium=Social&utm_content=Intl&utm_source=Facebook&fbclid=IwAR2kS_jCvw44CaxgwBHcDbnpleqx9n0_lJSW0oXGfiiy7E58seld0mOTUOA#Echobox=1668241040

 

**Business Insider – November 4, 2022: https://www.businessinsider.com/working-for-elon-musk-spacex-workplace-culture-twitter-jim-cantrell-2022-11?utm_source=facebook.com&utm_medium=social&utm_campaign=sf-bi-main&fbclid=IwAR0wYPjCLcTejNjfT03CDefs8mFMRDdcXiMfaEibBa9wMAMs5Mi6XOZM5p8

 

 

 

Dünya İnsanı Olmak ya da Olmamak…

Gündemi konu alan yazarlarımıza çok özeniyorum. Sanırım, olayların çok hızlı gelişmesi ve yetişemememden ötürü, yazılarımda kendi gündemimi genel yaşama bağlama eğilimim oluyor. Ancak bu yazımda son günlerde çok tartışılan, hatta belli bir zamana sınırlanmamış ve yüzyıllardır var olan bir olguya parmak basmak istiyorum. O da insanın sevgisizlik, nefret, ötekileştirme, şiddet ve canavarlaşma yoluyla bir dünya insanı olmasının önüne geçen en büyük engel, antisemitizm!

 

Türkiye’de doğmuş, 10 yaşıma kadar İstanbul’da büyümüş, 16 yaşıma kadar İsrael’de gençliğimi yaşamış, ardından 47 yaşıma kadar İstanbul’da hayatımı sürdürüp ve son beş senedir Barcelona’da yaşayan biriyim… Kim miyim? Sosyal kimlik olarak doğuştan bir kadınım, Türküm ve Yahudi’yim.  Sonradan sırasıyla öğretmen, eğitimci, anne, mentör vb. farklı sosyal kimliklere sahip oldum. Bunlara daha birçoğunu ilave edebilirim. Ama kendimi asıl tanımlayacağım kimlik olsa olsa bir “dünya insanı” olmaktır. Salt çok dil konuşuyor olmak, dünyanın birçok yerine gitmiş gezmiş veya yaşamış olmaktan değildir. Bir dünya vatandaşının algısı, tutumu, davranışları ve yaşayış biçimine sahip olduğumu düşündüğüm içindir.

 

Sizce dünya insanı nasıl biridir? Küresel alana açılmış, dünyaya mal olmuş ve tanınmış biri midir? Bence, ondan çok ötedir… Hizmetkar liderlik (servant leadership) özelliklerine sahiptir mesela. Kendisi önemli olduğu kadar toplumun diğer bireyleri de değerlidir onun için; kendinden olan değil sadece, farklı yaşam, geçmiş, kökler ve inanışa sahip olanları da kıymetli görür; her canlının bu evrende kusursuz bir yeri ve işlevi olduğuna inanır; ve eğer onlara destek ve yardım edebilecekse, bunu “bütünün hayrına” prensibiyle gönüllülükle, tutkuyla, sevgiyle, ve şefkatle yapar. Özetle, dünya insanı olmak çok kültürlü, çok boyutlu ve kendisiyle ve toplumla bütünleşik yaşamaktan ibarettir. Gerçek bir dünya insanı empati becerisi yüksek, kendine ve başkalarına şefkat duygusuyla yaklaşan, kendi ve herkese saf koşulsuz sevgi besleyen, sahip olduklarına ve olmadıklarına şükreden ve olanı çevresiyle paylaşarak zenginlik duygusu yaşamayı seçen biridir.

 

Örneğin, son günlerde antisemittik söylem ve demeçlerle dikkati çeken Kanye West’in bir dünya vatandaşı olduğunu söyleyebilir miyiz? Globalleşmiş bir kimliği olduğunu evet, diyebiliriz; ama tüm dünya insanına hitap edecek söylem ve davranıştan yoksun olduğu için bir dünya vatandaşı olması pek mümkün değil kanısındayım. Nefret, husumet veya ötekileştirme gibi nifak tohumları atan sözleri ve sonrasında mental sağlığı ve dengesizliğinin arkasına sığınan duruşuyla nasıl birleştirici, kapsayıcı ve sevgi aşılayıcı bir dünya insanı olabilir ki?

 

Yüzyıllardır toplumların belli kesimine karşı nefret söylemleri hep var olmuştur. Bunun en yaygını antisemitizm olsa gerek. Tarihten bugüne sürüyle toplumlar oluştu yok oldu, ne ilginçtir Yahudi toplumu pogromlardan soykırımlara, başına gelenlere rağmen yüzyıllardır yok olmadan varlığını sürdürdü. Yahudi toplumu, bir “günah keçisi” gibi, sevgisizlik ve insansızlık karanlığının içindeki nefret ve şiddeti kendine çekerek, bizlere gerçek sevgi ve şefkatin aydınlığını, gelişmişliğini ve ölümsüzlüğünü temsil ediyor, hatırlatıyor olabilir mi?

 

Mark Twain’in 1899 yılında yayımladığı bir yazı bunları çağrıştırıyor. Sözlerinin tonu sesi olmadığı halde, çok değişken duygular aksettirdiğini, hissettirdiğini düşünüyorum. Metni okumaya ve sizde yarattığı duyguları samimiyetle irdelemeye davet ederim:

 

İstatistikler doğruysa, Yahudiler insan ırkının yalnızca yüzde birini oluşturuyor. Bu, Samanyolu’nun alevleri arasında kaybolmuş, bulanık, loş bir yıldız tozu bulutunu akla getiriyor. Doğrusu, Yahudi’nin adının pek duyulmaması gerekir, ama duyulur. Her zaman duyulmuştur. O, gezegende diğer insanlar kadar öndedir ve ticari önemi, hacminin küçüklüğüyle aşırı derecede orantısızdır.
Edebiyat, bilim, sanat, müzik, finans, tıp ve karmaşık öğrenme alanlarında dünyanın en büyük isimleri listesine yaptığı katkılar da sayılarının zayıflığıyla orantısızdır. Dünyada her çağda muhteşem bir mücadele vermiş ve bunu elleri arkadan bağlı olarak yapmıştır.  Kendini beğenmiş olabilir ve bunun için mazur görülebilir. Mısırlılar, Babilliler ve Persliler yükseldiler, gezegeni ses ve ihtişamla doldurdular, sonra bir düş gibi kayboldular ve öldüler; Yunanlılar ve Romalılar onu takip ettiler ve büyük bir gürültü yaptı ve gittiler; başka halklar fırladı Kalkıp bir süre meşalelerini yüksekte tuttular ama meşale yandı ve şimdi alacakaranlıkta oturuyorlar, ya da yok oldular.  Yahudi hepsini gördü, hepsini dövdü ve şimdi her zaman olduğu gibi, hiçbir çöküş, yaşlılık kusuru, parçalarında zayıflama, enerjisinde yavaşlama, uyanık ve saldırgan zihninde hiçbir donukluk göstermedi.  Yahudi dışında her şey ölümlüdür; diğer tüm güçler geçer, ama o kalır.  Ölümsüzlüğünün sırrı nedir?”  – Mark Twain

 

Sizce sözleri şu duygulardan hangisini içeriyor: Hayranlık, özenme, idolleştirme mi? Şaşkınlık ve merak mı? Gıpta, imrenme ve kıskançlık mı? Kendini güçlü, kudretli, üstün ve değerli hissetme mi? Empati, şefkat, sevgi ve minnet mi? Yoksa öfke, utanç suçluluk mu? Belki hiçbiri, belki hepsi… Aynı anda tümünü hissedebiliyor insan. Nereden, hangi geçmişten, hangi büyütülme şartlarından geldiğimizle ve hayata ve insanlara nasıl baktığımızla doğrudan ilintili. Dahası, bu duyguların hepsi doğal ve insana has olduğundan içimizde bunlardan birkaçını duymamız kadar tabi bir şey olamaz. Ama asıl tabi olmayan -hatta kabul edilemez olan- duygularımızı nasıl ifade ettiğimizdir, neye kullandığımızdır ve kendimizi ne türden hareket ve davranışlara ittiğimizdir.

 

Bu duyguları keşfetmeyi ve daha iyi anlamayı arzu edenlere Psikolog ve Endüstriyel Psikolog Brené Brown’ın HBO Max’teki 5 bölümlük Atlas of the Heart serisini öneririm. Duyguların yaşamımızdaki rolünü ve bizleri harekete geçirdiği gerçeğini vurgulayan Brown, duygular alanındaki çalışmalarıyla bir önder kabul edilir. Dünyanın tanıdığı Kanye West’in antisemittik demeçleri üzerine sosyal medya hesabında paylaştığı sözleriyse birleştirici nitelik taşımaktadır.

 

Yahudi dostlarımın yanındayım; Yahudi cemaatinin yanındayım; sevgiyle! Antisemitizm sevgisizliğin (lovelessness) ve insandışılaştırmanın (dehumanization) somut örneğidir. Sevgisizlikten yana olduğunda kendini veya bir başkasını sevemezsin. Her formuyla antisemitizm şiddettir. Biz insanları birbirine bağlayan unsurları  yıpratır.” – Brené Brown – 25 Ekim 2022

 

Son cümleyle… Sevgisizlik, nefret ve şiddet olgusundan uzaklaşmak ve “Bir daha asla!” diyebilmek için, hepimizi küresel çapta bilinir insan olmaktan çok bir dünya insanı olmaya ve o yolda ustalaşmaya davet ediyorum… Valencia’dan Sevgiler…

28 Ekim 2022

To Be a World Citizen or Not To Be…

I envy our writers who write about their agenda. I guess because of the rapid development of events and my inability to keep up, I tend to connect my own agenda to the general life in my articles. However, in this article, I would like to point on a phenomenon that has been discussed a lot in recent days, and that is not even limited to a certain period of time, but has existed for centuries. That is antisemitism, the biggest obstacle that prevents human beings from becoming people of the world through lack of love, hatred, polarization, violence and monstrosity!

 

I was born in Turkey, grew up in Istanbul until I was 10 years old, lived my youth in Israel until I was 16, then continued my life in Istanbul until I was 47 years old, where since then I have been living in Barcelona… Who am I? As a social identity, I am a woman, Turkish and Jewish by birth.  Later on, I had different social identities such as teacher, educator, mother, mentor, etc. I can add many more to these. But the main identity I would define myself as is a “world citizen.” It is not just because I speak many languages, have traveled or lived in many parts of the world. It is because I think I have the perception, attitude, behavior and way of life of a citizen of the world.

 

What do you think a World citizen looks like? Is s/he a globally recognized and globally known? I think s/he is much more than that… He or she has servant leadership qualities, for example; values other members of society as much as valuing him or herself; values not only her own, but also those with different lives, backgrounds, roots and beliefs; believes that every living being has a perfect place and function in this universe; and if she can support and help them, she would do so voluntarily, passionately, lovingly and compassionately, with the principle of “for the good of the whole”. In short, being a world citizen is about living in a multicultural, multidimensional and integrated way with oneself and society. A true person of the world is someone who is empathetic, who has compassion for themselves and others, who has pure unconditional love for themselves and everyone, who is grateful for what they have and what they don’t have, and who chooses to experience a sense of enrichment by sharing what they have with others.

 

For example, can we say that Kanye West, who has recently attracted attention with his anti-Semitic rhetoric and statements, is a citizen of the world? Yes, we can say that he has a globalized identity, but I think it is not possible for him to be a world citizen because he lacks the discourse and behavior that would appeal to all the people of the world. How can he be, a unifying, inclusive and a loving world citizen, with his words that sow seeds of discord such as hatred, animosity or polarization, while hiding behind his mental health and instability?

 

Hate speech against certain segments of society has existed for centuries. Antisemitism is probably the most widespread. Many societies have emerged and disappeared throughout history, but interestingly, from pogroms to genocides, despite everything that it has gone through, the Jewish community has survived for centuries without disappearing. Could it be that the Jewish community, like a “scapegoat”, represents and reminds us of the brightness, sophistication and immortality of true love and compassion, by attracting hatred and violence in the darkness of lovelessness and inhumanity?

 

A Timeless Note from Mark Twain About the Jewish People, published in the year 1899, evokes this. Although one cannot hear tone of his words, I think it conveys or makes you feel very diverse emotions. I invite you to read the text and sincerely examine the emotions it creates in you:

 

If the statistics are right, the Jews constitute but one percent of the human race. It suggests a nebulous dim puff of star dust lost in the blaze of the Milky Way. Properly the Jew ought hardly to be heard of, but he is heard of, has always been heard of. He is as prominent on the planet as any other people, and his commercial importance is extravagantly out of proportion to the smallness of his bulk. His contributions to the world’s list of great names in literature, science, art, music, finance, medicine, and abstruse learning are also away out of proportion to the weakness of his numbers. He has made a marvelous fight in the world, in all the ages; and has done it with his hands tied behind him. He could be vain of himself, and be excused for it. The Egyptian, the Babylonian, and the Persian rose, filled the planet with sound and splendor, then faded to dream-stuff and passed away; the Greek and the Roman followed, and made a vast noise, and they are gone; other peoples have sprung up and held their torch high for a time, but it burned out, and they sit in twilight now, or have vanished. The Jew saw them all, beat them all, and is now what he always was, exhibiting no decadence, no infirmities of age, no weakening of his parts, no slowing of his energies, no dulling of his alert and aggressive mind. All things are mortal but the Jew; all other forces pass, but he remains. What is the secret of his immortality?” – Mark Twain

 

Which of the following emotions do you think his words convey? Admiration, envy, idolization? Amazement and curiosity? Envy and jealousy? Feeling powerful, mighty, superior and valuable? Empathy, compassion, love and gratitude? Or anger, shame, guilt? Maybe none of them, maybe all of them… One can feel all of them. It is directly related to where we come from, our background, the upbringing we have and the way we view life and people. Moreover, since all of these emotions are natural and human, it is only natural that we feel a few of them. But what is not natural -and even unacceptable, is how we express them, what we use them for, and what kind of actions and behaviors we push ourselves into.

 

For those who wish to explore and better understand these emotions, I recommend the 5-part Atlas of the Heart series on HBO Max by Psychologist and Industrial Psychologist Brené Brown. Emphasizing the role of emotions in our lives and the fact that they drive us, Brown is considered a pioneer in the field of emotions. Her words shared on her social media account in response to Kanye West’s anti-Semitic statements are unifying.

 

I stand with my Jewish friends; I stand with the Jewish community; with love! Antisemitism is the epitome of lovelessness and dehumanization. You cannot love yourself or anyone else when you are in favor of lovelessness. Antisemitism in all its forms is violence. It erodes the elements that bind us as human beings.” – Brené Brown – 25 October 2022

 

In the last sentence… In order to move away from the phenomenon of lovelessness, hatred and violence and to be able to say “Never again!”, I invite all of us to become a world human being rather than a globally known human being and to master that path…

 

Love from Valencia…

October 28th, 2022

Bucket List

Last week, October 11, 2022, I did one of the craziest, the most insane and perhaps the undoable thing in my life. It was something that I had in mind for a long time but had neither courage nor time to do it. I still cannot believe I did it.  Looking back, it feels like a gap between reality and a memory. Difficult to explain… Imagine a nightmare you breathlessly wake up from, hardly able to distinguish whether it’s real! For sure, mine was not a dream! It was real… What was real indeed, were the shifts in emotions, attitudes, and perceptions towards life, rather than the act itself! Just like a breakthrough, it opened a doorway to stretch my limits, reexplore myself and experience a new sense of freedom.

 

You must be saying “Come on…. what is it! What have you done?” The truth, even while typing these lines my heart is pounding loudly. What I did really feels abnormal! So… what I did is… I went up to the blue sky -the sky at which any normal person with their feet on the ground would look up; climbed to 4200 meters high and jumped down! That’s what I did; I skydived from 4200 meters! The crucial part is how I did it, with whom, which tools and with which courage… that is a story of its own! I’ll try to explain…Why? Definitely not to show off! The contrary, to share how I felt and what I added to my life as experience. While putting these into words, I come to realize even more… At this very moment (October 16th, 2022; Sunday 12:47), while typing, I still vividly feel and live those moments… And, what impacted me most was not the jump itself; but all that went in my mind and heart, up until I let myself down that plane… Plus the self-reflections I had later…

 

So… It all happened on a Tuesday morning (October 11th) at a town called Empuriabrava (https://www.skydiveempuriabrava.com/), 1,5 hours’ drive from Barcelona. My husband, daughter and I arrived there, anxious, and unsure about what’s expecting us. After registration we met our instructors with whom each would tandem jump. We put on the equipment, got briefed and headed to the plane. Taking the engine’s hot air onto our faces, we got on board a tiny tube-like propeller plane. We left all our personal stuff at the office. Being always on top of things -in case of emergency- I gave my mom’s number and told the location of our house key to a friend, who randomly had called to ask where we were going that morning… (Reflecting back, I realize the magnitude of the responsibility I put on her shoulders!) Although having made my mind up for the dive, I also texted my ear doctor to ask if there would be any risk from pressure change due to high altitude. By the time the response came, I was on my way up in the sky…

 

Buckled-up, seated side-by-side, facing one another, in that narrow space, all 15 of us were heading upwards into the sky. Opposite me was my instructor Xavier, my husband on his left and the cameraman to record my jump (out of anxiety, my mind seems to have missed processing and recording his name) on his right; at two of my sides were my husband’s instructor and cameraman… Since we were last to jump, we were by the cockpit. We could see all the flight control panels. Nevertheless, I barely saw anything; my eyes were looking; but the mind simply wasn’t processing; all I knew my heart was about to pop out! My daughter, that was to jump first, was sitting at the other end of the plane, by the exit. I could hardly see her face across the 8-10 heads between us. She too was excited! Hers was a different kind; mixed with courage and youthfulness…

 

On our way up, we were chatting about this and that… Everything was getting smaller and smaller, out of the tiny window behind me. I could see lands, clouds, just like the scenery I am accustomed to see from a Turkish Airline flight. But neither I nor my gazing eyes and feeling heart were the same. The instructor next to me showed the altimeter and said, “we are at 1500 meters, we’re heading up to 4200 meters, we still have more to go.” In half shock I asked myself “Gooosh… what the heck am I doing here… what the hell are we doing?” and turned back to him and said, “just remind me not to do this again!” That, in fact, was a message I was telling myself! Later my husband said that my face was as white as a wall!

 

In between all these, suddenly, I gave a pause! I decided to clear myself from these fuzzy emotions and thoughts; by inhaling, taking deep breaths… by letting myself notice the reason me being there… by searching inside myself, cognitively being aware and reflecting to myself. And I realized that this was one of the things I wanted to do -like a Bucket List*- my entire life, and here I was to do it. This was my conscious choice and free will to be there… I was there because I truly wanted to have the experience, despite the enormous fear and anxiety. I was determined and I wanted to enjoy it!!!

 

Finally, the time has come. We, the tandem jumpers, began getting prepared; in a kangaroo-like manner, each got attached to his instructor, straps firmly and safely connected, finally were ready for the jump. Exit door opened and there was my daughter ready to go… I placed a kiss on my palm and blew it towards her. She, catching the kiss with her palm, placed it on her chest -her heart! Doing the same, she too sent me a kiss. Then…. Hoop, she jumped!  There was neither anxiety nor fear, but I felt mere joy and happiness! Through a flashback, I went back 18 years in time; to the day she was born, the moment I had her in my arms; when she was a tiny, naïve, and vulnerable baby… All of a sudden, watching her jump out of the plane felt like rebirth; becoming a grown up mature young woman, who is smart and skillful, knowing herself and being in charge of her life. That was the moment I realized; my daughter grew up!

 

While busy thinking about all these, all solo divers had jumped, and it was our turn… Standing by the exit, facing the -10 degrees freezing cold, I turned to my husband and said “bye…” My cameraman had already jumped and up in the air he was waiting for me! I took a deep breath, looked down and thought “this is it, just enjoy!” Xavier and I made that small leap and began going down in open air at full speed. Like birds… flapping our arms, as if flying or swimming in the air and were whirling round and round for a minute or so… “Shirli, this is real… you are free falling…” (Actually, we were falling down, in full speed!) I thought, “…and you, were about to kill this experience with your fear and anxiety!

 

It was an amazing experience. At the end of that one-minute Xavier pulled the shroud line to open the parachute. Going down in full speed, we instantly began bouncing upwards, and floating up in the air. For another five minutes or so we fluttered down, slowly making our way down, making rounds… Apart from the magnificence of the scenery beneath my feet; conceiving the reality -of me and my white Nikes floating in the air in that scenery, was even more amazing. No words to describe this sensation! I flew like a bird and was about to land. Fear would be inevitable, as this was a totally an unfamiliar experience… But the urge to enjoy the moment and take the best of its marvels just outnumbered the fear. This was, what one may call adrenaline at its peak! When we landed back at the initial point, I felt no fear, anxiety, or excitement. Instead, there were a lot of new revelations, pieces of awareness, and loads of emotions and thoughts…

 

I noted some of my takeaways below…

  • My daughter’s jump somewhat symbolizes the cutting of the umbilical cord once again and signifies as her flying off and living her life on her own. The two critical moments in her life, me giving birth and her jumping down the plane, got united.
  • This was the first time ever in my life, that I chose to trust and handover my life to someone I barely know. I indeed did trust him! Even though I had had many workshops and personal development programs, never have I had a trust test as this one before.
  • Corona and the pandemic had taught us how we cannot have any control over our lives. Personally, I consider myself having had significant progress. For the first time I was able to let go of the control and hand it over to an expert.
  • I realized that holding on to having control does no good! Because, while we are busy with keeping it, we are actually missing out the real experience. Once we learn to let go, we’ll truly let ourselves be able to enjoy life and its marvels. Despite saying “I won’t do this again” before the jump, surprisingly I said, “I’ll do it again!” during the 60-second freefall.
  • Besides the issue of letting go control, I had the chance to experience something incredible with my own choice and will. I am referring to the dreadful sensation of coming face-to-face with death and experiencing fear. Well, I must admit I somewhat met the angel of death twice in my life, where both brought such takeaways that were key in leading my life then after. The first was in 1999, at time of the destructive Gölcük earthquake; in those 47 seconds of earth shaking, I remember promising myself, “Shirli, if you get to survive this nightmare, you shall change what you don’t like and live as you like.” The second incidence was in 2016, on a Turkish Airline flight from New York to Istanbul; we had to make an emergency landing to Halifax because of a technical issue -where soon after we learnt it was a bomb alert. It was then that I said to myself “Shirli, you’re here with your husband and daughter; if this is the end, there’s nothing to do; until today you’ve carried a life fulfilled in a way you wanted, you achieved your goals, on the other hand, there is so much more you want to further accomplish…” and promised myself, “If you survive this craze, you shall not change anything, and will go on living as you’ve been doing.” This skydive was the third experience… Once again, I was facing the fear of death, but with a great distinction, which it was with my own will, deliberately, to explore and stretch my limits. This time I promised myself “Shirli, if you want to enjoy the marvels of life, let go of the control.” So, that’s what I did, and doing!
  • Unsurprisingly, my ear doctor eventually did call and text me, while I was up in the air. Guess what, he said! “Do it! Not even with a single doubt!” He even asked if I had done it and how the experience had been. I responded him with a video recording saying, “it was awesome, amazing, incredible!
  • Frankly, I did not share this outrageous thing I had done with many people. Interestingly, as time goes by, it gets normalized; I perceive it as more normal than abnormal. Almost everyone whom I told reacted with shock, either saying things like “God, what have you done!” or being speechless -who in particular were my parents! Their reflections signified the abnormality; however, all of the takeaways I had at the end and the courage for another jump made it quite normal! Needless to mention the small detail that my instructor Xavier did his 5th jump with me that morning. Now the crazy question is revolving in my mind: What I had done, was it abnormal or quite normal? This question I leave to you!

October 16th, 2022

 

*Bucket List is derived from the expression kicking the bucket that means dying. It was proposed by the scenarist and film director Justin Zackham, in 1999, by adding the word list as reference to realizing one’s dreams before death. In 2007, he directed his film with the same title Bucket List, starring Jack Nicholson and Morgan Freeman. Perhaps the film and its title has inspired many to realize their dreams before death.

 

Güzel Çirkin

Bu yazıyı bir cennet köşesinden, doğanın sadeliği ve güzelliğinin içinden yazıyorum… Ve tüm saflığıyla size sormak istiyorum… Aynaya baktığınızda ne görüyorsunuz? İç sesiniz genelde ne gibi mesajlarla sizi yönlendiriyor? Çoğunlukla hangi gözler ve sözler hâkim, sizi yücelten mi yoksa yeren mi? Acaba bu neye bağlı, kendi iç sesinize mi, yoksa dış ses ve söylemlere mi? Peki ya kendinizi nasıl biri olarak görüyorsunuz? Sevmeye ve sevilmeye değer güzel insan mı, yoksa kendinden nefret eden, kayda değer özelliği olmayan ve sevilmeyi hakketmeyen biri mi? Bu sorularıma yanıt aramadan önce aşağıdaki şiiri okumanızı öneririm…

 

Çok çirkinim!

O yüzden beni ikna etmeye çalışma ki

Çok güzel bir kişiyim

Çünkü eninde sonunda

Her konuda kendimden nefret ediyorum

Ve kendimi şu yalanla kandırmayacağım:

İçimde kayda değer bir güzellik var

Hatta emin ol kendime hatırlatacağım ki

Değersiz ve berbat bir insanım

Ve hiçbir dediğin beni inandıramaz ki

Sevgiyi hakkediyorum

Çünkü ne olursa olsun

Sevilmek için yeterince iyi biri değilim

Ve şuna da inanacak durumda değilim ki

Gerçekten içimde güzellik var

Çünkü ne zaman aynaya baksam düşünürüm

İnsanların dediği kadar çirkin miyim?

 

Veee… şiiri okudunuz… Ne düşünüyorsunuz? Bu dizeler size neler hissettirdi? Kendinizle ilgili “evet, çirkinim ve değersizim” algısını mı onayladı, yoksa “hayır efendim, ne münasebet, bu kesinlikle beni yansıtmıyor ve gayet sevilen, iyi ve güzel biriyim” düşüncesi mi uyandı? Belki sinir bozucu buldunuz, belki sizi huzursuz etti, belki de hiç etkilemedi. Ama eminim ki az biraz düşündürttü… Kendinize nasıl baktığınız, nasıl konuştuğunuz ve nasıl algılandığınıza dair birtakım farkındalıklar getirmiş olabilir. Belki…

 

Şimdi, bir anlığına durmanızı, sıraladığım soruları bir kenara bırakmanızı ve şiiri yeniden tersten, yani aşağıdan yukarıya doğru yeniden okumanızı istesem…

 

Japon ressam Kazuo Shiraga’ya (1924-2008) ait 1964 tarihli yağlı boya tablosu, MoMA, NY.

 

Eveeeet…. Aynı şiiri tersten okudunuz… Ne oldu? Ne gibi hisler düşünceler uyandı? Bu dizeler sizde nasıl bir etki yarattı? Aklınızdan geçenleri çok merak ediyorum… Acaba bu şiir sizi ne kadar anlatıyor? Daha doğrusu, dizeleri iç sesinizi ne ölçüde yansıtıyor? Hatta gerçekte hangisini yansıtıyor; iç sesinizi mi, yoksa dış seslere dayalı kendinizi algılama biçiminizi mi?

 

Yanıtlaması zor sorular, farkındayım. Kendimden örnek vereyim: Bu şiir karşıma çıktığında ilk okuyuşumda, kendi kendime “yaaa… evet olabilir; sevilmeyi hak etmeyecek kadar değersiz biri olabilirim, zira bunu defalarca çeşitli kişiler ve olaylar sayesinde deneyimledim ve hissettirildim” diye geçirmiştim içimden. Çok acayip bir algı değildi benimkisi… Sonuçta başkalarının gözünden ve davranışlarından yola çıkarak kendimizi keşfedip tanımıyor muyuz? Kendimi algılayışım, görüşüm, bakışım ve değerlendirişim salt kendi iç algıma veya iç bakışıma değil, dışımdaki olaylar ve kişilerle doğrudan bağlantılı.

 

İlginç olan, şiiri tersinden okuduğumda oldu. İlk tepkim, “dur bir dakika; bu dizelerin -ne düzden ne de tersinden, hiçbir ifadesi kendimi algılayış biçimimi yansıtmıyor, yansıtamaz! Ben sevmeye ve sevilmeye layık biriyim; içimde iyilik şefkat ve sevgi var; ve bundan bir zerre kadar şüphe duymuyorum” oldu. Nasıl mı? Çünkü, şu yaşıma gelmişim, kendimi biliyor ve tanıyorum; deneyimlerim ve hasbelkader yaşam tecrübelerim sonucunda insanların söylem veya düşüncelerini değerlendirerek ve kendi iç sesimin süzgecinden geçirerek kendimi değerlendiriyorum; kendimi gerektiğinde yargılıyorum veya onaylıyorum. Yani, kendimi çevremdekilerin yansımaları sonucu keşfediyorum; sonrasında kendime soruyor ve onaylama veya yargılama arasında iç sesimle seçim yapıyorum.

 

Vurgulamaya çalıştığım şey şu: öz değerlememiz, öz saygımız ve öz benliğimiz; ve tabii ki akabinde gelen yargılamalarımızla onaylamalarımız iç seslerimize dayalı olmaktan çok, dışımızdan gelen mesajlar ve söylemlere bağlı oluyor genelde. Psikolojide bu algılama biçimine nöroalgı (neuroception) terimiyle iç algı -veya içe bakış (introception) ve dış algı -veya dışa bakış (extroception) olarak geçer. İdeal olan veya arzu edilen, kişinin kendi iç algısına dayalı bir kendini değerlendirme ve onaylama mekanizmasını inşa etmesi. Halbuki, yeni gençliğin tüm benlik inşasının dış algı ve yansımalar üzerine kurgulu olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı?

 

Özetle, kendimizi algılayışımıza ve benliğimizi inşa edişimize dikkat çekmek istedim. Şu kısacık şiiri doğrudan veya tersten okurken dahi bizde türlü hisler yaratıyorsa eğer, o zaman bir durup aynaya bakmalı, aklımızdan geçen laflara kulak vermeli ve içlerinden iç algı ile dış algı arasındakileri ayıklayarak aralarında dengeyi aramalıyız. Algımız salt dış bakışa dayalı olmayacağı gibi, salt iç bakışa da olmamalıdır.

 

Dip not: Tersine şiir (reverse peom) diye geçen Pretty Ugly (2018) başlıklı bu şiir, Abdullah Shoaib adlı şaire aittir. Orijinal (İngilizce) versiyonu aşağıda. Türkçeye çevirim orijinalindeki etkiyi yansıtmamış olabilir. Size önerim, “zihni sinir” sorularımı orijinalini okuyarak yeniden değerlendirmeniz…

İzmir Tırazlı Köyünden sevgilerimle…

10 Temmuz 2022

 

Pretty Ugly

by Abdullah Shoaib 

I’m very ugly

So don’t try to convince me that

I am a very beautiful person

Because at the end of the day

I hate myself in every single way

And I’m not going to lie to myself by saying

There is beauty inside of me that matters

So rest assured I will remind myself

That I am a worthless, terrible person

And nothing you say will make me believe

I still deserve love

Because no matter what

I am not good enough to be loved

And I am in no position to believe that

Beauty does exist within me

Because whenever I look in the mirror I always think

Am I as ugly as people say?

 (Now read bottom to top)

 

Varoluşçuluk Üzerine Bir Deneme!

Bir önceki “Varoluş Özden Önce Gelir!” başlıklı yazımda Yavaş Ölüm şiiri üzerinden varoluşçu felsefesine değinmiştim. Sanat ile sanatçının yeri ve arasındaki önceliği konusunda birkaç soru yöneltmiştim; hatta kendimce doğru gelen düşünceyi öne sürmüş, “Peki ya sizce?” diyerek okuyucuya fikirlerini sormuştum. Çok harika geri dönüşler aldım; sayıca az, ama derinlik bakımından çok ama çok zengin. Bir makalenin ardından gelen yorumların yarattığı çarpan etkiyi ve düşünce zenginliğini paylaşmak istiyorum bu yazımda. Çünkü, aynı sevgi gibi, bilgi ve fikir paylaştıkça çoğalıyor… Bundan da herkes payını alabiliyor.

 

İşte… Değerli yorumlardan doğan yeni çıkarımlarım alıntılamalarıyla aşağıda…

 

  1. Varoluşumuzun ardında yaşanmışlık kadar yaşanmamışlık da aynı ölçüde etken. Kurtul şu kaçırma hissinden, yaşamana bak!

 

…şairler veya yazarlar kendi varoluş hikayeleri ile üstü örtülü şekilde karşımızdalar… Ya yaşanmışlıklar ya da yaşanmamışlıklar… Benim anladığım bu. İster yaşanmışlıklardan kendine pay çıkar ister yaşanmamışlıkların pişmanlıkları ile debelen. Her insanın varoluş hikayesi kendine has. Kişi, şairin dediği gibi güvenlikli alanında yaşamaktan mutlu olur ve yaşadığını sanır veya kendi güvenlikli alanından çıkıp yeni deneyimler yaşar, sonuçta o da mutlu olduğunu sanır… Ancak her ikisinin ortak noktaları ikisi de yaşar; biri kendi yaşadığı deneyimlerin diğerinin de yaşamasını ve daha mutlu olacağı düşüncesiyle telkin eder, ancak gerçekte bu çok da etkili olmaz, çünkü her düşünce şekli kişiye has olup duygu tatminleri bireysel kalır.” – Rana

 

Yaşanmamışlık da bir yaşanma hali değil mi aslında?” – Pemi

 

  1. Olayları nasıl ele aldığımız, hangi ihtiyaçlarımızı veya yoksunluğumuzu giderme çabasında olduğumuza bağlı. Çünkü “Olayları değiştiremiyoruz. Tek müdahale edebileceğimiz olaylara bakış açımız.” – Pemi

 

“Sonuçta yaşama içgüdüsünü her ne kadar duygular yönetse de aslında ayakta kalmak, kişinin varoluşu maddi ihtiyaçların tatmini ile güçleniyor. O halde kişi şairin dediğine göre duygusal ihtiyaçlarını karşılamadığı sürece yavaş yavaş ölüyor, ancak diğer taraftan maddi ihtiyaçlar karşılanmadığı sürece de duygusal yıkımlarla daha da hızlı ölüyor…” – Rana

 

  1. Her bireyin ihtiyacı ve tatmin olma seviyesi değişkenlik gösterir, ancak belirleyici olan olumlu, açık ve kabullenici bir bakış açısı.

 

Yaşanmamışlıkları yaşayınca keşke herkes mutlu olabilse… Yine de şair konuyu pozitif düşünceyle irdelemiş, her zaman pozitif düşüncenin yanında olmuşumdur… Hayatta varoluşun tek gerçeği pozitif akıl ve ruh.” – Rana

 

  1. Algısal olarak, hiçbir zaman Goldilocks Etkisini* yakalayamayız. Daima tenkit edeceğimiz, söyleneceğimiz, değiştirmek isteyeceğimiz ve bizi mutsuz kılacak şeyler olacak. Diğer yandan, Budizm ve Uzak Doğu felsefeleri her şeyin olması gerektiği gibi ve ölçüde olduğunu savunur. Hayat ve yaşam serüveni ikisinin arasında bir şey mi acaba?

 

Kişi her zaman çok erken ya da çok geç ölür ve yine de hayat oradadır, bitmiştir. Çizgi çizilir ve hepsinin toplanması gerekir. Sen hayatından başka bir şey değilsin der Jean-Paul Sartre. Dolayısı ile konfor alanlarımızı zorlamak ve dışına çıkmak var olmanın dayanılmaz hafifliğini hissedebilmek yaşamın özü diye düşünüyorum… Goldilocks ve Üç Ayı hikayesinde olduğu Just the right size, taste vs. gibi. Bunu yakalayabilmek iste varoluşun özü. Ve bundan memnun olabilmek.” – Begüm

 

  1. Yaşanmışlıklar (veya yaşanmamışlıklarla) beraber yaş aldıkça, felsefe altyapısına sahip olmasak dahi felsefi düşünceler ve çıkarımlar yapacak mertebeye geliyoruz. Tek elzem olan, deneyimlerimiz üzerine düşünce üretmek, ürettiklerimizi paylaşmak ve yenilerine kendimizi açmak.

 

Ben felsefeden hiç anlamam ama insan kendi ruhu ile barışık dünyanın neresinde olursa olsun iki kahkaha atabiliyorsa en büyük zenginliğe sahip gerisi boş.” – Yasemin

 

  1. Bizi etkileyen ve aklımızda kaldığını düşündüğümüz anlar, başkalarının bize yaptığı veya söylediklerinden çok bizi nasıl hissettirdikleriyle ve bizde bıraktıkları hislerle ilgilidir. Yani, kalıcı etki bırakan sanatçının kendi değil, hatta sanatı da değil; sanatının bizde yarattığı duygulardır ve bu kişiden kişiye değişir.

 

Yazının içindeki soruyu hala düşünüyorum… Bir sanat eserine bakarken ya da onu okurken aklımda kalan bana hissettirdiği yeni tanıştığım duygular ve zihnimi farklı açılardan zorlaması oluyor. Yani benim dünyamda sanırım “yaratıcıdan” çok “yaratılan olgu” geriye kalıyor. Bu tabi ki “sanat” söz konusu olduğunda. (Ben de şiir Neruda’nın sanıyordum, yazınızdan sonra aslında bir kadına ait ve onun hayatta olduğunu öğrenmek beni çok mutlu etti, kendisini diğer yazıları için takibe aldım.” – Senem

 

  1. Sanatçının sanatının önüne geçmesi kişinin temel ihtiyaçlarına, kişisel güdülerine, toplumsal akımlara ayak uydurma gereksinimine ve en önemlisi maddi kaygılarına bağlı. Son dönemde birçok isim olmuş kişinin imajını ve mertebesini korumaya odaklanarak çalışması özünden, özgün motivasyonundan ve başlangıç noktasından kopmasına, sanatı için değil de kendisi için çalışmasına ve bunun sonucunda yarattığı sanatın kalitesinde değişkenlik göstermesine sebep olabiliyor. İcraatlarıyla değil de şahsıyla isim yapan ve etki bırakanlar “sanat sanat için” olgusundan çok “sanat sanatçı için” algısını yaratıyor.

 

Bazı eserler daha çok sanatçısını tanıdığınız zaman ya da çabasını, sanat yolculuğunu bildiğiniz zaman anlam kazanabiliyor sanırım. Picasso’nun bazı resimleri var bana göre, Picasso’nun yaptığını bilmesem yüzüne bakmam. Sanat sanat içindir ya da Sanat toplum içindir tartışmasında sanatı sadece sanat için yapan ve anlaşılma ya da mesaj derdi gütmeyen eserlerin hepimiz tarafından beğenilip, sanatçısının önüne geçmesi daha zor sanki. Ama bu şiir gibi eserler zaten çok çarpıcı, net ve akılda kalır olduğu için sanatçısının önüne çok rahat geçebiliyor. Eğer yazan yazarın maddi sıkıntısı yoksa bence bir sıkıntı da yok. Sonuçta duygusal nedenlerle yapılsa da sanatçıların da paraya ihtiyaçları var. Ben şair olsam, dünyada herkes şiirimi bilse ama benim yine de karnım açsa, bir içim burkulur yani.” – Sevkan

 

Bir kişi yarattığının önüne geçiyorsa bir daha aynı güzellikte yaratabilmesine de engel oluşturuyor demektir, okurken bu şekilde düşündüm. İnsanlar geçici ama yaratılanlar kalıcıdır. Aristoteles bir kişi ancak bu hayata kattıkları hiç kimse tarafından hatırlanmadığı gün ölür demiş, yani devinimi anlatmış.” – Ela

 

  1. Aşırı çabalar ve ihtiraslar olmadan, insan kendi halinde yaşayabilse, oldukça mutlu olabilir. Belki de Goldilocks etkisini ve getirdiği doygunluk hissini baltalayan en büyük etken, kıyaslama ve diğerleri ne yapıyorsa arkada kalmama güdüsü. Kişi kendini kendiyle, yani dünkü haliyle kıyaslamaya başladığında ancak huzurla yaşar ve ölür. Afrika Atasözünün dediği gibi, “Her sabah bir ceylan ve bir aslan uyanır, bir önceki günden daha hızlı koşma çabasıyla…”

 

Acaba ben şiiri yanlış mı anladım? Bir köyde yasayıp, hiç seyahat etmeden hayatını geçiren, zaten herkesi tanıdığı için başka yeni kişi ile tanışmasına da gerek olmayan, sadece tarlada ve evde çalışan kişi nasıl ölüyor? Bence arada kibir olmasın yeter, kalp kalbe değsin yasam öyle güzel ki…” – Anonim

 

Bu seferlik benden bu kadar.

Sevgiler.

16 Mayıs 2022

 

*Goldilocks Etkisi: Evreni bir araya getiren elementlerin ne az ne de çok, ama tam yeterli oranda bir araya gelip bizim bildiğimiz evreni daha yaşanabilir bir dünyayı meydana getirmesine denir. https://en.wikipedia.org/wiki/Goldilocks_principle

 

Varoluş Özden Önce Gelir!

Yavaş Ölüm

Yavaşça ölmeye başlarsın;

Seyahat etmediğinde,

Okumadığında,

Yaşamın seslerini dinlemediğinde,

Kendine değer vermediğinde.

Yavaşça ölmeye başlarsın;

Öz-saygını öldürdüğünde,

Sana yardım etmelerine izin vermediğinde.

Yavaşça ölmeye başlarsın;

Alışkanlıklarının kölesi olduğunda,

Her gün aynı yoldan yürüdüğünde,

Rutinini değiştirmediğinde,

Farklı renkler giymediğinde,

Veya tanımadıklarınla konuşmadığında.

Yavaşça ölmeye başlarsın;

Tutkunu yaşamaktan kaçındığında,

Ve onun çalkantılı duygularından kaçtığında,

Ki onlardır gözlerini ışıldatan

Ve kalbini hızla attıran.

Yavaşça ölmeye başlarsın;

Belirsizliğin karşısında güvenceyi riske atmadığında,

Rüyalarının peşinden gitmediğinde,

Bir kerecik de olsa yaşamında

Mantıklı tavsiyelerden kaçmaya

Kendine izin vermediğinde.

 

Geçenlerde bu şiir çıktı karşıma, İngilizcesi. Birbirine tezat iki kavram -yaşam ve ölüm- bu kadar mı güzel ele alınabilir. Şair konuyu öyle güzel betimlemiş ki, her okuyan kendine farklı mesaj alabilir. Yani, hayata hangi gözlükle (inanç ve tutumla) bakıyorsan öyle okuyorsun mısraları; yaşamın hakkını vererek yaşayan ile ölümü düşünüp ondan ölesiye korkarak kendine cehennem ıstırabı çektiren başka mesaj alıyor diye düşünüyorum. Bana mesela, bu satırlar şunları söylüyor: Evet, sonunun ne zaman geleceğini bilmeden yaşıyorsun ve evet, belki de bu yaşam denilen yolda yavaş yavaş ölüme yaklaşıyorsun; ama şu gerçek ki, tutkunu, anlamını, varlık amacını keşfetmiş ve her gününde onları hayata geçirdiğin kadar yaşıyorsun! Bana şu meşhur lafı hatırlatıyor… bir kere ölürsün, ama her gün yaşarsın (you die once, you live everyday). Onun için de seyahat et, oku, alışkanlıklarını rutinlerini değiştir, farklı renkler giy, yabancılarla sohbet et, duygularınla haşır-neşir ol, konfor alanından çık ve risk al, mantığını kenara bırakıp yüreğinin yönünde git diyor!

 

Şiirin işlediği tema ve verdiği mesajdan bağımsız olarak, bu şiir yıllardır sorguladığım bir olguya açıklık getirmeme ışık tuttu diyebilirim. Şöyle izah edeyim… 2000 yılında yayınlanan A Morte Devagar* (Yavaş Ölüm) metninden uyarlanmış, hatta iki versiyonuyla karşılaşabileceğiniz (You Start Dying Slowly ve Dies Slowly (Muere Lentamente**) bu şiir birçok kaynakta Nobel Edebiyat ödüllü ünlü Şilili şair Pablo Neruda’ya ait görülüyor. Oysa gerçekte Neruda’ya değil, Brezilyalı yazar Martha Medeiros’a ait. Konuyu araştıran Neruda uzmanları şiirin Neruda’ya ait olmadığı görüşünü belirtirken, Pablo Neruda Vakfı’nın kendisi de Martha Medeiros’a ait olduğunu teyit etmiş.

 

Bu olaydan yola çıkarak sorguladığım olgu şu: bu derin ve anlamlı şiirin başına gelen ve sanat ile sanatçının önem önceliği. Bunu da iki bakış açıyla yapıyorum; şairin (1) fikri mülkiyet hakları (intellectual property rights) ve (2) varoluşçu felsefesine dayalı olarak şairin var oluşu. Mülkiyet hakları, kişinin endüstriyel, bilimsel, edebi veya sanatsal yaratımının sonucunda haklarını koruyan yasal düzenlemelerdir. Benim ortaya attığım bilimsel bir önermenin başka bir akademisyen tarafından sahiplenmesine karşı koruyan düzenleme gibi. Varoluşçuluksa, “Var oluş özden önce gelir” önermesiyle merkezlenmiş, insanın kendi değerlerini kendisinin oluşturduğunu, hayatını ve geleceğini kendisinin inşa edeceğini ve hareketleriyle (yaptıklarıyla) var olduğunu savunan felsefe akımıdır. Buna göre, bir akademisyen olarak benim varoluşum önermelerimle mümkündür ve önermelerim kendimden önce gelir. Sonuçta biri önermemin isim hakkını şahsıma tescillerken, diğeriyse yaptıklarım aracılığıyla varoluşumu garantiler.

 

Asıl mesele, hangisinin ilk planda olduğu. Farkındayım, yumurta ile tavuk gibi, birinin diğerini beslediği ve ayırması güç iki kavram… Sezar’ın hakkı Sezar’a! Şiirin hakkını şairine vermenin önemini tartışmayacağım. Ancak, son 10-15 yıldır değer ve düşünce sistemimde sorguladığım bir konuya direk dokunuyor. İçtenlikle fikrinizi soruyorum… Sizin için hangisi ön plandadır; bir olgunun yaratıcısı mı, yoksa onun yarattığı mı? Hangisi hayatınızda ve hafızanızda kalıcı etki bırakıyor, icadın kendi mi, mucit mi? Ön planda olması gereken ve etki yaratan şairin kim olduğu mu, yoksa şiirin kendi mi, yarattığı derinlik ve anlam mı? Bu yaratan ile yaratılan başkası değil de kendiniz olduğunuzda öncelik acaba nasıl oluyor, aynı mı yoksa değişiklik gösteriyor mu? Yarattığınızı sahiplenmek, paylaşılması ve yayılması bakımdan, sizde nasıl bir etki bırakıyor?

 

Yıllardır bu ikilime cevap arıyorum; çevremdekilerle sohbet ederek onların duygu, düşünce ve davranışlarını kendime aynalıyorum. Sorgulama devam ediyor; henüz yargıya varmış değilim! Ancak, her (taraflı) bilim insanı gibi, kendi düşüncemi haklı çıkarma eğiliminden olsa gerek, duruşumu destekleyici örneklerle karşılaşıyorum. Bu şiir de onlardan biri; bir kişiye ait olsa da iki şaire mal olmuş, sahibinin ötesine geçmiş; anlamı, verdiği mesajları ve etkisiyle ön plana oturmuş gibi görünüyor. Benim çıkarımım bu yönde. Ya sizin?

Barcelona’dan sevgiler.

02 Mayıs 2022

 

*A Morte Devagar: http://niilismo.net/reflexoes/a_morte_devagar.php

**Muere Lentamente: https://www.malumatfurus.org/yavas-yavas-olurler-siiri/

 

 

Şaka Gibi Bir 1 Nisan!!!

Bu satırları 2 Nisan sabahı yazıyorum… Kayak yarışı için Espot’tayız… Bahar geldi… (demek istiyorum)… Çünkü Nisan demek bahar demek… Çoğu arkadaşım sosyal medyada fotoğraflarla “bahar geldi” mesajları paylaşırken ben, baharın bizim için henüz çok uzakta olduğunu, kar kış kıyametin içinde olduğumuzu paylaştım dün gece. Kuvvetli rüzgarla birlikte ağır bir tipiyle karşı karşıyayız; sıcaklık eksi 9 derece… Kötü hava şartları dolaysıyla yarış iptal. Ne baharı! Tam bir 1 Nisan şakası! 1 Nisan deyince akla matrak hikayeler, şakalar ve sonunda patlak veren kahkahalar gelir. Son dönemde “Şaka gibi!!!” diyeceğimiz çok üzücü olayların yanında, şaşırtıcı nitelikte güzel olaylar da çıkıyor karşımıza. Ehhh… hayat işte, nasıl alırsan… Acı/tatlı sürprizlerle dolu… “Geleni nasıl alırsan öyle yaşarsın” diyorum. Çünkü tatsız şakalar bazen mucizevi şekilde tersine de işleyebiliyor…

 

Dün,1 Nisan Cuma’ydı. Sanki 13ncü Cuma! Barcelona’da hava günlük güneşlik, hafif rüzgâr ve biraz serin, ama süper bir bahar havası vardı. Arabayı yükledik, kayaklar tepede, yola koyulduk… Üçümüzde de tatlı bir huzur ve tebessüm… Sezonun son yarışı ve sonrasında kar havasına adios diyeceğiz, sıcak denizlere fora edeceğiz… Bir yandan aklımı kurcalayan bir düşünce… 1 Nisan gelmiş ama ben yapacak şaka bulamamışım! “Boş geçecek bu sene” diyorum kendime; bir yandan da akışa bırakmış, elbet fırsat çıkar diye geçiriyorum içimden. Evren sağ olsun, benden önce davranıp günü boş geçirmiyor ve sürprizini patlatıyor! Üç buçuk saatlik yolumuzun yarısındayken, otoyoldan çıkmamıza 5 dakika kala, akıllı Mini’miz uyarı veriyor: sağ arka lastikte hava kaçağı! Haydaaaa… ne gereksiz durum! En yakın benzinci nerde diye bakıyoruz, 7-8 kilometre ötede, yolumuzun üstü olan Agramunt kasabasında bir tane buluyoruz. Benzinciye doğru devam ederken teker arabayı çekiyor… Durup bakıyoruz… Parlak değil. Lastik patlak! Şaka gibi!!!

 

Benzinciden vazgeçip lastik tamircisi aramaya başlıyoruz… Saat 17:00! Katalunya’nın çoğunluğu evine çekildiği Cuma akşamı açık servis bulmak mesele. Google Maps’e “taller de neumaticos” yazıyorum, onca kere önünden geçtiğimiz Rodi Motor’u veriyor bana. Arıyorum… Açık! Yaşasııın! Bozuk İspanyolcamla durumu anlatıyorum. Bizi bekliyor! Lastik yere yapışık vaziyette servise varıyoruz. Bizi karşılayan genç adam -ismi Marc- lastiğe bakıyor, “pek iyi görünmüyor” diyor. Koca bir tahta parçası delmiş, tıpa gibi içindeki havayı tutuyor. Marc “tamir ederim ama lastiğin alın kısmı aşındığı için riskli” diyor. Daha en az 150 km yolumuz, bir de dönüşümüz var!!! Naapcaaaz???? Klasik Türk kafasıyla “bize lastik satmaya çalışıyor” desek de, yapacak bir şey yok, cezamız neyse vereceğiz, yeter ki yolumuza sağlam devam edelim diyoruz. Asıl mesele, İspanya’nın bir köşesinde nev-i şahsına münhasır lastiğimize benzerini veya uyanı bulmak. Adeta tersine işleyen 1 Nisan şakası içindeyiz… Marc depodan bir yedek lastikle geliyor… Delik olan bagajda, kuruş almadan bizi yedek lastikle yolcu ediyor. Şaka gibi!!! “Marc,” diyorum, “senin göbek adın Angel (melek)…” Anlamıyor; ama biliyorum, evren şükran ve dualarımı işitiyor.

 

Yola devam ediyoruz. Kaybettiğimiz 40 dakikayı kapama çabasıyla yol alıyoruz. Doğa harikası yollardan geçiyoruz. Elimde telefon dağları kayaları yeşilleri kaydediyorum… Birden aniden yavaşlıyoruz… Polis! Hız sınırını aşmışız, ceza yiyoruz… Bir 40 dakika daha kaybediyoruz. Şaka gibi!!! İşimiz bitmiş, tam yola çıkacağız, telefon çalıyor… Kayak kulübünden Katalan arkadaşlarımız Judit ve Carles. Onlar da Espot yolcusu. Tek tük arabanın geçtiği, Allah’ın unuttuğu bu noktada bizi polisle debelenirken görüyorlar ve arıyorlar… “Ne oldu, her şey yolunda mı?” diyorlar… Parliament mavisi Mini’mizi ta uzaklardan gören herkes “a-ha bunlar Büyükbaylar” diyebilir… 🙂 “Her şey yolunda, ceza yedik” diyorum… Sonra da kocama dönüp “Şaka gibi!!! Evren Marc’a olan borcumuzu tahsil etti” diyorum… Ve yolumuza “iki olayla kapatsak günü” diyerek devam ediyoruz…

 

Yolun devamı vukuatsız geçti… Tünellerin, dağların vadilerin arasından şahane manzaraların içinden geçerek, bir saat gecikmeyle vardık. (Küçük hesaplama yapınca yine hız yaptığımız apaçık ortada!!!) Günü efsanevi sürprizle kapattık… Baharın bu ilk gününde, doğayı tomurcuklanmış ağaçlarıyla beklerken, kar örtüsüyle uykuda bulduk. Bize yeni yıl havası hissettiren, içimizi kıpır kıpır ettiren, aşkı ve romantizmi uyandıran bir kar havasıyla günü kapattık. Bugüne de yarış iptal haberiyle başladık. İşte benim küçük dünyamda 1 Nisan günü böylesi tersine işleyen ve Şaka gibi!!! dediğim sürprizlerle cereyan etti.

 

Sürpriz deyince çoğunlukla akla tatlı hoş ve mutluluk uyandıran olaylar gelir… Halbuki sürpriz, iyisiyle ve kötüsüyle belirsizliğin yavrusudur. Seminerlerimde VUCA* döneminde yaşama ve hayatta kalmanın püf noktaları konusunda daima vurguladığım önemli bir noktadır bu. Belirsizlik bir durumdur, bir süreçtir; sürprizse bir sonuçtur. Algısal olarak sürprizlere açığızdır, oysa belirsizliklere sıkı sıkıya kapalı. Çünkü biri neşe, mutluluk ve tatlı tebessüm yaratırken, diğeri isteğimiz dışında sonuçlar doğuracağına dair huzursuzluk, korku ve endişe getirir. O yüzden “hayatında hiçbir sürpriz şaşırtmasın seni” diye temennide bulunuruz. Sürpriz, adı üstüne şaşırtan, hazırlıksız yakalayan, aniden çıkagelen bir olgudan başka şey değildir.

 

Bu denklemin içinde bir de mucizeler vardır, ki tesadüf gibi görünür ama bence değildir. Onlar sürprizin can kardeşidir. Hiç beklemediğimiz anda lastiğimizin patlaması beklenmedik (aksi) sürprizdir! İnik lastikle belirsizlik içinde yol alırken o saatte açık servis bulmamız ayrı beklenmedik (şaşırtıcı) sürprizdir! Marc Angel’in deposunda uygun yedek lastik bulması ve bizi belirsizlikten kurtarmasıysa beklenmedik ama arzuladığımız mucizevi sürprizdir! Günün her anı beklenmedik mucizevi sürprizlerle karşı karşıyayız, ama birçoğunun farkında değiliz. Bakmayı bilsek, kalbimizi olasılıklara açabilsek ve mucizevi sürprizlerin bizi beklediğine inansak belki başımıza gelenleri Şaka gibi!!! değil de mucizevi sürprizler olarak alacağız.

 

Ve… Bu satırları tuşlarken, yaşamlarında büyük sıkıntı çeken tüm canları, zorunlu göçmenleri, savaş mültecilerini, açlık ve yoksulluk çekenleri, şiddete maruz kalan kadınları düşünüyorum… Ve diliyorum; karşılarına tersine işleyen şakalar, mucizevi sürprizler ve melek insanlar çıkarsın hayat…

 

Espot’tan sevgiler…

2 Nisan 2022

 

*VUCA= Volatility (değişkenlik), Uncertainty (belirsizlik), Complexity (karmaşıklık), Ambiguity (muğlaklık)

 

Don’t fight! Love!

We have come to the end of the line again!

History is repeating itself…

The same game, the same pain, the same losses… continue.

Going through the same ordeal over and over again, suffering, agonizing…

Until when?

Until we learn our lesson!

 

We have learned to fly like birds and swim like fish, but we have not learned to live as brothers and sisters.”

– Martin Luther King.

 

How many more centuries must pass in this lifetime?

How long must we live the same history?

Will we manage to live as brothers and sisters?

When will that be?

 

When we learn to love!

When we love nature and all living things!

When we recognize true and pure love!

When we unconditionally and sincerely love!

When we love not only those we love, but also those we get annoyed from and those we cannot tolerate!

When we love even those we see as rivals or enemies!

When we love others not with a “but”, not “despite everything”, but “with everything”!

When we believe in the unifying, healing and integrating effect of love!

When we believe that love can solve even the biggest conflicts!

When we start sharing love instead of keeping it to ourselves and create an abundance of love!

Then will we be able to live as brothers and sisters…

 

One only knows what war is when it is over.”

– Henry Noel Brailsford

 

 

If war didn’t come to an end on earth for centuries, it means we still haven’t understood what it is.

 

Instead of understanding war, let’s understand love!

 

Love from Barcelona…

March 9, 2022

Savaşma! Sev!

Yine sözün bittiği noktaya geldik!

Tarih tekerrür ediyor…

Aynı oyun, aynı acılar, aynı kayıplar… devam ediyor.

Aynı sınavdan tekrar tekrar geçerek, acı çekerek, çektirerek…

Daha nereye kadar?

Dersimizi alana kadar!

 

Kuşlar gibi uçmasını, balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama kardeşçe yaşamayı öğrenemedik.

  • Martin Luther King.

 

Şu bir ömürlük dünyada, kaç yüzyıl daha geçmeli?

Ne kadar daha yaşamalı, aynı tarihi?

Kardeşçe yaşamayı becereceğiz mi?

Ne zaman?

 

Sevmeyi öğrendiğimiz zaman!

Doğayı ve tüm canlıları sevdiğimiz zaman!

Gerçek ve saf sevgiyi tanıdığımız zaman!

Koşulsuz ve içten sevdiğimiz zaman!

Salt sevdiklerimizi değil, gıcık olduklarımızı da tahammül edemediklerimizi de sevdiğimiz zaman!

Rakip veya düşman gördüklerimizi de sevdiğimiz zaman!

Başkasını “ama ile” değil, “her şeye rağmen” de değil, asıl “her şeyle beraber” sevdiğimiz zaman!

Sevginin iyileştirici, birleştirici ve şifa ile bütünleştirici etkisine inandığımız zaman!

Sevginin en büyük anlaşmazlıkları bile çözebileceğine inandığımız zaman!

Sevgiyi, kendimize saklamak yerine paylaşmaya başladığımız ve sevgi bolluğu yarattığımız zaman!

Kardeşçe yaşamayı becerebileceğiz…

 

İnsan savaşın ne olduğunu ancak bittiği zaman anlar.”

  • Henry Noel Brailsford

 

Savaş, yüzyıllardır yer yüzünde son bulmamışsa eğer, ne olduğunu halen anlamamışız demektir.

Gelin, savaşı anlamak yerine, sevgiyi anlayalım!

 

Barcelona’dan sevgiler…

9 Mart 2022