Eğitim Dükkanı

“Sen kimsin?” diye sorduklarında herkesin listeleyeceği türlü sosyal kimlikler vardır. Farklı sıralama içinde olsalar da içerikleri bakımından benzeşirler. Bana sorulduğunda, ilk sırada bir dünya vatandaşı, kadın, eş, anne, evlat derim. Ama kendimi tanımladığım ve beni ben yapan en baskın kimliğim “eğitimci” olmaktır; beraberinde mentör, koç, danışman, rehber, yol gösteren, dinleyen, aynalayan ve karşımdaki için “var olan” gibi roller de gelir. Hangisi olursa olsun, ilkeli ve idealist bir yanım vardır ki, yüreğime ve aklıma yatmayanı kabul etmem. Ondandır, sektörde insanlar ilerleyip yükselirken ben, yerimde sayma pahasına, bana doğru geleni seçtim, uyguladım. Çünkü tartarım, verdiğim emekle yarattığım sonuç arasındaki ilişkiye bakarım; kendim ve bütünün hayrına yarattığım etki veya katma değer arasındaki dengeyi ararım. Biri diğerinden ağır basıyorsa denge bozulmuştur demektir. Zira, kefenin iki tarafı da dengede olduğunda ancak iki taraf da hakkıyla yerini bulacak, doyuma ulaşacak. Bu yazımın hikayesi de eğitim!

 

Bir eğitimci olarak amacım öğrenmek isteyen bireylere bildiklerimi öğretmek; kişiye has öğrenme yöntemlerini keşfettirmek ve öğretmek; ihtiyaçlarını tespit etmelerinde ve bilgiye erişimlerinde kolaylaştırıcı olmak; kendi iç ve dış kaynaklarının farkına varıp yaşam yollarını tayin etmelerine destek vermek. Özetle, yaşam yolculuğunda onları güçlendirmek, hayatlarını ve yollarını idame ettirebilen, kendine ve başkalarına liderlik edebilen bireyler yetiştirmektir amacım. En büyük doyum kaynağım, yarattığım etkiyi ve katma değeri görmek. Yıllar sonra öğrencilerimle karşılaştığımda, vardıkları mertebelere geliş hikayelerini ve bunun bir parçası olduğumu bilmek eşsiz bir mutluluk! Ormancılık gibi, yüzlerce fidan dikip onları düzenli sulayıp yıllar sonra ormana dönüşerek yetişen nesillerin parçası olmak.

 

Dile kolay! Ama emek istiyor! Bir zamanların eğitimci-öğrenci ilişkilerinden tutun, eğitim kurumlarının misyon ve vizyonuna kadar çok şey değişti. Eski köye yeni adet geldi… Eğitim anlayışı pedagojik ve gelişimsel temellerden işletme ve yönetimsel emellere kaymış; amaç ile araç yer değiştirmiş, ama alan memnun, satan memnun. Her ürünün alıcısı olduğu dükkânlar gibi, “eğitim dükkânları” oluşmuş. Mesela, Barcelona’da Business School (İşletme Yüksekokulu) statüsünde lisans ve yüksek lisans programları sunan bazı kurumlar doktora seviyesinde İşletme Yönetimi Doktora (DBA-Doctor of Business Administration) programı başlattılar. Çok da iyi yaptılar. Herkes PhD yapacak değil ya. DBA, akademik ve araştırma odaklı PhD (Doctor of Philosophy) programından farklı olarak, işletme ve yönetim alanında teorik bilgiye ve onun iş dünyasına uyarlanışına odaklanan bir profesyonel uzmanlık programıdır. Öyle ki, yüksek eğitim seviyesinin en üst basamağında en derin uzmanlaşma aşamasıdır. Katılımcı, alanının piri olma yolundadır ve bu süreçten geçerken ondan “en üst seviye” ciddiyet ve adanmışlık beklenir. Doktora seviyesinde uzmanlaşma böyle bir serüvendir.

 

Doktora adayının bağlılığı kadar program yürütücüsünden (enstitü), dersi yürüten hocalara ve eğitim yöntemine kadar “en üst seviye” yapılanma beklenir. Yani, sunulan programın zenginliği kadar uygulama yöntemi de büyük önem taşır. İdeali, bu seviyede derslerin yüz yüze olması; ancak ırak diyardakilerin erişimini düşününce uzaktan eğitim yöntemi bulunmaz nimet; ki onun da iki çeşidi var: senkron (online) ve asenkron (offline). Birinde kişi Zoom, Google Meets veya Microsoft Teams üzerinden bağlanarak sanal bir sınıf ortamında öğrenme grubuna dahil oluyor ve interaktif katılıyorken (senkron), diğerindeyse dersi dilediği zamanda yerde video kaydından izleyerek takip ediyor (asenkron). Asenkron, bir sertifika programında ideal olabilir, ama üst seviye uzmanlaşmayı hedefleyen bir programı taşıyamaz. Asenkron kurgusuyla tasarlanmış doktora seviyesinde bir programın geçerliği, güvenirliği ve etkisi düşündürtür.

 

Anlayacağınız üzere, beni düşündürten bir durum oldu. Bahsettiğim asenkron kurgusunda bir programın parçası olma teklifi aldım. 16 haftalık bir liderlik DBA ders programında ders içeriğini hazırlayacak, profesyonel stüdyoda video kaydını yapacak ve öğrencilere kurumun portali üzerinden sunacaktım. Dersi tasarlamanın ve inşa etmenin cazibesi büyüktü, hatta stüdyoda kayıt fikri ayrı çekici gelmişti. Sonra, “Katılımcılar 16 hafta boyunca derslerimi takip edecekler, yüzümü sesimi görecekler, bense onların hiçbiriyle etkileşemeyeceğim, tek tek bireysel ihtiyaç veya sorularına hitap edemeyeceğim. Nerde alış-veriş, hani etkileşim, nasıl bir karşılıklı öğrenme ve gelişme yöntemi bu?” diyerek sorguladım. Emek ve çabamın yaratacağı sonucu düşündüm… Tüm pırıltısı puff diye söndü. Programı tamamlayacak olan bu kişiler, alanında uzman bilirkişi unvanını taşıyacaklar, ama tek tip profile göre tasarlanmış içerik ve kurgunun bir ürünü olacaklar! Bilgi becerilerini programın sunduğu çerçeve içinde kısıtlanarak inşa edecekler, bireysel deneyim ve hikayelerini gelişim sürecine katamayacaklar…

 

Aklıma yatmadı! Bu bana uymaz dedim ve teklifi reddettim! Sistemi eleştirmiyorum, itiraz da etmiyorum. Ama, parçası olmayı reddediyorum. Çünkü bir eğitimci olarak eğitim uygulamalarını sorguluyorum ve bu kurgunun içinde oynayacağım rolü tartıyorum. “Her şeyin başı eğitim” madem, hakkını vererek, işlerliğine katkı sağlayarak ve alıcıya en yerinde, derin ve faydalı şekilde ulaşmasını hedefleyerek parçası olmayı seçiyorum. Zira, günümüz eğitim çıktılarına baktığımda, üniversite mezunları iş bulamıyor, bir yandan da erişimi ve edinimi kolaylaşan diploma dereceleriyle eğitim enflasyonu yaşanıyor. Maalesef, yeterince emek ve ter dökmeden, dükkândan satın alır gibi, statü ve unvan edinilebiliyor bugün. Oysa, eğitim, yetkinlik ve beceri kolay edinilmiyor. Unvan da öyle olmalı! Aksi taktirde, toplumda Dunning-Kruger* sendromu enflasyonunun yaşanması kaçınılmaz olur!

 

Barcelona’dan sevgiler…

23 Şubat 2022

 

*Dunning-Kruger Sendromu, David Dunning ve Justin Kruger adlı iki ABD‘li psikiyatri uzmanı, 10 yıl kadar önce bir teori ortaya attı ve bunun üzerine bir araştırma başlatıldı.

Cehalet, gerçek bilginin aksine, bireyin kendine olan güvenini artırır.” teorisini temel alarak fizyolojik ve zihinsel alanda çeşitli uygulamalar sonucunda şu bulgulara ulaşıldı:

  • Niteliksiz insanlar ne ölçüde niteliksiz olduklarını fark edemezler.
  • Niteliksiz insanlar, niteliklerini abartma eğilimindedir.
  • Niteliksiz insanlar, gerçekten nitelikli insanların niteliklerini görüp anlamaktan da acizdirler.
  • Eğer nitelikleri, belli bir eğitimle artırılırsa, aynı niteliksiz insanlar, niteliksizliklerinin farkına varmaya başlarlar.

Devamını https://eksisozluk.com/dunning-kruger-sendromu–4819508 linkten okuyabilirsiniz.

Genç Yaşayarak Yaşlanmanın Anahtarı

5 yıl önce doğum gününü kutladığımda, babam “hayattan gün çalıyorum” demişti. Ne demek istiyorsun diye sorduğumda, “Ehh kızım, artık bu yaşımızda yaşadığımız her güne şükrediyoruz, kalan günlerimizi yaşıyoruz” diye yanıtlamıştı. Bugün 85 yaşında ve daha çooook günü olduğunu düşünsem de hayat bu, ne olacağı bilinmez! O nedenle, yaşayacak günümüz varken, şu gizemli hayatın vadettiği hiçbir şeyi ertelemeye gelmez diyorum!

 

Dünya Sağlık Örgütüne göre çoğu gelişmiş ülkeler için 60 yaş ve üzeri bireyler yaşlı olarak nitelendiriliyor; ancak az gelişmiş ülkeler için yaşlılık 50 yaşından başladığı öne sürülüyor. Dünya Ekonomik Forumu yaşlılığı oldukça ilginç bir perspektiften bakarak tanımlamış ve “gelecekteki” veya “muhtemel” (prospective) yaşa göre ölçümlemiş. Yani, bir kişi için “yaşlı” nitelendirmesini 65 yaş ve üzeri olmasına göre değil de yaşayacağı ortalama kalan süresine bağlıyor, ve kişinin ortalama 15 yıl süresi kalmasını esas alıyor. Yaşlılığı çeşitli şekilde tanımlayan araştırmalar var. Bana en dikkat çekici gelen öznel (sübjektif) perspektiflere göre değişkenlik gösterenler -kişinin yaşam beklentisine, kendi sübjektif değerlendirmesine veya onu değerlendirenin yaşına göre yaşlılığı saptamaları ilginç. Çünkü, biyolojik yaşımızdan bağımsız, sanki hissettiğimiz kadar, hayatı yaşadığımız kadar, hayallerimizin peşinden koştuğumuz -veya koşamayıp bıraktığımız- kadar genç veya yaşlıyız. Demem o ki, hayatı ele alışımızla, karşımıza çıkan durumlarda hayatta duruşumuzla veya genel olarak yaşam biçimimizle genç kalabiliyor; hatta daha da ileri giderek, biyolojik yaşımızı dondurabileceğimizi ve öleceğimiz güne kadar daima genç kalabileceğimizi iddia ediyorum. Biraz iddialı mı oldu?

 

Önce bu konuyu sorgulamaya nasıl geldiğimi paylaşayım. Bir ergen annesi olup yolun yarısı dedikleri 50 yaşımı geçmiş oluşum, annem ve babamın giderek yaşlanmakta olduğunu gözlemleyişim, biraz da sorgulamayı bırakmayan zihni sinir yapımın oluşu beni bu konulara daldırdı… Tabii ki yaşımı 50’ye sabitlemeye yeltenişim ve yukarıdaki iddiamı kendi hayatımda deneyleyişim de var… Fakat başlangıç noktası aşağıdaki “genç”, “yetişkin” ve “yaşlı” tiplemelerinin olduğu resimdir. Görsel çok doğru bir olguya değiniyor: gencin zamanı ve enerjisi var ama parası yok; yetişkinin enerjisi ve parası var ama zamanı yok; yaşlınınsa zamanı ve parası var ama enerjisi yok. Ne acı! Ne büyük haksızlık! Yani, Benjamin Button gibi yaşamayı savunmayacağım, ne de hem ekmeği yiyip hem de ekmek bütün kalsın zihniyetini… Ama bir orta yolu olmalı, diyorum. Zaman, enerji ve paranın bir arada, yani 3’ü-bir-arada olduğu bir dönem veya anlar olmalı, diyorum!

Yaşlılık merakımızın bittiği yerde başlıyor” demiş José Saramago. 2009 yılında, Amerika’da yaşlanmayı irdeleyen bir araştırmaya* katılan 18 ile 65+ yaş aralığındaki 2,969 yetişkin bireye “Yaşlılık ne zaman başlıyor?” diye sormuşlar. 85 yaşına geldiğinde (%79), bağımsız yaşayamadığında (%79), araba kullanamadığında (%66), 75 yaşına bastığında (%62), tanıdık isimleri sıklıkla unuttuğunda (%51), sağlığının azaldığını hissettiğinde (%47), basamakları çıkmakta zorlandığında (%45), mesanesini kontrol etmekte zorlandığında (%42), artık cinsel olarak aktif olmadığında (%33), 65 yaşına bastığında (%32), emekliye ayrıldığında (%23), torunları olduğunda (%15) ve beyaz saçı olduğunda (%13) yaşlılık başlıyor demişler.

 

İlginç tespitler! Benim dikkatimi çeken, Amerika’da emeklilik yaşının 67 olduğu bir gerçeklikte, yaşlılığı emekliliğe bağlayanların %10’unun 65 yaş ve üzerinde olması. Acaba bu kişiler, emeklilikle beraber sosyal ve mesleki alandan ihraç edilmeleriyle kendilerini atıl ve “yaşlı” sayıyor olabilirler mi?! En üretken dönemini yaşayan ve göreceli oranda parası olan %36’lık “yetişkin” kesim (%13’ü 50-64 yaş ve %23’ü 30-49 yaş) yaşlılığı emeklilikle bağdaştırıyor. Asıl çarpıcı bulgu, hayatının baharında, enerjisi ve vakti bol olan 18-29 yaşındaki “gençler” yaşlılığı emekliliğe bağlayan en büyük (%44) kesim. Şaşırtıcı! Hayatını doyasıya yaşamayı hedefleyen, iş-yaşam dengesi kavgası veren, parasız kalma pahasına tatmin olana kadar işini değiştiren bu delikanlı kesimin yaşlılığa atfettikleri ortalama yaşın 60 olması şaşırtıcı; dahası, emekliliği veya emekli yaşam biçimini kendine “yaşlılık” kadar “uzak” görmesi şaşırtıcı!

 

Öte yandan, 65+ yaşındakilere göre ortalama yaşlılık yaşı 74, 50-64 yaşındakiler için 72 ve 30-49 yaşındakiler içinse 69’muş. Asıl çarpıcı olay, benzer soruyu 17 yaşındaki kızıma sorduğumda aldığım yanıt. “Sence kaç yaşındaki kişiler yaşlı sayılır?” dedim; bana “Yaniii, yaş söyleyemem ama kimin kime bakarak değerlendiğiyle bağlantılı olarak söyleyebilirim. Bana göre sen ve babam yaşlı sayılırsınız; siz anneannem ve dedemi yaşlı olarak görüyorsunuzdur; ama bu arada 85 yaşındaki dedem beni genç görmesine rağmen, ben kendimi genç görmüyorum.” dedi.  Vaaay dedim içimden… perspektife bak! Haklı! Genç veya yaşlı tanımlaması çok göreceli bir kavram. Aynı araştırmaya göre, yaşımız ilerledikçe hissedilen yaş ile gerçek yaş arasındaki ara genişliyormuş. Mesela 50 yaş ve üzeri kişiler kendilerini en az 10 yaş, 65 ve üzeri yaşındakiler 15-20 yaş daha genç hissediyormuş. Sanki yaşlarını 50’lerinde dondurmuş veya sabitlemişler! Sizce de değil mi?

 

Özetle, tüm bu hikâyeden çıkarımlarım şöyle: Yaşam kalitemiz, dış görünüşümüz, düşünce yapımız ve hayat felsefemizden fiziksel yetkinliklerimize kadar birçok etken başkasını yaşlı görmemizde veya kendimizi yaşlı hissetmemizde belirleyici olabiliyor. Amaaa…

 

  • 90’larına kadar yaşayıp genç kalmak mümkün. Her şey kendi sübjektif perspektifimizde saklı.
  • Biyolojik yaşımızdan veya mesleki konumumuzdan bağımsız, kendimiz için genç veya yaşlı tanımlamamız nasıl hissettiğimiz ve nasıl yaşadığımıza bağlı.
  • Her sabah, yaşama yeniden uyanıyorsak, hayattaysak, sağlığımız göreceli olarak yerinde ve hareket edebiliyorsak, hakkını vererek, aklımızdan ve yüreğimizden geçen hiçbir şeyi ertelemeden yaşamalıyız!
  • “Yaşlanmaktan korkma, yaşlı düşünmekten kork” demiş biri…
  • “Bir defa yaşıyoruz” demiş biri. “Yanlış!” demiş diğeri, “Bir defa ölüyoruz, ama her gün yaşıyoruz!”
  • Hayatımızın her döneminde 3’ünü bir arada, yani enerji, zaman ve parayı bir arada yakalayamayabiliriz. Ama ister genç ister yetişkin ister yaşlı olalım, 3’ünü bir arada yakalayabileceğimiz ender anlar muhakkak vardır.
  • Hiçbir şeyini ertelemeye gelmez hayat! 3’ü-bir-arada’yı yakaladığımız anda “Cahillik yapmadan,” harekete geçmeliyiz. İşte genç yaşayarak yaşlanmanın anahtarı

Barcelona’dan Shirli

5 Şubat 2022

 

*Growing Old in America: Expectations vs. Reality, Pew Research Center

https://www.pewresearch.org/social-trends/2009/06/29/growing-old-in-america-expectations-vs-reality/

 

 

#NoVacYoCovid

Zincirlikuyu Mezarlığı kapısında “Her canlı bir gün ölümü tadacak” yazar. Doğrudur! Benden de bir ilave… “Her canlı bir gün Covid pozitif olacak” diyorum. İki seneyi devirdik; Covid epidemiden pandemi statüsüne geçti, binlerce insanı entübe edip ölümün köşesinden döndürdü, yüzlerce insanı sosyal yaşantısından etti, malından etti, mantıksal düşünme becerisinden etti; dahası canından etti, canından! Hepimiz ne yaptık? Evlere kapandık, birbirimize yaklaşmadık, temizlik manyağına dönüştük ve sonunda maske, aşı ve sosyal mesafe ile kendimizi korumak için her yola başvurduk… Kaç dalga gördük, kaç varyant saydık… Birçoğunda uzaklarda birilerinin etkilendiği haberini duyarak atlattık. Süper dikkat ediyor olmaktan mıdır, bilmediğimiz koruma kalkanlarımızdan mıdır, aşı veya antikorlarımızdan mıdır, bilinmez; bir şekilde şu güne kadar korunmayı başardık. Ama ne ilginçtir ki, 2022 yılına girerken, son dalga maşallah Tsunami gibi çevremde nerdeyse herkesi kırdı geçirdi. Son dalga bizim eve de geldi… İşte, tüm saçmalıklarıyla, hikayeden geri kalmayasınız diye şuracıkta anlatıvereyim…

 

Valla neresinden başlasam, bilemedim. Semptomlarımın yüzde bin pozitif göstermesine rağmen evde yapılan hızlı testlerin üst üste negatif çıkmasına mı, sağlık ocağının uyguladığı antijen sonucuna göre “negatifsiniz” demesine mi, 39,5 ateşi görmüş halimle “negatif olmam mümkün değil, PCR testi yapsak?” söylemim üzerine PCR yapılmasına mı, o da negatif çıkarsa viral değil de mikrobiyal bir durum olmasına karşın boğazıma baktırmayı -hatta ciğerlerimi dinlettirmeyi- akıl etmeme mi, yoksa Covid’in sağlık hizmet sistemini ele geçirip başka hiçbir olasılığı göz önüne getirtmemesine mi değinsem ilk… Şaka gibi! Dahası, son 10 gün içinde yaptığımız antijen test sayısının haddi hesabı yok. Tane başına saydığımız Avro’ları söylemiyorum bile. Oynak, yanar dönerli olmasa bu meret “canı sağ olsun, varsın olsun” diyeceğim de, verdiği sonuç kuşku verici olunca, hepten kurulu sisteme sövüp sayasım geliyor.

 

Hikâye 9 Ocak Pazar günü Barcelona’ya dönüşümle başladı. İstanbul’u saran Covid dalgasına rağmen, şahane ötesi keyifli geçirdiğim 20 günlük seyahatimden eve ağzım kulaklarımda döndüm. İstanbul’da girmediğim (açık havada) delik, bir iki kişi haricinde (sarılmadan öpmeden) görmediğim dostum ve tadına varmadığım lezzet nerdeyse kalmadı. Aynı gün kızımla kocam Andorra’dan döndüler. Eve girer girmez, ilk işimiz topluca antijen testi yapmak ve negatif olduğumuzdan emin olmak oldu. Okuldan gelen “tatil dönüşü negatif olma şartını” kendimize uygulamış olduk bir nevi. Güle oynaya testleri yaptık, sonuçları aldık, yeni haftaya ve yeni yılın ilk okul gününe hazırlıklarımızı tamamladık. Sabah oldu, güneş açtı, yeni aktif ve dinamik bir haftaya başladık derken, kocamın kırıklık hissettiğini söylemesiyle umduğumuzun dışında bir haftaya başladık. “Eyvah!” dedim içimden, çünkü hasta bakıcılığına hiç mi hiç hazırlıklı değildim…

 

Ev tam-takır kuru-bakır, temel gıda malzemelerinden sebze meyveye kadar bomboşuz! Dosdoğru marketi boşaltmaya gittim. Halim, iki yıl önce gördüğümüz rafları panikle boşaltanlar gibi olmasa da sepetimi baya doldurduğumu söyleyebilirim. İçimdeki ses “ne olur ne olmaz, hazırlıklı ol Shirli” dedi. Zira ailece kapanmak zorunda kalabileceğimizi ve bir zamanlar İstanbul’da yaptığımız gibi “Alo Ahmet Efendi, bize iki su, bir süt, ekmek, 10 yumurta alıver lütfen” diye sipariş edemeyeceğimizi düşünerek işimi sağlama almak istedim. Sanki içime doğmuş! Akşamına kocamın durumu ağırlaştı, ertesi gün de ateşlendi. Nur topu gibi bir pozitif gördük . Kızım, hiçbir semptomu olmasa da test yapmak istedi, sonuç silik mi silik bir pozitif çizgi!  Çevremizdekilere ikinci çizginin silik çıkmasını ne olarak kabul etmeliyiz diye sorduğumuzda, ağızbirliğiyle “pozitif” cevabını aldık.

 

Bir değil, iki pozitif! Anında ayrı odalara dağıldılar; kapılar kapandı, evin içinde maskeyle dolanmalara vs. Ev sanki “ghost town!” Gelen gideni aratır ya hani, hayalet şehir tımarhaneye doğru ağır bir dönüşüm geçirdi. Şöyle ki, yaşadığımız birçok semptomun kaynağı illa da fizyolojik olmayabiliyor; birçok sefer psikolojik olduğunu deneyimlemişimdir. Pazartesi’den beri vücudumda bir tuhaf hareketlenme, kıpırtı, hafif baş ağrısı… Meditasyon ve düşünce gücüyle kovmaya uğraştım; “yok ben iyiyim, benim bir şeyim yok, yarın (Salı) aşımı olmaya gideceğim” telkinleriyle kendimi kandırdım…

 

Hahaha… Kim kimi kandırmış? Çarşamba günü öğleden sonra 38,5 ile başlayan ateş ertesi gece 39,5’u buldu. Tahmin edeceğiniz gibi, evde üst üste negatif çıktım! Ama görünen köy kılavuz istemez; bu ya Covid, ya da Beta tarzında başka bir şey olmalıydı. Son ana kadar içimde kuşku olmakla beraber, benim de pozitif çıkacağıma kesin gözüyle bakarak “İkiydiler, üç olduk! Covid bulaştırma üssü gibiyiz maşallah!” dedim. Ehhh… bu durumda, izolasyon, korunma vs. ne yapmalı? Sahi merak ediyorum, siz olsanız ne yapardınız? Biz mi? İzolasyon maske mesafe, aklınıza gelen tüm önlem ve kuralları fora ettik! Basit mantık; kocamın pozitif sonucu çıkana kadar, ben virüsü çoktan kapmış olmalıydım. Haliyle, o saatten sonra evin içinde maskeyle dolaşma ve kapının ardından tepsiyi bırakma saçmalığını kenara bırakıp “her canlı pozitif olacak” olgusunu kabul etmek ve hayatımıza devam etmek en doğrusu geldi. Gücümüz olsaydı karantina günlerimizdeki gibi şarap cips film geceleri yapardık; ama nerdeeee… karı-koca kafamızı kaldıracak halde değildik.

 

Kocam çok daha hızlı toparladı -veya toparlamak zorunda kaldı. Hatta bir ara roller karıştı, iki ebeveyn ayrı odalarda hasta yatar haldeyken, evin ergen deli fişeği etrafta dolanıyor, durumun idrakine varmaya uğraşıyordu. Hakikatten yaşanmamışlıkların en dip örneklerini yaşadık, halen yaşıyoruz, son iki senedir. Yani, sen gel İstanbul’un “efsane” Covid fırtınasından hasarsız kurtul, 3ncü doz aşı randevunu ıskala ve Andorra’dan ithal Covid’i kap ve yatağa yapış; olacak iş değil! Sorsanız, ilk 5 gün çektiğim vücut ve baş ağrısını yaşamaktansa, doğal antikora rağmen, aşıyla kendimi korumayı tercih ederdim. Öyle bir ağrı ki, beynimin kafatasımdan fırlamak istercesine içten dışa baskı yaptığı bir ağrı! Parasetamol’un yapamadığını Rambo modu* yaptı.

 

Şimdi, bu satırları yazarken -ki bugün 8nci günümdeyim- geriye kötü bir öksürük ve halsizliğin yanında sürüyle belirsizlik kaldı. Bir de yaşadıklarımıza gülen şaşkın bir ifade. #NoVacYoCovid** (aşım yok ben covid’im) hashtag’li başlığımın aşı karşıtlarına karşı mesaj maksadım var sanmayın; herkesin kararı kendine. Tersine, #NoVacYoCovid trajikomik halimi tüm gerçekliğiyle yansıtıyor –3ncü aşım yok ve Covid’im! Sağlık ocağına göre 1,5-2 ay sonra 3ncü aşımızı olabileceğiz… Doğrusu ne, olmalı mı olmamalı mıyız? Kimse neyin doğru neyin yanlış olduğunu pek bilmiyor. Aynı sağlık ocağı negatif antijen sonucumu görüp, ben PCR lafını edene kadar beni eve göndermeye yeltendi. Demem o ki, herkes kendi kendinin doktoru olmak ve kendini koruyup kollamakla sorumlu. Bundan sonrası ne olacak, göreceğiz… Bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete!

 

20 Ocak 2022

 

*Rambo modu: Ailede ablam tarafından tescillenmiş, denenmiş ispatlanmış baş ağrısına karşı bire bir yöntem; evde bulunan bir kaşkol alnınızı kapsayacak şekilde başınıza dolayarak sıkıca bağlayın… İşte Rambo modu!

 

**#NoVacYoCovid Sırp asıllı tenis oyuncusu Novak Djokovic’in aşı olmayı reddetmesiyle, aşı karşıtlarına karşı duruş sergileyenlerin sosyal medyada kullandıkları bir hashtag’dir.

 

 

 

Dipten Aşağı Düşemezsin!

Sıkı durun! Sıkı tutunun! Tepetaklak yuvarlanıyoruz! Tutunacak dala ihtiyacımız var. Dosdoğru aşağı iniyoruz, ne iştir ki, bir türlü “dibi” görmüyoruz! Neyin hayırlı olduğunu da bilmiyoruz. Dibe vurmak mı, vurmamak mı? İşte asıl mesele! Dibi görsek belki rahat edeceğiz… Bitti, umudun kalmadığı an, sona geldik diyeceğiz. Çünkü dipten aşağı düşmeyiz… Belki sonrasında yükselişe geçeriz, o başka! Tahmin edeceğiniz üzere, konu şu sıra olan biten ekonomik kriz, Türk lirasının değer kaybı ve giderek yoksullaşan, belirsizliğe itilmiş Türkiye’nin hali. Her “bundan daha kötüsü olamaz” dediğimizde, bir parça daha kötüsünü gördük. Artık yetti diyor, gözlerimiz tünelin ucundaki ışığı arıyoruz. Ben ekonomist değilim; para piyasalarından anlamam; siyasetçi değilim, siyasi manevralardan da pek haz etmem. Eğitimciyim ben, insan davranışlarından anlarım. Ekonomi ve siyasetin somut verilerine rağmen, gayet soyut işaretlerden ibaret insanın olaylar karşısında duygu, düşünce ve tutumlarını sezebiliyor, davranışlarının ardında yatanı anlamlandırabiliyorum. Anlayacağınız, kamikaze inişimize rağmen, dibe vurmayışımızın ve umudumuzun var oluşunun, özetle tutunacak dallar bulabilişimizin kaynağını görebiliyorum. İşte bu yazım da bununla ilgili…

 

Yıllar önce eğitimde liberalizm ilkelerini esas alan yönetim yaklaşımı üzerine bir eğitim almıştım. Liberalizm deyince -özellikle liberal ekonomide, “laissez faire” felsefesi akla gelir. Tabii ki de eleştirel gözle bakanlar söze “laissez-aller, laissez-passer” diye devam eder… Liberalizm, devletin regülasyonlarından uzak, ekonomi çarklarının kendi ilkelerine göre şekillenip kendi ritminde hareket ettiği, bırakın yapsınlar (laissez-faire) felsefesini temel alan bir yönetim sistemidir. Diğer yandan, “zenginler daha zengin, fakirler daha da fakir” olacağı gerçeğini ve sonucunu getiren bir olguyu taşır. Bir nevi, bırakın atı alsın Üsküdar’ı geçsin mesajı taşır laissez-aller, laissez-passer.

 

Liberalizmin fayda ve sakıncalarına değinmeyeceğim; ancak korkulan veya öngörülen gerçeklere gözümüzü kapatamayacağımız aşikâr. Atı alan Üsküdar’ı geçmesine geçti*, ama geride kalanların hali içler acısı. Görmemek kötü değil, görmezden gelmek kötü olan! Ne mutlu ki aramızda Üç Maymunu (veya dört) oynamayan, tüm algılarını dört açan, imkanlarını seferber eden, birlik ve dayanışma içinde olan çok güzel, özel ve duyarlı insan topluluğu var. İşte onlar ve onların parçası olduğu dayanışma ağı (veya ağları) sayesinde, bugün açlık sınırında olup hayatta kalma mücadelesi veren -nam-ı diğer Üsküdar’da kalan- ailelere tutunacak dal görevi görüyorlar.

 

Kim mi bu insanlar? Hangi dayanışma ağı mı? Aslında lokal bazda mahallenin bakkalında biriken veresiye borçları sıfırlayan, yardım kuruluşlarına düzenli bağış yapan, öğrenci okutan, sıhhi malzeme sağlayan veya aş yapıp dağıtarak varını paylaşan kocaman yürekli, görünmez bir sürü insan var. Onlar duydukları bireysel çağrılara kendi çabalarıyla ve imkanlarıyla cevap veriyorlar. Diğer taraftan, münferit değil de kolektif çabayla, birlikle, ekipçe hareket eden koca yürekli görünmez başka insan grupları da var. Onlardan biri de Açık Alan Derneğinin Derin Yoksulluk Ağı (https://derinyoksullukagi.org) çatısı altında toplanmış bir grup güzel insan… Mart 2020 itibariyle güvencesiz çalışan, işten çıkarılan, ücretsiz izne ayrılan ve yoksulluk koşullarında yaşayan ailelerin ihtiyaçlarına destek olmak için seferber olmuş durumdalar. Ne mi yapıyorlar? Evden Değiştir Dayanışma Kampanyasıyla, online market aracılığıyla evlere doğrudan gıda, temel bakım, bebek bezi ve maması ulaştırıyorlar… Destekçi sayısı çoğaldıkça, ki 70 kişiyi buldu, ulaşılan aile sayısı artmakla kalmıyor, birikmiş faturalarını ve kira ücretlerini karşılıyorlar. 18 Mart 2020 itibariyle İstanbul’un 32 ilçesinde 160’ın üzerinde mahallede yaşayan 3000’in üzerinde haneye destek sağlamış ve sağlamaya devam ediyorlar.

 

Hepsinin önlerinde saygıyla eğiliyorum. En başında da DYA hareketini başlatan Hacer Foggo’nun önünde! Kendisini gazeteci Armağan Çağlayan’ın “Ebeveynler miras olarak yoksulluk devrediyor” (https://youtu.be/uz3OPmDrfJo) başlıklı röportajını izledikten sonra ne demek istediğimi çok iyi anlayacaksınız. Ana mesajı da Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı durumun yoksulluk değil de açlık olduğu; yoksulluğun geçmişte kalıp açlık sınırında yaşayanların var olduğu. Asıl endişe verici taraf, bir yandan zenginler daha zenginleşip yoksulluk artarken, bugün varlıklı kesimin dahi birikiminin gözleri önünde eriyip gittiğidir. Demeye çalıştığım şu ki, Türk lirasının son günlerde bu kadar değer kaybetmesi ve hayatın daha da pahalanması, “bağış yorgunluğu” etkisi yaratabileceği kaygısı. Neden mi? Olandan az biraz paylaşamayacak raddeye gelindiğinde ne olacak kaygısı, bu gemi tümüyle batacak kaygısı. Çünkü, bu zamanda büyük desteklerin verilmesi eskisi kadar kolay değil. Ayda 50-100 TL gibi yardımlar az görünse bile, o ailenin geçimi için son yaşamsal damla olabilir. İşte bu yüzden, dayanışma çemberlerinde aktif rol üstlenen bu güzel insanların üzerinde büyük yük var!

 

Beni tanıyan bilir. Her olayda olumlu tarafı gören ve görünür kılan bir yanım vardır. Pozitif Farkındalık felsefesi üzerine kurulu yaşam anlayışımdan gelerek neredeyse tüm yazılarım olumlu veya umut verici sözlerle sonlanır. Ne yazık ki bu yazımda karamsarlık, kaygı ve endişe hâkim. Bu güzel insanlar yüklendiği sorumluluğu sürdüremez hale gelir veya getirilirse, ne olacak dedirtecek türden bir karamsarlık benimkisi. Diğer yandan, içimde şükran minnet ve umut da var. Bu dayanışma çemberinin içinde olmanın, bu güzel insanlarla kolektif birliğe ve varlığa hizmet etmenin verdiği bir umut. Çünkü dibe vurmayı ve dipten aşağı düşmeyi reddediyoruz; nefesimiz yettikçe, aşımız piştikçe ve imkânımız elverdikçe paylaşmaya, dayanışmaya devam diyoruz.

 

Çağrım siz okuyanlara… Şayet toplumun geldiği yoksulluk noktasıyla ilgili içinizde kaygı, endişe ve karamsarlık duygusu taşıyorsanız, bir nebze kendinize ve çevrenize ışık vermek istiyorsanız ve imkanınız ve gönlünüz bu dayanışma ağının içinde olmaktan yanaysa, DYA’nın sayfasını ziyaret ederek destek olabilirsiniz…

 

İstanbul’dan sevgilerimle…

29 Aralık 2021

 

 

*Atı alan Üsküdar’ı geçti deyimi, tüm fırsatların kaçtığı, geriye yapılacak bir şeyin kalmadığı anlamını taşımaktadır. Bu yazıda mecazi anlamından ziyade gerçek anlamından yola çıkarak atı, gücü, parayı ve/veya statüyü eline geçiren, alan veya sahip olan yürüdü, ilerledi ve/veya başka boyuta geçti anlamında kullanılmıştır. Deyimin anlam ve hikayesine https://seyler.eksisozluk.com/ati-alan-uskudari-gecti-deyiminin-anlami-ve-hikayesi linkten ulaşabilirsiniz.

Renkli Gençlik… Rengarenk Gelecek…

Bugün 15 Aralık, kızımın doğum günü. Tam 17 sene önce bugün, yaşadığımız evrenin kozmik ve ilahi gücünün varlığına bizzat şahit oldum. Yaşadığımın eşi benzeri olmayan bir deneyim olduğunu söyleyebilirim. Bunu tek yaşayan ben olmadığıma ve benim gibi dünyaya bir can getiren tüm annelerin benzerini yaşadığına eminim. Doğumu sonrası kızıma baktığımda bir canlıyı yoktan var etmenin inanılmaz sihrini ve içinde bulunduğumuz gizemli evrenin gücünü gördüm. 17 yıl sonra bugün ona baktığımda, adeta bir ressamın renk paletinde olduğu gibi, nerdeyse her şeye sahip, isteyebileceği tüm renkleri kendinde barındıran bir genç kız görüyorum. Sağlığı neşesi yerinde, becerikli ve her şeyiyle bir bütün. Ne var ki, her canlı dünyaya böylesine tam ve bütün gelmiyor. Herkes eşit koşullarla doğmuyor, eşit imkanlarla karşılaşmıyor ve eşit şartlar içinde yaşamıyor. Belki de hayatta olabilecek en büyük şans doğduğu yer, ailesi ve genleri kadar, kişinin karşısına çıkanlardır, elinden tutanlardır, yanında olup yol gösterenlerdir, yürüme gücü ve imkânı verip ilerlemek için ona yolu açanlardır. Özetle, her şeye rağmen başına gelebilen güzelliklerdir. Bununla karşılaşanlar ne büyük şans olduğunu çok iyi bilirler. Çünkü, şanstan ötedir, bir nimettir! Öyle ki, kendilerine sunulanın çoğalması ve yayılması için minnetle ve özveriyle çabalarlar; parçası olup aidiyet kurarlar; ve kendileri büyüdükleri ve geliştikleri gibi, çevresindekilerin büyümeleri ve gelişmelerine önayak olurlar.

 

Anlayacağınız üzere, bir sivil toplum kuruluşundan bahsediyorum. Hem de çok özel bir STK! Faaliyetlerinin nasıl bir nimet olduğu anlatılmaz; yaşanır! Yüzlercesi var, ancak yıllardır eğitim camiası içinde olmama rağmen, böylesi STK’yla karşılaşmamıştım. Özel oluşunun birçok nedeni var: (1) Faaliyetlerini engelli ve engelsiz üniversiteli gençlerle yürütüyor, yani gençliğin tüm farklılıklarıyla birlikte rengarenk bir mozaik oluşturuyor; (2) genç katılımcıların ufuklarını açıyor, aydınlatıyor, istihdam imkanları sağlayarak geleceklerine umut veriyor; (3) onları bütünsel becerilerle donatıyor, hayata hazırlıyor -salt istihdam edilebilirlik üzerine değil, engelsiz erişilebilirlik, insan hakları, liderlik, sosyal sorumluluk, sürdürülebilirlik, vs. konuları temel alan aktif vatandaşlık algısı ve yaşam biçimini aşılıyor; (4) kendi bünyesinde onlara alan açıyor, gönüllü çalışma olanakları ve genç kadrolarda aktif görevle programdan aldıkları kazanımları geri aktarma imkanı sağlıyor; (5) 2015 yılından bugüne 300’den fazla engelli ve engelsiz gence ulaşarak hayatlarında adım adım fark yaratıyor, bireylerde özsaygı, öz-disiplin ve özgüvene dayalı gelecek inşa ediyor; (6) kendim de dahil olmak üzere, alanında yetkin ve müthiş özveriyle çalışan gönüllü mentör kadrosunun desteği ve aktif katılımıyla faaliyetlerini yürütüyor; ve… (7) 5 harika kadının –Arzu Güneşli, Pınar Gökpınar, Kristina Steinbüchel, Suna Özpar ve İdil Ander– bir araya gelerek “Renkli Kampüs” adıyla başlattıkları bu sosyal girişimcilik hayali, bugün dev gönüllü kadrosu, paydaşları, destekçileri ve bağışçılarıyla birlikte efsane bir filantropi alanı oluşturuyor… Kısa süre önce STK statüsünü alan ve “Dünyayı değiştirmek için dünyanı değiştir” mottosuyla misyonunu yürüten Değiştiren Adımlar Derneği  (DADER)  tüm takipçileri için topluma verme ve aktarma fırsatı sağlıyor. (DADER’le ilgili daha fazla bilgi için degistirenadimlar.org).

 

 

2015 yılından beri gönüllüsü ve dernek üyesi olmama rağmen, Renkli Kampüs’le ilgili hiç yazmamış olduğumun farkına vardım. Oysa sayısız değerli gençle etkileşim içinde oldum; birlikte, zihinlerimiz, kalplerimiz ve hayallerimiz birleşik olarak parlak projeler üzerine çalıştık… Beni bu yazımı yazmaya itense bir arkadaşımın 3 Aralık Dünya Engelliler Günü dolayısıyla sosyal medyada paylaştığı bu resimle 5 Aralık Dünya Gönüllüler Günü oldu. Resimde el yazısıyla “Annelerin en büyük korkusu çocuklarının ölmesiymiş. Engelli annelerininki, çocuklarından önce ölmek!” yazıyor. Bu sözleri ilk okuduğumda tabii ki çok etkilendim; halen de her okuduğumda, özellikle bir anne olarak, beni çok düşündürüyor… Günümüz şartlarında bir ebeveyn olmak zaten yeterince zor… Çocuklarımıza yaşam ve olanak sağlamak başlı başına bir mücadele gerektirirken, yokluğumuzu düşünemiyorum! Kendilerini ve yaşamlarını idame etmeleri için ihtiyaç duydukları yetkinlikleri sağlamada ne örgün öğretim ne de aile içi eğitim yeterli olabiliyor. Gerçek hayat okuldan sonra başlıyor. Çok sevdiğim aile büyüğüm rahmetli Albert Basan’ın sözleri geliyor aklıma: “Okul ile hayat arasında en büyük fark, okulda dersini öğrenir sınavını alırsın, oysa hayatta önce sınavını alır sonra dersini öğrenirsin!” derdi. Çocuklarımızı hayata hazırlamak bize, toplum gönüllülerine düşüyor. Kendi ayakları üzerinde durmaları ve yaşamlarını yürütebilmeleri için Renkli Kampüs /DADER gibi sistematik faaliyetlerin şart olduğunu kabul etmeli, gönül ve destek vermeliyiz.

 

2015 yılından beri üniversiteli gençlere ulaşan DADER, yeni projesiyle şimdi Liseli gençlere de ulaşmayı hedefliyor. Umutluyum ve çok mutluyum… Engelli ve engelsiz tüm çocukların annelerinin gözü arkada kalmayacak artık… Gençlerimizi siyah-beyaz değil, daha renkli bir gelecek bekliyor… Devir değişti… Hayat dersi dediğimiz öğretilerin sınavlarına mentör ve yol göstericilerin eşliğinde hazırlanarak hayata atılıyor gençler. Eskisine kıyasla bugün daha önde başlayabiliyor, yollarını bulabiliyorlar; gereksinim duydukları yetkinliklere ve olanaklara erişebiliyor, kendilerini hayal ettikleri yerlerde görebilmeye daha da yaklaşıyorlar; ve tüm zorluklara ve engellere rağmen arzu ettikleri biçimde toplumda yerlerini bulabiliyorlar. Hepsi de Renkli Kampüs / DADER sayesinde…

 

Kurucularına ve tüm gönüllü kadrosuna ve ilk oluşumundan beri parçası olma ayrıcalığına minnet ve şükranla… Barcelona’dan sevgiler.

 

15 Aralık 2021

Bir Madalyonun İki Yüzü

Hayatımızın her anında ilginç olaylar ve düşündürücü anlar cereyan eder. Başımıza neyin geldiğinden ziyade, olay karşısında verdiğimiz tepkidir önemli olan. Pandemiyle birlikte bunu çokça deneyimledik. Bizi adeta sınayan olaylara serin kanlılıkla yaklaşmayı ve son kararı verene kadar tek taraflı değil de bütüncül bakmayı öğrendik. En doğru gibi görünen kararın gerçekte öyle olmayabileceğini anladık; aynı hata gibi görünen kararın da olmayabileceği gibi. Yine de, zaman zaman zihnimiz oyunlarıyla kafamızı karıştıracak şeyler yapabiliyor… Bizi mental-duygusal karmaşaya sevk edebiliyor… Huzurumuzu kaçırabiliyor.  İki hafta önce aynen buna benzer bir şey yaşadım…

 

Bileniniz vardır; 17 yaşında bir kızım var -sanatçı ve yaratıcı ruhlu, ama bir o kadar da sabırsız ve tez canlı bir ergen. Değişik ilgi alanları var; giyim tasarımından profesyonel makyaja, dekorasyondan mutfak sanatlarına… Kıyafetlerini kombinleyerek kendince bir stil oluşturmakla kalmayıp bazı elbiselerini kendi tasarlıyor, dikiyor ve giyiyor.  Son ilgi odağı tırnak tasarımı… Haliyle, her ebeveyn gibi, tasarım ve yaratıcılıkta zengin, öğrenmek isteyen ve tutkuyla üreten kızımıza araç gereç temini, atölye ve uygulama alanları sağlamak için elimizden geleni yapıyoruz. Asıl maceram, kızımın iki hafta önce Instagram’da gördüğü akrilik tırnak yapım atölyesine katılmak istemesiyle başladı. “Ne olmuş olabilir ki?” diyebilirsiniz… Geçmişten gelen deneyimlere dayalı bir önyargı ve sabit düşünceyle (fixed mindset) baktığınızda her şey olabilir! Tahmin edeceğiniz gibi, ben de istemsizce bir sabit fikre takıldım, zihnimin bana oyun oynamasına alet oldum.

 

Olay şöyle gelişti. Atölye tarihine 10 gün vardı. Kızım “son yerler doluyor; ödeme hemen yapılmalı, Barcelona’da bir daha bu atölye yapılmayacak; bugün son gün, öğleden sonra 2’de kapatıyorlar; kapanmadan gitmen ödemeyi yapman lazım” diye vıdı vıdı yapınca, mecburen “görev insanı” olarak Instagram hesabında yer alan adrese gittim. Merkezi bir caddede, apartman altında küçücük bir dükkân; içeride iki çalışma masası, kesif bir aseton ve akrilik madde kokusu… Çalışan iki genç kız, biri ortalığı toparlıyor temizliyor, diğeri -ismi Alex- girdiğimi görünce benimle ilgileniyor.

 

Aklımda bir sürü soru, ben soruyorum, o teker teker hepsine cevap veriyor. “Atölye nerede olacak, burada mı?” diyorum, “Evet, 5-7 kişiden fazla olmazsak burada yapacağız” diyor. İçeriye doğru göz gezdiriyorum; pek küçük, o kadar kişiyi alacak boyutta görünmüyor… Sormaya devam ediyorum. “Daha kalabalık olursanız nerede yapacaksınız?” deyince bana Barcelona’da bir makyaj okulunu gösteriyor. Gayet profesyonel bir atölye çalışması gibi anlattıkça, benim aklımda daha da sorular ve kuşkulu bakışlar… Alex de yüzümdeki ifadeden anlıyor olsa gerek ki, “Emin olmadığın ne var? Kuşkunu gidermek için ne yapabilirim?” gibisinden bir soru soruyor. “Bütün kurgu bana kuşku verici geliyor, ödemeyi aldıktan birkaç gün sonra dükkânı boşaltacak ve yok olacaksınız…” diye içimden geçiriyorum, ama tabii ki de tek kelime etmiyorum.

 

Alex anlatmaya devam ediyor, tırnak tiplerini resimlerini vs. gösteriyor… Bense, aklım türlü senaryolara kurgulara kaymış gitmiş halde. Sanki Mindfulness eğitmeni ve uygulayıcısı değilim de acilen koçluk seansına ihtiyacı olan biri gibiydim. Beni bu kadar şüpheci yaklaşmaya iten bir diğer faktör, ödemeyi nakit istemeleriydi. Kızım ödemeyi nakit istediklerini demişti; bense “kartla ödemek istiyorum; merak etme, oraya gidince bir şekil çözerim” demiştim. Yeri sabit, sürekli hizmet veren resmi bir işletmenin kredi kart poss makinesi ve sicil numarası vs. olmalı diye düşünüyor insan. Amma ve lakin, yoktu! Üzerimde nakit vardı; ancak kartla ödeme tercihimi ısrar ettiğimde, nakitim olmadığını varsayarak -veya aptala yatarak- bana “yakında banka var, çekebilirsin” demesi beni daha da irrite etti.

 

Aradan bir süre sonra, çözüme kavuşamayacağımızı anlayınca, Alex patronunu aradı. Patronu -Claudia- 20’lerinde çok hoş bir genç kız. Yanında iki arkadaşıyla birlikte dükkâna benimle konuşmaya geldiler… Beni rahatlatmaya, son kalan sorularıma açıklık getirmeye ve ısrarıma karşılık kendi yöntemiyle ödemeyi almaya… Bir yandan atölye paketinin içinde olanlardan, yani katıldığı atölye ve sonraki dönemlere ait öğrenme gruplarına katılacağından ve online eğitim materyallerine erişimi olacağından bahsetti. Diğer yandan da ödeme sonrası faturayı hemen e-posta ile göndereceğini, faturada NIF numarasının (numero identifica fiscal diye geçiyor, yani kurum sicil numarası gibi bir şey) yer aldığını söyledi. Bense, “birkaç koldan kafa kola mı alınıyorum acaba” diye aklımdan geçirsem de “yapacak pek bir şey yok, buraya kadar geldim, kaçış yok, ödemeyi yapacağım” dedim kendime. Sonra aklıma Bizum geldi; telefonda numarası kayıtlı olan kişilerin hesabına direk banka transferi yapma olanağı olan bir sistem. Veee… mutlu son… Bizum ile resmi kanaldan banka transferi yapmış ve şüphelerim doğru çıkarsa elimde -email ile gelen fatura dışında- ödemeye dair resmi bir dayanağım olacaktı.

 

Amma şüphecisin diyebilirsiniz… Böylesine kurguları Türkiye’de çok gördük, yaşadık. Türkiye’de var da İspanya’da neden olmasın. Sonuçta Instagram’da bir hesap “atölye çalışması yapıyoruz” diyor, hiç de ucuz olmayan bir çalışma vaat ediyor… Yeri yurdu var ama sağlam kurulu düzeni yok; bugün yerinde duruyor olsa da yarın ansızın yok olabilecek kadar iptidai. Bütün bu izlenimlerimden sonra nasıl şüpheci olmam ki? Arada birkaç defa kızıma “Whatsapp grubunda hiç hareket var mı, yazan eden oluyor mu? Atölyenin yeri belli oldu mu?” diye sordum; o ise gayet kaygısız şekilde “hayır” diyordu. Benim huzurum kaçmış, onunkini kaçırmayayım düşüncesiyle, şüphelerime dair hiçbir kelime etmedim ona. Sabır sabır sabırla bekledim…

 

Sonrasını merak ediyorsunuz elbet… İki gün boyunca dolandırıldığımı düşünerek huzursuzluk içinde kıvrandım; “bu topa nasıl girdim, bu golü nasıl yedim” gibi iç sabote edici laflarla içimi yedim durdum. 10 gün sonra gerçeği göreceğimi biliyordum… ama bir defa sabit düşünce noktasına takılmıştım ve çıkaramıyordum kendimi. Sonuçta madalyonun iki yüzü vardır. Dolandırılmamış da olabilirdim! Bense tek yüzüne bakar halde sıkışmış kalmıştım. Zihnimi bir türlü susturamıyordum. Eşimle defalarca konuştuk; uzun yıllar Barcelona’da yaşayan arkadaşımla dertleştim… Nihayetinde, kendime “En kötü ne olabilir? Çok pahalı bir ders almış olacaksın… konuyu rafa kaldır ve bekle gör…” telkiniyle zihnimi teskin ettim, konuyu rafa kaldırdım. Haaa… tabii ki de kolay olmadı! Ama inanın ki atölye gününe kadar unutmuştum.

 

10 gün sonra, cuma akşamı kızım atölyenin gittiğim adreste olacağını ve sabah onu bırakmamı istemesiyle konu yeniden gündeme geldi. Ve tabii ki de çözüldü. Dolandırılmamıştım! Mutlu son… Geriye bakıp izlenimlerimi yeniden gözden geçirdiğimde bambaşka şeyler gördüm… Kendince iş kurmuş ve yürütmeye çalışan genç girişimcileri, sıfırdan başlamanın iğretiliğini ve olan imkanlarla yol alabilen gençliğin hallerini gördüm. Kızım iki gün akrilik tırnak yapım atölyesine gitti, kendi gibi genç kızlarla tanıştı ve yeni beceriler edindi. Bense güvenin ve olayları akışa bırakmanın önemini yeniden öğrendim. En önemlisi, hiçbir şeyin gördüğümüz gibi olmadığını gördüm. Zihin kendini haklı çıkarmak için inandığı sonucu doğrulamak adına verileri toplayacak; bizse madalyonun diğer yüzünü görmeye çabalayacağız. Başka yolu yok!

 

Barcelona’dan sevgiler.

1 Aralık 2021

 

The Last Duel

Last weekend, I watched Ridley Scott’s (2021) movie The Last Duel, which is about the true story set in 1386. The film is based on Eric Jager’s (2006) book The Last Duel: The True Story of Crime, Scandal, and Trial by Combat in Medieval France. The story is about the trial by duel between two formerly close friends, the warrior knights (de Carrouges and le Gris). Le Gris is on trial for raping de Carrouges’ wife. According to the court decision, one will die at the end of the duel and the survivor will have done God’s will, that is, justice. If Le Gris survives, he will be acquitted, and de Carrouges’ wife will be burned at the stake as punishment. I won’t give any spoilers… But I can say it’s a must-watch movie that is terrifying to the bone! I couldn’t get over it for a long time. It made me question the progress, change and transformation societies have gone through since the Middle Ages. Although we have experienced tremendous modernisation in science, technology, health, management, and social aspects, I cannot say that we have made much progress in some respects, especially in women’s rights and the status of women in society. As for the reason, I shall explain…

 

Think about the 21st Century, in the relatively developed societies… Consider the status of women, their role and the opportunities they can have, or things they can do today… think about it! Surely, although women have won great rights since the history – and they have suffered and struggled much to win those rights, unfortunately, their place in society has not reached an equal position with men! One does not need a guide to a village that’s already within sight! It’s crystal clear that we haven’t made much progress in achieving the deserved level for women’s rights; considering that we still celebrate International Working Women’s Day (8th March); that there are opposing ideas against feminism movements; that various NGOs and think-tanks carry out activities advocating for equality of women side-by-side men; that concepts such as “equal pay for equal work” or “glass ceiling syndrome” regarding women employees are still matters of discussion; and that the sexist behaviour and gender-biased policies, like from the wages of women to promotions, continue in the workplace!

 

Upon leaving the cinema, I questioned the status of women in the society since 1386 until today! I thought about the experiences of a young married woman who was raped, the way she defended herself and the ‘judgmental’ looks of others in the face of this incident; I questioned the role of women as mother and wife; I thought about the socially constructed role attributed to a woman, as if she were a property that should be protected, or even that belonged to the man; and, I thought about how men’s perception of masculinity was structured and shaped. Centuries passed, but the status of women and men in society hasn’t changed much, I said to myself!

 

Later, I examined the reflection of this sociocultural phenomenon on the languages ​​I speak. For example, in modern Turkish, couples call each other as their ‘partner’ or my equal, signifying as my other half; however, it is interesting that in some European languages ​​with a feminine-masculine distinction, men call their wives my wife (English), ma femme (French), mi mujer (Spanish), ishti (Hebrew) with possessive and dominating words meaning ‘my woman’. A woman says baali (Hebrew) meaning my owner, mi marido (Spanish) meaning my man, mon marie (French), and my husband (English) meaning ruler of the house in Old Norse. Meanwhile, before the word “partner” was coined, even still today, spouses address each other by kocam and karım. It is claimed that the origin of the word karım (my wife in Turkish) comes from the word ‘snow’ (kar in Turkish) that covers the mountain; and kocam (my husband in Turkish) comes from the word ‘great’ (koca in Turkish). That is, every time a woman calls her husband, she emphasises his wisdom and majesty, just like a mountain; the man, on the other hand, expresses that he sees his wife as the person who surrounds and covers him in his life. How nice, isn’t it!

 

When I look at the society’s positioning of women alongside men, I must say that modern Turkish language, which is not sexist, and Turkish culture in essence, is more contemporary and egalitarian compared to others. For example, while Turkish women were given the right to vote and be elected in 1934, the same rights were given in Switzerland in 1971, in Israel, along with its establishment, in 1948, in Spain in 1933 (where after Franco’s regime in 1977). (You can check the list of countries at https://stacker.com/world/when-women-got-right-vote-50-countries. We owe the modernity and equality that Turkish women have today to Atatürk. However, he did not live long enough to make his vision and actions sustainable; and today, women’s equality with men is still being discussed, and efforts are made to break the bigoted perception and mentality.

 

Considering this, the works of the Turkish based NGO Yanındayız and the movement for equality between women and men, initiated by their #kadınerkekeşittirnokta Conference (meaning ‘women and men are equal, full stop’ in Turkish), are noteworthy. It is an innovative movement in a way that it includes a wide range of supporters within the society, adopts an egalitarian approach among women and men, and addresses the difficulties also experienced by men in society, that is not based on positive discrimination against women. What is striking is that it examines the male perception of masculinity and the right to dominate over women, as a result of social learning, and the psycho-social source of this; it is a movement that aims to raise awareness on this issue and transform mindsets. Perhaps this is one of the most pioneering movements I have followed so far.

 

Years ago, I heard a phrase at a women’s conference: “men talk, women do”. It is a process where men must also be involved apart from the active role that women played in establishing equality. This process is not a duel between a man and a woman, it is a collaboration. Because it has a characteristic that will directly concern, influence, and ultimately liberate men. I would like to end this article with the words of a feminist sociologist and writer Pınar Selek, whose words I quoted from the conference I mentioned: “Men whose egos are constantly inflated, who are identified with the myths of the sovereign, and who are applauded as they approach these myths, are constantly castrated on the wheels of sovereignty. Because while their capacity for violence is constantly being nurtured, they stumble in real life. In other words, their truths are crushed and fragmented. In other words, masculinity learned by crawling becomes a process in which the promise of power and impotence are experienced together.”

 

I am hereby sharing the Youtube link for those who are interested in watching the conference. Just to note that it is in Turkish!

(https://www.youtube.com/watch?v=wwzPSh1yICc)

 

With love.

November 17th, 2021

 

Translation from Turkish: Handegül Demirhan

Odağımız Başka Yerde. Amaaa…

Bu haftaki yazımı apayrı bir konuya ayırmaya niyetliydim. Ne var ki, bu satırları yazmadan önceki akşam bir haber aldım ve aklımdakileri biraz duygusal ve tepkisel, biraz da rasyonel ve bilimsel yaklaşacağımı bilerek, doğrudan tuşlamaya koyuldum. Aldığım haber, bir arkadaşımızın çocuğuna ADHD, yani Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu tanısının konmasıydı. İçimdeki tepkiyi uyandıransa gençlere ADHD tanısının konması değildi -ki her yıl yüzlerce gence ve çocuğa bu tanı konmakta-; beni asıl infial ettiren bu gençlere uygulanmakta olan yaklaşım biçimi. Tahmin edeceğiniz üzere, çeşitli yöntem ve yaklaşımların mevcut olmasına rağmen, tedavi için çoğunlukla kimyasal ilaç yolu seçiliyor. Bu yazımda da biraz bunlara dokunmak istiyorum.

 

Öncelikle ADHD (Attention Deficit Hyperactivity Disorder)’nin ne olduğunu anlamakta fayda var. Türkiye Psikiyatri Derneği, “çocukluk çağında başlayan, etkisi tüm bir yaşama yayılabilen, nöropsikiyatrik bozukluk” şeklinde tanımlıyor. ADHD’li bireylerde aşırı hareketlilik, kontrolsüz tepki, dikkatsizlik, unutkanlık, uzun süre bir konuya odaklanma veya dinlemede zorlanma, dikkat dağınıklığı, ani gürültüye karşı aşırı hassaslık, dikkatsizlik sonucu hatalar yapma, eşya kaybetme, verilen görevleri sürdürme güçlüğü gibi davranışlar gözlemlenir. Bu dikkat ve hiperaktivite bozukluğu sadece çocuk veya gençlerde değil, yetişkinlerde de hayli yaygın bir olgu; her birimizde de az bir miktar var. İleri seviyede olduğunda, bu istemsiz davranışların kişiyi, hayatını ve çevresindekilerle ilişkilerini olumsuz etkilediği ve kişiyi başarısızlığa ittiği öne sürülür. Bireylerin hayatını büyük ölçüde etkileyecek, eğitim iş veya günlük yaşantısını sürdürmede zorlaştıracak seviyeye gelmesi durumunda, psikiyatri uzmanı tarafından değerlendirilmesi ve tedavisi şart bir nörolojik bozukluk olarak görülür.

 

ADHD hastalarının beyinleri üzerinde yapılan çeşitli araştırmalar sonucunda, bu rahatsızlığı taşıyan bireylerin beyinlerinde bazı bölümlerin daha küçük veya büyük olduğu tespit edilmiş, bazı kimyasalların farklı şekilde çalıştığı ortaya konmuş. İlaç tedavisine yönelimin daha fazla olmasının nedeni bu olsa gerek. İlacın bireylerin dikkatini toplamasına, hiperaktivitesinin azalmasına, konsantrasyonunun artmasına, eğitim ve iş hayatındaki genel işleyişinde daha kontrollü davranmasına ve genel sosyal ve toplumsal ortamda kabulüne yardımcı olduğu belirtiliyor. Bir kaynağa göre ilaç tedavisi “çocuğun eğitim hayatının düzelmesinde, daha başarılı olmasında rol oynar… çocuğun yaptığı olumlu davranışları arttırır ve çocuk bu şekilde devam etmeye çalışır.” Diğer yandan, ilaç tedavisinin getirdiği yan etkilerden çok az bahsedilir. İştah kaybı, uykuda düzensizlik, baş dönmesi, karın ağrısı, iritabilite gibi yan etkilerin yanında, ilaç tedavisi uzun vadede bireyin yaratıcılığını, yaratıcı düşünce biçimini, yaratma motivasyon ve potansiyelini köreltebiliyor.

 

Türkiye Psikiyatri Derneği ADHD tedavisinde kapsamlı yaklaşımlar kullanılması gerekliliğini savunuyor; nörobiyolojik temelli rahatsızlık olan ADHD tedavisinde ilacın temel oluşturduğunu öne sürüyor; ve bütüncül tedavi yaklaşımın sonraki aşaması olan yapılandırılmış bilişsel davranışçı psikoterapileri eklemenin önemini vurguluyor. Tabii ki de, böylesi bütüncül ve kapsamlı bir tedavi yaklaşımında, yani psikoterapi eşliğinde ilaç uygulanırken bireyin yanında ailenin, uzmanın ve eğitimcilerin de sürece dahil olmaları gerekmektedir!  Ancak ne yazık ki, ekseriyetle bireyin ve ailesinin bu olguyla -yani psikoterapi ve ilaçlarla- baş başa kaldığını, diğer taşıyıcıların sürecin dışında kaldığını görüyoruz.

 

Acaba neden? Şöyle! Eğitim sistemi tek tip öğrenci profiline -yani odaklanan, yönergeleri vakitli ve keskinlikle takip eden, dürtü ve davranışlarını regüle edebilen, sınıf ortamına ayak uyduran, toplumun belirlediği standartlar çerçevesinde başarı gösterebilen öğrenci tipine göre kurgulanmış bir yapıya sahip… Sosyal toplum, yani biz ebeveynler, eğitimciler, uzmanlar -iş dünyası da dahil buna- genelin (veya normun) dışında kalmış bireylerin farklılıklarını ve öznel becerilerini topluma dahil etme yetisine ne yazık ki haiz değiliz. Onun yerine ilaç ve terapiyle bireyleri kendimize benzetme çabası içindeyiz. Farklılıklara ve düzenin dışında kalanlara yer verme ve alan açma konusunda çok zayıfız. Küçükten büyüğe, neredeyse tüm örgün eğitim sistemi bu esaslar üzerine inşa edilmiş konumda. Buna Sir Ken Robinson “How schools kill creativity” başlıklı TED konuşmasında (https://www.youtube.com/watch?v=cI3Ro1Br5k8) çok güzel değinmiştir; eğitimin ve maalesef eğitimcilerin yaratıcılığı ve başarma potansiyelini nasıl da körelttiğini anlatır.

 

Robinson konuşmasında, Cats ve Phantom of the Opera müzikallerinin kareografisini yapan bale dansçısı ve kareograf Gillian Lynne’den bahseder ve dansçı oluşunun hikayesini anlatır. Lynne, 1930’larda çocukluğunda odaklanma ve öğrenme zorluğu çeken, ödevlerini takip edemeyip vaktinde teslim etmeyen, ve sınıf içinde rahat durmayışından dolayı öğretmenlerinin şikayet ettiği müthiş yetenekli bir çocuktur. Bugün olsa ADHD tanısı alacak ve ilaca yönlendirilecek bir çocuktur! Öğretmenleri tarafından “başarısız” olarak etiketlenmiş, ancak fırsat verildiğinde küresel başarıya imza atmış bir çocuk! Onu gören uzmanın annesine “Lynne hasta değil, o bir dansçı” ve “dans okuluna götürün” demesiyle fırsat yakalamış ve Lynne hayatta büyük başarı kazanmıştır. (Hikâyenin tamamını TED konuşmasında Robinson’dan dinlemenizi öneririm!) Günümüzde özel ihtiyaca yönelik bireyselleştirilmiş eğitim (educational programs for students with special needs) sisteminin ve programlarının olmasına rağmen, istenilen mertebeye gelmediğini söylemeliyim!

 

Yine “neden” diye soracağım… Ronald David Laing’in beni büyüleyen bir lafı vardır: “Öldüğünüzde ölü olduğunuzu bilmezsiniz. Bu sadece başkaları için zordur. Aynı şey salak olduğunuzda da geçerlidir.” ADHD’ye sahip kişiler de kendilerini bilmeyebilirler… Bu asıl onlarla yaşayan ebeveynler, çalışan öğretmenler ve eğitim yöneticileri için çok zordur… O yüzden de onlara çok iş düşüyor! ADHD’li bireylerin kendilerini bilmelerine yardımcı olmaktan başlayarak, onları her anlamda destekleme görevleri var… Maalesef, sayılı istisna dışında, çoğu tedavi yöntemleri kolay yolu seçerek ilaç veriyor. İşte burada soruyorum: salt süreçleri kolaylaştırmak ve çocukları tek tip eğitim ve yönetim biçimine uyumlandırmak için özel ve öznel yeteneklerini törpülemek ne kadar doğru?

 

2010 yılında, İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü AB Projeleri Yönetimi bölümünde çalıştığım dönemde, bu konuya baya kafa yormuştuk. İlk defa o zaman nöroplastisiteden ve beynin kendini yeniden şekillendirebileceğinden haberdar olmuştum; hatta beynin işleyişine müthiş merak sarmıştım. Boğaziçi Üniversitesi akademisyenleriyle birlikte, Avrupa’dan birkaç kurumun da dahil olduğu bir konsorsiyumla bir proje başlattık. Amacımız kaynaştırma öğrencileriyle (öğrenme zorluğu çeken ve ADHD tanısı alan çocuklarla) çalışan öğretmenlere yol gösterici bir kolaylaştırıcı yol açmaktı. Sonucunda 24 saatlik bir eğitim programı tasarladık ve öğretmenlerle bir pilot eğitim uygulayarak programı hayata geçirdik.

 

Alanında uzman eğitimciler, özel eğitim (special needs) uzmanları ve psikiyatri uzmanlarıyla birlikte kurguladığımız bu eğitimle “başkaları için zor” olanı “bütüncül ve kapsamlı yaklaşım” sunarak kolaylaştırmayı hedeflemiştik, ama maalesef 2 yıllık proje sürecinin sonuna gelindiğinde çalışma da kaldığı yerde tozlar altında kaldı. Aradan 10 yıldan fazla zaman geçti… Bugün odaklar başka yerlerde… ADHD tedavi yöntemlerine yönelik kaygılarımızsa aynı yerinde…  Akademisyen hocalarımızın yerlerinde oldukları gibi… Fakat neden olmasın… Belki bir gün uykuda olan bu değerli çalışma uyanır, hareketlenir ve yeniden hayat bulur…

 

Barcelona’dan sevgiler…

3 Kasım 2021

Zaman Kapsülü

İnsan kuş misali, bir orada bir burada… Uçağa bindik mi, birkaç saat içinde hooop dünyanın bir yerinde olup, başka dil ve kültür içinde yeni deneyimler tadabiliyoruz. Her yeni bir yere gidişimizde yeni anlar yaşıyor, anılar biriktiriyoruz. İlerleyen vakitte o anılar hatırımıza geldikçe bize mutluluk veya hüzün verebiliyor. Keşfettiğimiz o yeni yerleri yeniden ziyaret ettiğimiz zaman ufak nostaljiler yaşıyor, içimizde yine mutluluk veya hüzün yaşıyoruz. Peki ya, yeni yerler değil de çocukluğumuzun, gençliğimizin veya hayatımızda mihenk taşı teşkil edecek dönemlerin geçtiği mekanlara uzun yıllar sonra yeniden ziyaret ettiğimiz zaman ne hissediyoruz? Yaşanmış anların ne kadarını anımsıyoruz? O mekanlarla yeniden temas ettiğimizde ne kadarı yeniden canlanıyor? Hatırlatıcı unsurlar neler sizce? Bu yazımda birazcık  anılara ve anıların nasıl da bir “zaman kapsülü” gibi hatırlatıcı unsurların içine kaydolduğuna değinmek istiyorum… Zira hepimizin anılarımızı kaydettiğimiz kapsüllerimiz var, ve bir birinden çoooook da farklı değil!

 

Bilim -özellikle sinirbilim (neuroscience), anıların salt beyin hücrelerinde değil, tüm vücudumuzda kaydedildiğini ispatlamış. O halde hafızamıza kaydettiğimizi düşündüğümüz her şey sadece zihnimizde saklanmıyor! Peki ya nerede tutuluyorlar? Duygularımızda! Şöyle… Anılarımızı hatırlatan her tür uyaran içimizde bir yerde saklı kalmış duyguları yeniden bilinç seviyemize geri getiriyor… Bu uyaranlar bir koku, bir fotoğraf, bir mekân, bir ses veya bir melodi olabiliyor… Hatta bu bir kişi dahi olabiliyor… Bunlardan biri veya hepsi bizi alıp geçmişe -yakın ya da uzak geçmişe, anılara götürebiliyor; ve yaşadıklarımızı yeniden gözümüzün önüne getirebiliyor. Bazısı capcanlı berrak ve net olurken, bazısı ise bir sis perdesi arkasına saklanmış gibi, varlığı belli belirsiz… Ancak hepsinde ortak olan, içimizdeki duyguları yeniden canlandırması. İşte uyaran karşısında canlanan duygulardır bize o anları yeniden yaşattıran. Özetle, hatırlatıcı her tür unsur -fotoğraf, koku, müzik, vs., bizi geçmişteki o ana ve yaşadığımız duygularımıza sevk ederek o anı yeniden yaşatabiliyor, neşe hüzün veya özlem yaratabiliyor.

 

Anlatmaya çalıştığım, hatırlatıcı uyaranların bizi adeta bir zaman tünelinden geçirerek geçmişe götürebileceği olgusu. Ben bunlara zaman kapsülü diyorum çünkü anılarımızı, barındırdığı duygu düşünce ve davranışlarımızı sonsuza dek saklayan araçlar olarak görüyorum; aynı bilgisayarımıza takıp dosyalarımızı yedeklediğimiz elektronik bellekler gibi! Biz insanlar, ne balık hafızası kadar her şeyi unutan, ne de fil hafızası gibi tüm detayları kendinde koruyabilen varlıklarız. Unutma eğilimi taşısak da her şey hücrelerimize kaydoluyor, ki ancak hücrelerimize kaydettiğimiz kadarını belli anlar ve durumlarda bilinç seviyemize çağırabiliyoruz, deneyimlerimizi anımsıyoruz, ve duygularımızı yeniden içimizde hissedebiliyoruz. Bu olgudan kısmen 26 Ağustos 2020 tarihli “Özledimmm”… mi dediniz? başlıklı yazımda bahsetmiştim; ve bir anı, kişiyi, mekanı veya tadı ancak bir uyaran aracı olduğunda özleyeceğimiz düşüncesini öne sürmüştüm. Tabii, bunu bilmek ne işimize yarayacak derseniz, çok doğru yaparsınız! Anılara ve geçmişe gitmek kısa süreliğine çok keyifli olabilir; ama bizi derin düşüncelere sevk etmesi ve geçmişte yaşamaya itmesi pek de istenilen bir durum değil. Özetle, her şeyi yönetmeye yeltendiğimiz gibi anılarımızı da yönetmeye ve onlardan fayda sağlamaya teşebbüs edemez miyiz? Çok da güzel edebiliriz! Ama nasıl?

 

Kendimden örnek vereyim… Çocukluğuma dair çok az anım vardır; 10 yaşıma kadarını hiç hatırlamam bile. Olayları değil yaşadığım duyguları hücrelerime kaydederim. Her duygunun arka planında tabii ki olaylar ve onun arkasında da koku, görsel, ses gibi hatırlatıcı unsurlar barınır. Örneğin bir şehirden aldığım bir şapkaya her baktığımda bana o seyahati, içimde hakim olan duyguyu, satan kişiyle yaşadığım etkileşim, bulunduğum ortam ve zamanı gözümün önüne getirir. Bugün sahip olduğum tüm giyim, aksesuar, araç gereç, vs. bana hayatımın çeşitli kesitlerini hatırlatma özelliğini taşır. Kim bilir; belki de bu nedenle eşyalarımdan çok zor ayrılabiliyorum! Diğer yandan, hayatımın ilk yıllarını geçirdiğim Orkide apartman girişine bakarken yaşadığım evle ilgili tek bir hatıra kırıntısına sahip olmamamın bulunduğum mekanda tek bir hatırlatıcı unsurun var olmayışına bağlıyorum. Tabii, kabul ediyorum ki, anıları kaydetme şeklimiz keşfedilesi bir muamma! Ancak asıl vurgulamak istediğim, benim için en güçlü ve canlı hatırlatıcıların, hayatımda yer alan 3-5 kişi oluşu (o kişiler kendilerini biliyor!). Bu kişiler benim hayat hikayemi çok iyi bilen, derin paylaşımlarımız sonucunda beni bana yansıtan, kendimi dışarıdan objektif bir gözle görebilmemi sağlayan, ve geçmişte düşündüğüm, söylediğim veya deneyimlediğim bir çok önemli detayı kilit noktada bana hatırlatabilen kişiler. İşte ben onlara benim “zaman kapsülüm” diyorum; çünkü onlar kendi belleklerine benimle ilgili önemli bilgileri kaydediyorlar ve yeri geldiğinde “bak 3 sene önce böyle olmuştu, şöyle demiştin veya şunu yapmıştın” diyerek bilinç dışıma ittiğim detayları bilinç seviyeme taşıyabiliyorlar. Bir fil hafızasından çok balık hafızasına eğilimli biri olarak, benim için hayatımda eşi benzeri bulunmaz bir nimet, bir cevher, bir lütuf!

 

Bu nimet nasıl mı işime yarıyor? Bugün aldığımız her tür karar veya adım geçmiş deneyimlerimiz, düşünce şekillerimiz ve duygularımızla son derece bağlantılıdır. Bu bağlantı önemlidir, zira, geçmişini bilmeyen geleceğini tasarlayamaz gibi bir laf vardır. Ben de “geçmişini hatırlayan geleceğini sağlıklı tayin edebilir” diyorum.

 

Küçük bir not düşeyim ki, can dostlarım benim için birer zaman kapsülü olurken, ben de onların kapsülü görevini görüyorum. O derinlikte paylaşım ve dostluk karşılıklı bellek kaydına imkan sağlıyor. Eminim sizin de zaman kapsülleriniz vardır… Hiç düşündünüz mü… acaba kim onlar? Neler? Hangi unsurlar? Keşfetmeye var mısınız?

 

Benden bu kadar! Barcelona’dan sevgiler…

20 Ekim 2021

Bir Kediden Öte

Geçen sene Ekim ayında Menorca adasında bir martı ile müthiş büyüleyici bir etkileşim yaşamıştım, hatta hikayesini Menorcalı Arkadaşımla Sihirli Bir Etkileşim başlığıyla 18 Kasım 2020 tarihinde bu platformda paylaşmıştım. Martı gibi vahşi ve özgür ruhlu bir canlıyla böylesine iletişimi sihirli bulmuştum; halen de olağanüstü buluyorum. Tabii, beni o günlere götüren yaz sonu yaşadığım bir başka büyüleyici an. Ancak ona benzer bir deneyim olsa da, bu sefer daha da çok etkilendiğimi, hatta etkisinden henüz çıkamadığımı itiraf etmeliyim. Bu sefer hangi hayvanla etkileşim yaşadım diye merak ediyorsunuzdur. Bir kedi -Zorro. Yüzünü siyah bir maske kaplamış gibi bembeyaz bir kedi olduğu için Zorro uygun gördük. Ama ben ona Kuzu diyorum, çünkü bir kuzu kadar şefkat ve sevgi dolu. Öyle sokakta gördüğümüz sırnaşık, yemek dilenen ve yemeği kaptı mı kaçan, acıkınca yeniden gelen türden değil. Bir kediden öte, sanki yanınızda bir insan, sevgiyle bakıyor, iletişim kuruyor, sanki konuşuyor. Yaşadığım etkileşim aklımda ve kalbimde öyle yer etmiş ki, o Bodrum’da ben Barcelona’da olduğumuz halde, aklımdan ve kalbimden çıkaramıyorum!

 

Hikayesini şöyle anlatayım… Bodrum’daki yazlığımız kedi ve köpekle doludur. Bu sahipsiz sokak hayvanlarını biz yazlıkçılar yazları, yaz-kış sitede yaşayanlar da kışları besler. Birçoğu sokaklarda dünyaya gelmiş olsa da, aralarında sahiplerinin koylarda salıverip bıraktığı ve çekip gittiği hayvanlar da var. Ne yazık ki, geçmişlerine dair ayrıma varmak çok güç. Genel hal ve tavırlarından, sunduklarımıza yönelik yaklaşımlarından ve bizlerle bağ kurma stillerinden tahmin edebiliyoruz ancak. 16 yıl kadar önce bizi bulan bir köpeğimiz olmuştu; ismini Endi koymuştuk… Tahminimize göre bizim koya uğrayan ve iskeleden bırakıp giden bir teknenin köpeğiydi. Müthiş sevecen, duyarlı ve uysal bir köpekti. Birkaç yıl yaz-kış yaşayanlarla dönüşümlü olarak ona baktık ve maalesef birkaç yıl sonra bir arabanın çarpmasıyla öldü.

 

Geçen yıllar içinde çevredeki kedi köpekleri beslemeye devam ettik. Ta ki bir Ağustos sabahı Kuzu yolumu kesene kadar… Sabahın erken saatinde denize dalıp çıkmak üzere sahile inerken önüme çıktı ve benimle konuşmaya başladı. Tatlı diliyle yolumu kesmekle kalmayıp, istikametimi gerisin geriye eve yönlendirdi bizi. Birlikte eve varana kadar defalarca bir şey anlatır gibi bana miyavladı. Ona yemek verip yeniden sahile yöneldim. Bir yandan da aklımdan “kuvvetle muhtemel döndüğümde gitmiş olur” düşüncesi geçiyordu; çünkü bu zamana kadar beslediğimiz kedilerin hepsi öyle yapmıştı. Bir saat kadar sonra eve döndüğümde Kuzu’yu bahçede dolaşıyor, salıncakta sallanıyor ve beni gördüğü anda yaklaşıp konuşmaya başlıyor buldum. “Aaahh bir anlasam ne dediğini…” diye düşündüm. Birkaç saat sonra kocamla 4-5 gün İzmir’de geçirmek üzere yola çıktığımızda, arkamızdan el sallayarak bizi uğurlayan ilave bir çift göz ve bir kalp vardı. Anne-babamın yanında kızımız ve Kuzu!

 

Tahmin edeceğiniz üzere, 5 gün sonra döndüğümüzde Kuzu halen etraftaydı.  Yolumu kestiği Ağustos sabahının üstüne 6 hafta geçti ve bugün halen evin bahçesinde, salıncakta, minderli sandalyelerde yerini almış ailenin bir parçası halini almış durumda. Bence Kuzu bizi seçti, sahiplendi! Bilirsiniz, kediler köpeklerden farklı olarak kendilerine sahip seçmezler, kişiye değil bulundukları mekâna bağlıdırlar. Ama Kuzu farklı bir can; sevgi ve şefkat dolu, duyarlı, sakin ama oyuncu ruhlu ve farklı düzeyde bağ kurmayı becerebilen bir kedi. Birçok defa beni gördüğü veya sesimi duyduğu anda yanı başımda bulduğum oldu; hatta bir seferinde annemle Facetime ile konuşurken sesimi duydu ve telefon ekranına yanaşıp bana miyavlamaya başladı. Çok düşündüm, Kuzu’yu Barcelona’ya getirmeyi, ona yanı başımda sahip çıkmayı istedim; fakat evde son derece ürkek bir kedim varken -Minik, bir arkadaşın gelmesiyle nasıl olacağı konusunda büyük tereddütler yaşadım, yaşıyorum. Diğer yandan tüm aşılarını yaptırıp Kuzu’yu sahiplenecek yuva arayışına giriştim. Maalesef bulamadım.

 

Hani dedim ya, sokak hayvanlarının geçmişini anlamak zordur diye… Sahipli olup sokağa mı bırakılmış, yoksa doğma büyüme sokakta mıdır, anlaması zor! Kuzu için de aynısını düşünmeden edemiyorum. Hal ve tavırları bana ya sahipli bir ev kedisi idi ve sokağa bırakıldı, ya da içine insan -ama gerçekten iyi insan ruhu kaçmış bir sokak kedisi olduğunu söylüyor. Bir sokak kedisinden öyle farklı ki… Azgın hayvanlara karşı kendini güvende tutmaya ihtiyaç duyan, hırçın kedilerden kaçmak için pencereye çıkıp “beni içeri alın” diye bütün gece miyavlayan, yemeğini başka kedilerle paylaşan bir kedi. Burnumun dibine kadar yaklaşıp patisiyle yanağımı okşayan sevgi yumağı! Doğrusu, böylesine bir canı kaderine bırakmak içimi acıtıyor. 2-3 haftaya annem-babam yazlığı kapatacaklar… Sonrasında ne olacak diye kara kara düşünürken, sevgi dolu, neşeli ve gerçekten iyi insan olan aile dostumuz Erden’in Kuzu’ya göz kulak olacağı, besleyeceği ve sahip çıkacağı haberini aldım. Çok sevindim! Hem de evimizin hemen arka sokağında. Dilerim Kuzu bizi seçtiği gibi Erden’i de sahip bilir, kış boyunca karşılıklı birbirlerini sevgi ve şefkat ile beslerler.

 

İlerleyen aylarda Kuzu’nun neler yaptığına ve nasıl olduğuna dair haberlerini alacağız. Şu kesin ki, ona yuva sağlamak gibi iyi niyetli girişimim onu bildiği habitattan koparmayı ve bir eve kapamayı, nihayetinde kaderine müdahale ediyor olmamı içeriyor; bu da beni son derece ürkütüyor. İyiliğini düşünüp onlar için iyiyi seçtiğimizi düşünürken, hayvanların kendi özgür iradelerini gasp edecek kadar müdahaleci de olabiliyoruz. O nedenle belki de Kuzu’nun kaderine uzaktan bu kadar (az) müdahale edebiliyor olmak, onu Barcelona’ya taşıyamamak veya eve kapanacağı bir aileye teslim edememek beni rahatlatıyor. Zira bazen hayvanlar üzerinde Tanrıları oynadığımızı düşünüyorum… Öte yandan, Endi’nin kaderini paylaşan onlarca sokak hayvanın varlığını yok sayamıyorum. Bilsek de duymadığımız ve kaderini paylaşmadığımız sürüyle hayvan var; bu da acıtıyor!

 

Sizleri Kuantum teorisine ait bir sözle bırakmayı istiyorum. “Ormanda bir ağaç devrilirse ve orada onu duyacak kimse yoksa, ses çıkarır mı?” (If a tree falls in the forest, and there’s nobody around to hear it, does it make a sound?). Soru son derece saçma gelebilir, direk yanıtı da olmayabilir… Ne var ki bu derin felsefi soruyla, bizi daha derin gözlemlemeye ve algılamaya, hatta algıda seçicilik yüzünden bazı olguları nasıl da görmezden duymazdan geldiğimizi hatırlamaya davet etmek istiyorum…

 

Barcelona’dan sevgiler…