Neyi Bilmediğini Biliyor Musun?

İnsanlık tarihi boyunca, insanoğlu, çoğunlukla da filozoflar, bilginin özünü, bizim düşünce sistemimizi ve bilgiyi nasıl işlediğimizi sorguladılar. Muhtemelen, Sokrates’in ‘Bildiğim tek şey hiç bir şey bilmediğimdir’ aforizması tüm zamanların en iyi bilinen felsefi alıntılarından biridir. Sokrates aslında mutlak kesinlik ile hiçbir şeyin bilinemeyeceğini ama belirli şeyler hakkında emin hissedilebileceğini vurgular. Fakat, bu tartışmaya açıktır, özellikle bildiklerimizi nasıl bildiğimizi felsefi bir bakış açıyla analiz edersek. Ben Bilgi kuramını (Theory of Knowledge) dikkat ve farkındalık (mindfulness) perspektifiyle tartışacağım; farkındalığın, öğrenme mekanizmasıyla nasıl ilişkili olduğunu, yani enformasyonun (information) bilgiye (knowledge) nasıl dönüştüğünü açıklayacağım.

 

Günümüzde, enformasyon ve bilgi en değerli varlık olmuştur. Bilgi soyut formuna rağmen, toprak, makine gibi herhangi bir somut araçtan daha değerlidir. Tarihte geriye baktığımızda, güç sahipleri için en değerli varlık 20. yüzyılda teknoloji devrimi ile silahlar, taşıtlar ve aletler; 19. yüzyılda sanayi devrimi ile birlikte makineler; ve 13. – 18. yüzyıllarda orta çağda toprak olarak görülüyordu. Bugün, bu somut araçlardan hiç biri, ne toprak ne makine ne de teknolojik aygıtlar, enformasyon ve bilgi kadar değerli değildir. Dahası, Uber, Airbnb, Facebook ve Whatsapp gibi günümüzün öncü şirketlerini ve piyasa değerlerinin enformasyon ve bilgi yönetimine dayandığını gözönünde bulundurduğumuzda, bu argüman kendi kendini haklı çıkarmakta. Geleceğe baktığımızda, güç aracı, enformasyona, bilgiye, büyük verilerin (big data) yönetimine ve kolektif bilgiye (collective knowledge) doğru dönüşmektedir. Yakın zamanda, 20 yıldan daha da kısa bir süre içinde, bizler hayatımızı yapay zekâ (artificial intelligence, AI) ile “keyifle” paylaşacağız, robotlar bizim yerimize işlerimizi yapmaya başlayacak, ve artık enformasyon ve bilgiye sahip olmak esas geçerli nitelik olmayacak.

 

Hayal kırıklığınızı ve çaresizliğinizi uzaktan hissediyorum. Bizler bu duruma ya gözlerimizi kapatacağız ya da bu acı gerçeği kabul edeceğiz. Eğer bu durumla ilgilendiyseniz ve daha fazla bilgi almak isterseniz, size Noah Yuval Harari’nin 2018 Dünya Ekonomi Formundaki son konuşmasını izlemenizi öneririm. Yine de, amacım, dünya kendi gelişim hızıyla ilerlerken, tüm acı gerçekle beraber enformasyon ve bilgiyle ilgili yapabileceklerimize dair ışık tumak ve bunun aydınlık tarafını paylaşmak.

 

Beni tek kelimeyle şaşırtan bir diğer tuhaf acı gerçek ise Epistemoloji (bilgi kuramı) alanındaki ‘çok yeni olmayan’ gelişmelerdir. Jean Piaget, Joseph Jaworski, Ernst von Glaserfeld, Jere Confrey gibi bilim insanları sahip olduğumuz asıl bilginin gerçekte doğru olmayabileceğini ileri sürmüş ve bilginin öznel olduğunu iddia etmişlerdir. Onlar bilgi teorisini ve öğrenme mekanizmalarını Yapısalcı yaklaşım içinde (Constructivist approach) açıklıyorlar. Bu yaklaşım, öğrenenleri aktif bireyler olarak görmektedir; bilgiyi çevreden pasif olarak almak yerine; gözlem, etkileşim ve nesnelerle olan deneyimlerine dayanarak, yeni bilgiyi inşa eder ve içselleştirirler. İşte, enformasyonu bu şekilde bilgiye dönüştürmekteyiz. Bu süreç, insandan insana farklılık gösteren “deneyimsel gerçeklik” üzerine kurulduğu için, bilgi de öznel olarak kabul edilir. Yani, ‘yeni’ bilgi ve öğrenme anlayışına göre, bildiğimiz şeyler mutlak kesinlikle doğru olmayabilir. Bu sayede, geçerliliğini araştırarak bilgimizi sürekli olarak gözden geçiririz. Ama nasıl?

 

Öğrendikçe, ne kadar çok şey bilmediğimi fark ediyorum.’

                                                                                                           – Albert Einstein

 

Ne bilmediğimizi bilebileceğimiz bir yol var mı? “Bilmediğimi bilmiyorum” ne anlama geliyor? Bilgimizin nasıl farkında olabiliriz? Kulağa bir tuzak gibi geliyor: bilmediğini bilmiyorsun! Bu tuzak gibi görünen durum Albert Einstein’ın ünlü sözlerini akla getiriyor – ‘Öğrendikçe, ne kadar çok şey bilmediğimi fark ediyorum.’ Aslında, bildiğimizi bildiğimiz ve bilmediğimizi bildiğimiz olgular, dev bir buzdağının sadece açık ve net görünen ucudur. Buzdağının altında bilinmeyenle dolu bir dünya yatıyor!

 

Bu yüzden, bilinmeyendekini yüzeye çıkarmanın anahtarı dikkat ve farkındalıktır. Farkındalık bizi net açık bir alanda tutar, ve dikkat bilgiyi işleme mekanizmasında bize yardımcı olur. Bilgimizin farkındalığını genişletebilmek için, bizi sarmalayan enformasyon öbeklerine dikkat etmemiz gerekir. Söylemesi kolay! Çünkü, sürekli olarak değerli ya da değersiz adeta bilgi bombardımanına maruz kaldığımızda, ya dikkatimizi veririz, veyahut görmezden geliriz. Bizim dikkat etme ya da görmezden gelme tutumumuz, içerik, ihtiyaçlar, ilgi alanımız veya bazen rastlantılara dayalı değişiklik gösterir. Sıklıkla kendimizi bir reklam panosu, kitap kapağı, gazete başlığı, sosyal medya gönderisi, internet bağlantısı veya dedikodu gibi rastgele çeşitli enformasyon akışlarıyla karşılaşmış olarak buluruz; ve bir enformasyon parçasını bilgiye dönüştürmeye yönelik dikkatimizi tetikleyen bir etkisi bulunmaktadır.

 

Bu süreç, bilinçli yeterlilik olarak adlandırılan öğrenmenin dört aşamasından geçer. James Atherton bu süreci bir kişisel farkındalık aracı kullanarak açıklamıştır. Bu araç başkalarını ve kendimizi daha iyi anlamak için kullanılır (Johari Window – Joe Luft and Harry Ingham, 1955). Atherton, “bilme ve bilmeme” sorunu için Johari penceresini (Johari Window) modelleyerek; bilinçli yeterlilik çerçevesinde bilgiyi açıklamıştır (aşağıdaki şekle bakın). Bilinçli bir yetersizlik seviyesinden bilinçli bir yeterliliğe ulaştığımız zaman bilgi edinimi gerçekleşir; yani “bilmediğimizi bilme” alanından (Kör) “bildiğimizi bilme” alanına (Açık) geçtiğimizde öğrenme meydana gelir.

 

Şimdi, canınızı sıkan tuhaf fiziksel ya da duygusal bir duyumun olduğu zamanı düşünün; varlığının farkındaydınız fakat duyumun gerçekte nasıl olduğunu bilmiyordunuz; ya da onu anlamlandıramıyordunuz. Yeterince dikkat ve farkındalığınızı verseniz, duyumu bilinçli olarak tanımlama aşamasına geçebilir ve etrafınızı kuşatan bu duyumu hissetmeye ve bilmeye başlardınız.

 

 

‘Yetkinliğin dört aşamasında “bilme ve bilmeme sorunu

 

Yukarıdaki örnek basit olsa da, daha karmaşık ve zorlu iş, içimizde varlığından bile haberdar olmadığımız fiziksel ve duygusal duyguları tanımlamaktır. Bu gizli alanda duran bilinmeyendir (Gizli). Stresli ve zor bir gününüzü düşünün. Hoş olmayan deneyimler yaşadınız ve nihayet günün sonunda, “sakince” oturarak akşam yemeğinizi yiyorsunuz. Aniden omuzlarınızda ve sırtınızda tutulma hissetmeye başlıyorsunuz, başınızı yana doğru çevirmekte zorlanıyorsunuz. Bu his, muhtemelen yaşadığınız stresli günün bir sonucudur. Bu stresli gününüzde, muhtemelen kaslarınızda bir çeşit gerginlik yaşadınız, ancak ne hissettiniz, ne de farkındaydınız. Tüm gün boyunca oradaydı fakat bilinçsiz yeterlilik seviyesinde gizlenmişti. Bu gerilim beklenmedik bir şekilde, dikkatinizi çeken çok daha kötü bir acı ile kendini gösterdi. O andan itibaren, acı (enformasyon parçası), kaynağını ve çözümünü bulmaya yönelik farkındalığınızı yeniden canlandırmak için tetikleyici bir aracı oldu.

 

Bilinçsiz yetersizlik seviyemize atıf yapmak için daha fazla örnek üretebiliriz. Örneğin, hiç dağ tırmanışı ya da tüplü dalış yaptınız mı? Çince bir kitap ya da film senaryosu yazdınız mı? Bir düğün pastası veya muazzam bir kraliyet yemeği pişirdiniz mi? Bunları nasıl yapacağınızı veya herhangi bir ilginiz olup olmadığı konusunda fikriniz dahi yok. Belki bunları öğrenmek ve yapmak isteyebilirsiniz. İlginç olan şu ki, yukarıdaki satırları okuyana kadar fikrin kendisi dahi aklınıza gelmemiş olabilir.

 

Bu bilinmeyen bilinçsiz yetersizlik alanı, okyanus kadar derindir. Milyonlarca fikir, etkinlik veya yetkinlik burada derinlerde saklıdır. Herşey, dikkatinizin bir fikir, farkındalık, ya da cazibe noktasına takılacağı “rastgele” bir uyarıcıya bağlıdır; ve oradan öğrenme sürecinin başlangıç noktasına bilinçli yetersizlik alanına gidecektir. Bir fikir, bilgi parçası veya beceri seti bilinçli yetersizlik alanına (Blind) düştüğü anda, bilgi edinme fırsatını yaratacak ve açık alanı genişletecektir. Elbette ki, bilginin inşa edilmesinde gözlem, etkileşim ve deneyim sürecinde ilerlemek, bizim tercih ve ilgimize bağlıdır. İşte bu noktada Açık alana geçebilir veya Kör alanda kalmayı seçebiliriz. Bu tarz bilgi transferi yolu –ister manuel, bilişsel veya fiziksel– her türlü beceriler ve yetkinlikler uygulanabilir. Bildiğini bilmek konusuyla ilgili daha fazla bilgi edinmek için linkteki Atherton’ ın makalesini okuyabilirsiniz.

 

Eğer buraya kadar okuduysanız, “bildiğini bilmek” konusunun bu günle olan bağlantısı hakkındaki gerçeği öğrenmeyi hakettiniz; veya bu konuda neden farkında olmamızın önemli olduğunu. Bugün bilgi ve bilgi yönetimi, bir güç aracıdır. Bu gücü elinde tutmada sorumlu olmak için, kişi öncelikle kendini bilmeli, ve kendi becerilerinin ve yeterliliğinin farkında ve dikkatli, olmalı; ve sonra diğerlerini bilmek ve yönetmek için yetkin olmalıdır. Mindfulness –dikkat ve farkındalık– uygulamaları, bilinmeyen alanda saklı olanları ortaya çıkarmaya yarayan en güçlü araçlardan biridir, ki bu bireyi öz-keşif yoluyla bilinçli yetkinliğe yönlendirir.

 

Bu nedenle, bir sonraki meditasyon seansınızda, meditasyon sürecinin bilinmeyen içinde gizli kalanları yüzeye çıkarmasına ve belirmesine izin vermenizi öneriyorum. Beklenmedik uyarıcıların ortaya çıkması için kendinize izin verin, odaklanmış olan dikkatinizi ona verin, Zen felsefesinin de dediği gibi, farkındalıkla “elinizde tutun.” Yeni bir bilgi parçasına olan bu dikkat ve farkındalık sizi netliğe, yani açık bölgeye (Clear Zone) yönlendirecektir. Bunun sonucu olarak da, enformasyonu, keşif, gözlem, etkileşim ve deneyim yoluyla bilgiye aktaracaksınız.

Tadını çıkarın!

 

Bana Tavrını Göster, Sana Yolu Göstereyim!

Yin-Yang, Çin felsefesinde, zıt güçlerin nasıl olduğunu tanımlayan büyüleyici bir semboldür. Örneğin; siyah-beyaz, karanlık-aydınlık, sıcak-soğuk, iyi-kötü gibi birbirine bağlı ve birbirini tamamlayıcı güçler…Bu zıtlıklar genellikle birlikte anılırlar. Bu sayede, birbirleriyle olan ilişkileri yoğunlaşır ve birbirlerini anlamsal olarak güçlendirirler. Mesela, soğuk sayesinde sıcağı hissedebiliriz. Veyahut, karanlık olduğu sürece, ışığı algılayabiliriz. Karanlık arttıkça, ışığı betimleme yeteneğimiz de artar. Yin-yang’da olduğu gibi, bu zıt kuvvetlerin varlığı dualite olarak adlandırılır. Etrafımız, kusursuz bir dengenin varolduğu dualitelerle kuşatılmış durumdadır.

 

Hayattaki bu muhteşem dengeye rağmen, maalesef, bu dengeye olan dikkatimizi kaybetme veya bunun varlığından bihaber olma eğilimindeyiz. Bunun nedenini merak ettiniz mi? Bu soruyu yanıtlamadan önce, denge derken neyi kastettiğimi açıklığa kavuşturmakta fayda var. Anlamsal olarak denge; (1) birinin veya bir şeyin dik ve sabit kalmasını sağlayan eşit bir ağırlık dağılımı; veya (2) farklı elementlerin eşit veya doğru oranda bulunduğu bir durumdur. Denge veya dengesizlik anlayışımız, içsel kaynaklarımızı yönetme kapasitemizle alakalıdır. Bu içsel kaynaklar, öz-farkındalık, özgüven, öz-düzenleme, özerklik (otonom olma), özgünlük, umut, esneklik, (öz) şefkat, şükran vs. Çevremizdeki unsurların enerji, zaman, ağırlık, dikkat ya da önemini eşit ya da orantısal olarak paylaştıramadığımız durumlarda, en iyi işleyişimiz ve refahımız için hayati önem taşıyan bu kaynakları yönetme gücümüzü yavaş yavaş kaybederiz.

 

Dengemizi sağlayan veya kaybettiren şey nedir? Karşılaştığımız ya da deneyimlediğimiz her olayı, konuştuğumuz ya da sahip olduğumuz bir duyguyu ya da fikri düşünün. Ne yaparız? Bir kararla otomatik olarak değerlendirir ve sonuçlandırırız. Çevremizdeki her şeyi değerlendirir ve yargılarız. Yaşamımızdaki fenomenlere karşı, çoğu zaman olumlu ya da olumsuz ve bazen de tarafsız olan kendimize has bir tavrımız vardır.

 

Bunu basit bir örnekle açıklayalım: +13 santigrat dereceyi gösteren bir termometre düşünün. Nispeten, deneyimlerimize ve bulunduğumuz çevreye dayanarak, olumlu ya da olumsuz bir yargıya varma eğilimindeyizdir. Bu yargı süreci boyunca, sıcak veya soğuk, iyi ya da kötü, hoş ya da sevimsiz değerlendirmesi yaparak bir yargısal sonuca varırız. Fakat bu yargısal sonuçlar, termometrenin +13 santigrat dereceyi gösterdiği gerçeğini değiştirmez. Benzer bir şekilde, daha karmaşık ve duygusal olarak zorlayıcı durumlarda, mesela, kendimizle veya bir başkasıyla yaşamış olduğumuz bir fikir çatışması ya da anlaşmazlık olduğunda, kendimizi, şiddetli tepki gösterirken ya da barışçıl bir tavır sergilerken bulabiliriz. Dolayısıyla ne kadar çok duygusal olarak tetiklenmişsek; o denli az pozitif veya tarafsız bir tavır sergileme eğiliminde oluruz.

 

Öyleyse tavır, veya tutum, nedir? Anlamsal olarak, “bir şey hakkında düşünülmüş bir düşünce ya da duygudur”. Halk arasında ise tavır; bir olguya karşı verdiğimiz yanıt; yani cevap verirken takınmış olduğumuz duygu, düşünce veya davranış şekli olarak tanımlanır. Hayatta karşılaştığımız şeylere karşı belirli bir tutum tarzını benimseyerek dengeyi sağlayabiliriz: -negatif veya pozitif; İyi ya da kötü; faydalı ya da tehdit edici; veya nötr. Ne kadar çok olumsuz tavra sahip olursak, o kadar çok dengeden uzaklaşırız. Aslına bakarsak, doğamız gereği, genetik olarak olumsuz bir eğilime yani “olumsuzluk önyargısına” sahibiz. Zihnimiz, bizi güvende tutmak için, karşılaştığımız olumsuzlukları tehdit veya tehlike olarak algılamada oldukça başarılıdır. Aynı zamanda, bu olumsuzluklara karşı bizi savaş durumuna sokar veya duruma göre olumsuzluklardan kaçabilmemize yardımcı olur. Doğal eğilimimize rağmen, duygusal olarak zorlu durumlarda dahi, arzu edilen belirli tutumu yönetme ve benimseme yeteneğine sahibiz.

 

İşte burada altın değerinde bir soru geliyor: hayatımızda kusursuz bir dengeyi sürdürebilmek için nasıl bir tavır benimseyeceğiz?

 

Bu soruyu Jon Kabat-Zinn dikkat ve farkındalık (mindfulness) bakış açısıyla, yani mevcut andaki deneyimlere yönelik bilinçli bir dikkatle, yargısız bir tutumun önemini vurgulayarak açıklamaktadır. İlginç bir şekilde, odaklanmış bir dikkat uygulaması sırasında, hoşumuza giden ya da gitmeyen pek çok şeyi keşfediyoruz. Dikkatimizin farklı düşüncelere sürüklendiğini fark ettiğimizde kendimizi olumsuz bir tavırla eleştiriyoruz. Benzer şekilde, uygulamada başarılı olduğumuz sırada kendimizi övüyoruz; bu sefer de dikkatimiz zaten olumlu bir yargıya sürüklenmiş oluyor! Her iki durumda da, aklımız ve dikkatimiz dalıp gider, ve düşüncelere veya hikayelere daima sürüklenecektir. Ne olumlu ne de olumsuz yargı, ancak tarafsız bir tutum pratiğimizi kolaylaştıracaktır; ve sayesinde zihnin dalıp gittiğini fark edip onu geri getirebiliriz. Tıpkı +13 santigrat derece örneğinde olduğu gibi, zihin dalgınlığı durumuna karşı tavrımızın objektif (tarafsız) olması gerekir. Yeni keşiflere, yeni deneyimlere ve yeni duygulara karşı bu türden bir tavrı benimseyebildiğimiz zaman, pozitif düşünmeye daha elverişli olabiliriz.

 

 

Bana tavrını göster, sana yolu göstereceğim!

 

Sonuç olarak, optimum işleyiş ve mutluluğumuz davranışlarımızı düzenleyebilme yetimize dayanmaktadır. Eylemlerimiz ve davranışlarımız, niyet ve tutumumuzla doğrudan bağlantılıdır. Önceki makalemde (Hayatınızı nasıl yönlendirmek istersiniz? Rastgele veya Bilerek mi?), niyetimizin, aldığımız sonuçlara veya neticelere nasıl etki edebileceğini elimden geldiğince açıklamaya çalıştım. Eylemlerimiz ya da davranışlarımız niyetimizi ortaya koyuyor. Aynı şekilde, tavrımız, davranışlarımızın özelliklerini tanımlamakta ve istenen sonuca giden yolu belirlemektedir.

 

Bu kavramları doğrusal bir sırayla gösterecek olursak, önce niyetle başlamalıyız, ardından tutumla devam edip, daha sonrasında bizi sonuca götürecek olan eylem veya davranışla sonlandırmamız gerekir. [Niyet -> Tutum -> Eylem / Davranış -> Sonuç.] Dolayısıyla, bir sonuca ulaşma niyetimiz, eylemlerimiz ve sonuçlarımız üzerinde belirleyici bir role sahip olsa da, davranışımızla bağlantılı olan tavrımız, nihai sonucun kalitesini belirlemede hayati bir etkiye sahiptir.

 

Uzun lafın kısası, artık, tavrımızı düzenleme konusunda yeteneklerimizi geliştirebileceğimizi biliyoruz, neden olmasın ki! Böylelikle hedeflerimize yönelik niyetimizi ve davranışlarımızı belirleme süreci boyunca, arzu edilen bir tavır benimseyerek hayatımızın seyrini kolaylaştırabiliriz. Çevremizde neler olup bittiğine dair algımızı ve kendimizi yönetebilme yeteneği ile yaratıldık. Önemli olan çevremizde ne olduğu değil, buna nasıl tepki verdiğimiz! Bu nedenle zihnimiz, negatiflikleri, başarısızlıkları, kusurları, tehditleri, vb. olumsuzlukları saptamaya devam ederken, bilinçli olarak tarafsız bir tavır benimsemeyi seçebiliriz, yani karşılaştığımız durumları nesnel ve olduğu gibi kabul edebiliriz. Bu tavrın hayati bir önemi vardır; zihnin kendi başına iş yapmasına izin vermediğimiz ve idareyi elimize aldığımız sürece. Böylelikle, büyük bir dengesizliğe karşın, yani tüm olguların moral bozucu görünmesinden ziyade daha hoş görünecekleri mükemmel bir denge kurmuş oluruz.

 

Şimdi bunu bir uygulama ile taçlandıralım; pratik yapmak her zaman iyidir! Sizi bir sonraki meditasyon uygulamasına, özellikle tavrınızı gözlemlemeye davet ediyorum. Her nefes alış-verişinizde, nefesinize dikkatlice odaklanmanızı, ve zihniniz duygu, düşünce veya hikayelere dalıp gittiğinde tavrınızı ve nasıl bir tepki verdiğinizi gözlemlemenizi istiyorum. Uygulama sırasında hangi tutum içinde olduğunuza dikkat edin; şefkatle (pozitif) mi, yoksa yargısal mı (olumsuz)? Ya da tamamen tarafsız (nötr) bir tutum içinde misiniz? Her keşifle (olumlu-olumsuz-nötr), zihninizi kendi hareketlerine karşı nazik, merhametli ve mümkünse tarafsız bir tavır benimsemeye davet edin ve onu eğitin.

 

Hayatınızı Nasıl Yönlendirmek İstersiniz? Rastgele ya da Bilerek…

“Olmak ya da olmamak! İşte bütün mesele bu!” Bunlar Hamlet’in iki uç nokta, yani yaşam ve ölüm arasındaki düşüncelerinin meşhur sözleriydi. Hamlet, aslında varoluşunun amacını sorgular, yaşamdaki anlamı araştırır. Shakespeare, tüm zamanların dahisi, Hamlet’in sözlerinin her daim geçerli olacağını bilmiyor olabilirdi. Ancak öyle görünüyor ki bu doğru! Bizler de kendimizi, ara sıra, varoluş anlamını sorgular ve çokça yaşam amacımızı merak ederken bulmuyor muyuz! Benim açımdan, doğum ve ölüm arasında olan şey hayatın özüdür, bu yüzden elimizden gelenin en iyisini yapmalıyız. Ve bizim tüm varoluşumuz, niyetlerimize dayanmaktadır. Bu niyetler: yaşamak, keşfetmek, öğrenmek, zevk almak ve yaşamanın en iyisini yapmaktır!

 

Niyetimiz kendi gerçekliğimizi yaratır.” – Wayne Dyer

 

Bunun nasıl olabileceğini merak ediyor olabilirsiniz… Başlamadan önce, ilk olarak, niyetin neye yol açtığını açıklamakta yarar var. Carol Ryff’in belirttiği gibi, niyet, bilinçli bir yaşamla doğrudan ilintilidir; ve amaçların net bir şekilde anlaşılmasını ve yön duygusunu içerir. Jon Kabat-Zinn’e göre niyet, yaşama amaçlı bir şekilde bağlanmayı ve tepki vermeyi ifade eder. Bilinçli niyetle, yaşamımıza yön veriyoruz, hedefler belirliyoruz ve ne olacağını ve neyi deneyimleyeceğimizi seçiyoruz. Yaptığımız ya da -yapmadığımız her seçim, yaşamın gidişatını belirleyen bir çeşit niyet içerir. Geleceği yaratan tohum da işte bu niyetten geçer.

 

Çalıştığınız yerdeki son toplantıyı düşünün; ya da biriyle yaptığınız son konuşmayı. Nasıl gitti ya da konuşmaya ne ile başladınız? Rastgele bir yön ve sonuç aldığınızı mı düşünüyorsunuz; yoksa dilediğiniz sonuca yönelik amaçsal bir dizi fikir ve eyleminiz mi oldu? Muhtemelen –rastgele değil, amaçlı yani -bilinçliydi! Bir toplantıda otururken veya konuşmaya dahil olurken, istenilen sonucu belirleyen bu bilinçli niyettir. Gary Zukav der ki, bilinçli veya bilinçsiz olarak, seçtiğimiz niyete dayalı “temel yaratıcı eylemler” gerçekleştiririz, ve sorumluluğunu üstlendiğimiz sonuçlar elde ederiz.

 

Niyet tohumdur, eylem bitkidir ve sonuç çiçektir!

 

İş planları gibi somut durumlarda, bunları belirleme ve eyleme geçirme anlamında, niyetlerimiz konusunda daha net bir farkındalığa sahibiz. Halbuki, kendimiz ya da önemsediğimiz biri ile çözülmemiş bir mesele gibi duygusal olayların söz konusu olduğu durumlarda, somut durumların aksine niyetlerimiz konusunda daha düşük bir farkındalığa sahibiz. Bu niyet-eylem adımlarını bilinçle izlemediğimizde, kendimizi nasıl vardığımızın farkında bile olmadan bir neticeyle karşı karşıya bulabiliriz. Bu noktada, neticeden memnunsak şanslı sayılız; ama mutsuzsak, neticeyi değiştirmeyi deneriz.

 

Peki ne yapabiliriz? Otomatik olarak yaşamaya, yolumuzun rastgele seçilmiş tutum ve davranışlarla belirlenmesine izin vermeli miyiz? Yoksa, kontrolü ele alıp kendimiz için seçmeli, yürümeyi istediğimiz yolları çizmeli, ve bizi eyleme ve daha sonra da arzuladığımız sonuçlara götürecek tutum ve davranışlarımızı mı şekillendirmeliyiz? Eğer seçiminiz birincisi ise, başka herhangi bir eyleme gerek yoktur; önceden yaptığınız gibi yaşamaya devam edin! Ancak, ikincisini tercih ediyorsanız, o halde okumaya devam edin!

 

Her niyet enerjiyi harekete geçirir, farkında olsanız da olmasanız da!”       – Gary Zukav

 

Jon Kabat-Zinn, Shauna Shapiro, Ellen Langer ve Denise Reid gibi araştırmacılar, niyetin önemini mindfulness (dikkat ve farkındalık) alanı çalışması içinde vurgulamaktadır. Genel olarak, farkındalık halinin, şu anda mevcut olana dair amaçlı bir dikkat içerdiğini öne sürmektedirler. Bu bilim insanları, her birinin farklı tanımlaması olsa da, niyeti, farkındalık alanı çalışmasının ayrılmaz bir bileşeni olarak vurgulamaktadırlar. Örneğin: “bilinçli niyetle dikkatini vermek” (Reid, 2011), “Niyet ve farkındalığa bilinçli dikkat…”(Langer&Moldoveanu, 2000) ve “bilinçli niyetle, belirli bir şekilde dikkatini verme…” (Kabat-Zinn, 1994). Farkındalık üzerine yapılan bilimsel araştırmalar, “mevcut ana bilinç ve niyetle yargılamadan odaklanma” halinin (Kabat-Zinn, 1994), sakin, dengeli ve rahat bir zihin durumuna; ve fiziksel, psikolojik, duygusal olarak sağlık ve esenliğe yol açtığını göstermektedir.

 

Günlük dilde, dikkat ve farkındalığın (mindfulness) hayati bir bileşeni olan “niyet”, sağlığımız ve esenliğimiz için önemlidir. Farkındalık hali veya farkındalık uygulamalarında dikkat etme eyleminin, rastgele değil, bir amaç, gaye ya da kararlı bir yön içermesi önerilmektedir. Şimdi, kısa bir farkındalık uygulaması düşünün… Nefes alışınıza odaklanma… Eylem dikkatimizi nefese vermek… Niyet ise dikkati nefeste tutabilmek… Zihnimiz düşünce, fikir veya duygu yoğunluğuyla nefesten uzaklaştığında, odağımızı yeniden nefes üzerine geri çekeceğiz. Zihnin, gündemindeki farklı düşünce, zaman ve mekana sürüklenirken, bizim işimiz, bilinçli niyetimizle, onu geri getirmek olacak!

 

Dikkati nefes üzerinde tutma niyetiyle nefese odaklanmak, dikkat ve farkındalık (mindfulness) uygulamalarından biridir. Peki, bu pratikler bize ne tür fayda sağlıyor? Bunlar, niyetimizle ilgili farkındalığa vesile oluyorlar. Hareket halindeki enerjimizi açıkça fark edebilme berraklığı kazandırıyor; seçimlerimizi bilinçli bir şekilde yapmamıza ve sorumluluğu üstlenmemize yardımcı oluyor; ve neticesinde daha az şaşkın ve daha memnun olmamızı sağlıyor!

 

 

İşte size bir uygulama örneği. Çok basit… Rahat bir koltuğa, omurga ve sırtınız düz olacak şekilde, gözleriniz kapalı –ya da yarı açık (dikkatinizi çeken uyaranlardan kaçınmak maksadıyla!) oturun; omuzlarınızı, kollarınızı ve ellerinizi serbest bırakın; ve derin bir nefes alın… bırakın… Derin bir nefes daha alın ve tekrar bırakın… Son bir nefes daha alın; bu sefer nefesinizi yavaşça bırakın! Nefesiniz, daima sizinle, şimdi ve burada olan şeydir. Bu işlemi, mevcut ana kilitlenmek için kullanın. Nefes alıp verirken, dikkatinizi nefesinize odaklayın… Her nefes alışınızda göğsünüzün yükselişini gözlemleyin; ve her nefes verişinizde ise alçaldığını… Burun deliklerinizden soluduğunuz serin havanın ve nefes verişinizde göreceli ılık havayı hissedin… Zihninizin düşüncelere kaydığını fark ettiğinizde, artık uzaklaşıp gittiğini hissedin. Bu uygulamadaki amaç, odağı nefes üzerinde tutmak olduğundan, odağınızı yavaşça nefesinize doğru tekrar geri getirin.

 

Uygulama esnasında, bir zamanlayıcı kullanıp beş dakikaya kadar programlayabilir ve her iki üç günde bir, kademeli olarak birer dakika kadar süreyi arttırabilirsiniz. Egzersizin tadını çıkarın!

 

Mindfulness’ı Anlamak…

Son dönemde okuduğum, izlediğim ve gördüğüm çoğu yayın bana mindfulness’ı anımsatıyor. Eskiden klişe “şimdi ve burada” olmak terimini kullanırdık. Onu bile, felsefi derinliğiyle beraber anlamlandırmak zamanımızı almıştı. Bugün, “şimdi ve burada” olmanın ve nasıl olunabileceğinin, daha derinlemesine farkındayız. Batı dünyasında, ‘dikkat ve farkındalık’, ‘bilinçli farkındalık’, ‘bilinçli bilinç’, ‘farkındalıklı farkındalık’, ve ‘anda olma’ gibi terimler kullanılmakta. Aslında, felsefi, teorik ve uygulama bakımından baktığınızda, tümü bir ağacın dalları gibi. Ancak, malesef, Türkçe’de tam karşılığı olmayınca, bu ifadeleri içselleştirmek de zorlaşıyor. İşin özeti, mindfulness ‘şimdi ve burada’ olma halinden çok uzak değil.

Peki nedir mindfulness? Ne olduğunu anlatmaktan öte, nasıl bir deneyim olduğunu paylaşmayı tercih ederim. Bir kaç saniyeliğine yaptığınız işe ara verip düşünmenizi rica etsem… Kahve içmeyi sever misiniz? Veya çay? En son kahve/çay keyfiniz sırasında deneyimlerinizi anımsıyor musunuz? “Deneyim mi? Kahve içmenin ne deneyimi olabilir ki?” şeklinde soruyor olabilirsiniz… Evet, hayatımızın her anı bize çeşitli deneyimler yaşatır, basit bir fincan kahve dahi. Deneyimlerimizin kalitesi (veya canlılığı) ona yeterli zaman, dikkat ve farkındalık vermemizle bağlantılıdır. Ne kadar dikkat ve farkındalık, o kadar daha canlı, doyurucu ve gerçekçi bir yaşam demek!

 

Mesela, bugüne kadar bir fincan kahvenizi tüm beş duyunuzla keyfine vararak yudumladınız mı? Henüz yeni demlenmiş kahvenizden çıkan ve havaya karışan ince dumanı izlediniz mi? Fincandan gelen aromayı burun deliklerinizden içinize çekerek, sıcaklığı ve kokuyu ciğerlerinizin derinliğine kadar aldığınızı ve beslendiğinizi hayal ettiniz mi? Fincanda duran sıvının rengini, parlaklığını, hatta ayna gibi yansıtmalarını gözlemlediniz mi? Peki ya, ilk yudumu alırken, dudaklarınızda ve ağzınızda yarattığı sıcaklığı, kahvenin getirdiği tipik hafif acı-tatlı tadı, ve yutağınızdaki oluşan ve sizi içgüdüsel olarak yutmaya iten tükrük bezlerin çalışmaya başladığını farkettiniz mi? Hiç aklınızdan, yutmayı geciktirmek ve biraz daha keyfine varabilmek için mili-saniyelik süreyle zamanı yavaşlatmak gibi ‘şahane’ bir fikir geçti mi? Bu küçük yudumun yemek borunuzdan aşağa inerken sıcaklığını hissetmeye izin verdiniz mi? Tüm küçük adımlarda dikkatiniz ve farkındalığınız nerdeydi? Her bir duyu yoluyla deneyimlerinizde mi, yoksa arkadaşınızla sohbetinizde, gazetenizde, veya yapılacak/yapılmış işlerde mi?

İşte, benim anlayışımda mindfulness –Kirk W. Brown ve Richard M. Ryan’ın da tanımladığı gibi, “anda yaşanan olaylara, deneyimler ve hallere yönelik belirgin dikkat ve farkıdalık becerisidir.” Mindfulness Temelli Stres Azaltma (MBSR) programıyla Mindfulness’ı Doğudan Batının bilim dünyasına taşıyan Job Kabat-Zinn (1994), şöyle tanımlıyor: “Mevcut ana bilinç ve niyetle yargılamadan odaklanma halidir.” Başka deyişle, mindfulness niyet, dikkat, farkındalık, ve kabul içerir. Bu, odaklı dikkat ile anda olan deneyimleri, anda olanların farkında olmak, ve dirençsiz bir tutumla kabul etmek.

Yukarıdaki kahve deneyimi, dikkat ve farkındalık seviyemizi arttırmaa yarayan mindfulness uygulamalarından sadece biridir. Mindful (dikkat ve farkındalıkla anda olma hali) olmak için çok çabaya gerek yok. Bir kaç püf noktalarını bildikten sonra, hayata geçirmesi çok kolay. Bu zamana kadar bilinçli veya bilinçsiz çeşitli şekil ve ortamlarda zaten uyguladığımız yöntemlerden ibarettir. Mindful olma, bir nevi, kendimizi mind-full (zihin doluluğu) durumundan uzaklaştırmak, biraz da mind-fool (zihni aptallaştırma) olma yoluna sevketmek gibi öz-farkındalık ve öz-yönetimi içeren keyifli bir süreç…

Bu konuda araştırmalarım ve uygulamalarım ışığında, bizleri mindful olmaya destekleyen sekiz ilke keşfettim: (1) Dikkat (Attention), (2) Farkındalık (Awareness) (3) Niyet (Intention), (4) Tutum (Attitude), (5) İzleme/Gözlem (Observation), (6) Yargılamama (Non-judgmental), (7) Kabul (Acceptance), ve (8) Bırakma (Let it go/Let it be). Her birini kendi başına veya eş zamanlı uygulama yoluyla, zihinsel, duygusal, bedensel ve ruhsal olarak kendimizi mindful olmaya eğitebiliriz. Kahvenin tüm duyularımızla tadına varma örneği gibi, pek çok keyifli ve eğlenceli mindfulness uygulamaları mevcuttur

Bu yazımda, kahve örneğiyle birinci ve ikinci ilkeye az da olsa değinmiş oldum. Her aşamasını keyifle yürütebileceğiniz bir uygulama paylaşmış oldum. Bundan sonraki yazılarımda yedi prensipten bir kaçına değinerek, örneklemeler ve uygulama yolları sunarak, bildiklerimi, deneyimlerimi ve bende yarattığı olumlu etkileri paylaşıyor olacağım. Keyifli okumalar ve deneyimlemeler dilerim.