Pozitif Farkındalıkta Ustalaşmak

(Yazarı sesli dinlemek için tıklayın.)

Derler ki, hocanın dediğini yap, ama yaptığını yapma! Siz zaten ne yapacağınızı biliyorsunuz; ama ben yine de vurgulayayım… dediğimi de yaptığımı da yapabilirsiniz, çünkü emin olun ki, ne diyorsam onu da aynen yapıyorum. Şimdi de günlük yaşamımda uyguladığım bir pozitif farkındalık araçlarından (uygulamalı) birinden bahsedeceğim… hatta sizi uygulamalı yolculuğa çıkaracağım; kendinizin prova edip test edebileceğiniz, sonuçlarından da hoşnut kalırsanız hayatınıza uyarlayabileceğiniz bir uygulama… özetle, sizi pozitif farkındalıkta ustalaşmaya davet ediyorum…

İçinde bulunduğumuz şu Koronalı günler gibi, sıkıntılı zamanlarda, herhangi bir olgunun pozitif tarafını, olumlu düşünce biçimini veya iyimserliği seçmek çok da kolay değil; biliyorum… hele ki, alışmış kudurmuştan beterdir misali, zihin sadece negatife kaymaya alışık olunca, “bir yöne dönen çarkı durdurup diğer tarafa dönmesini nasıl sağlarız?” sorgulaması çok da doğal. “Eh, demesi kolay, peki ya yapmaya gelince… nasıl olacak… hadi bakalım!” diye meydan okuyor olabilir zihniniz…. Bu noktada, sizi bir anlık durmaya, tüm bu soruları kenara bırakmaya, ve şu ilk satırları okuyarak yönergeleri takip etmeye davet ediyorum… sonrasını sonraya bırakalım.

Italik ile satırları okuduktan sonra, tableti, telefonu, veya ekranı elinizden bırakmanızı ve okuduklarınızı harfiyen uygulamanızı isteyeceğim… Hazır mıyız?

Şu anda, oturuyorsanız oturduğunuz yerden veya olduğunuz yer neresiyse oradan kalkıp ayrılmanızı, ve evinizde en az girdiğiniz, en az vakit geçirdiğiniz bir odayı seçmenizi, ve oraya gitmenizi istiyorum. Bu erzağınızı sakladığınız depo odası olabilir, ayda yılda bir yakınınızı misafir ettiğiniz oda olabilir, çok az kullanılan küçük banyo/tuvalet olabilir, terasınız bile olabilir. Benim ilk aklıma gelen depo odasıdır… Çok işimin olmadığı, ancak kısa süreliğine girdiğim, işimi görüp çıktığım, pek duygusal anlam yüklemediğim bir odadır… Sizin de elbet vardır.

Odanızı seçtiyseniz, henüz girmeden önce, kapı ağzında gözlerinizi kapatın… odayla ilgili geçmiş izleriniz veya bağlarınızdan bir anlık kendinizi koparın… hazır olduğunuzda gözünüzü açın. Amacınız odaya bir “ilk gözle” bakabilmeyi sağlamak. İlk gözle bakmaktan, odada bulunan her şeye merakla, keşfetme arzusuyla, nelerin var olduğunu sanki ilk defa bakıyormuşçasına, tüm dikkatinizi vererek bakmak demek…

Buraya kadar tamam mıyız? Sorular varsa (ki her zaman vardır; sorgulamayı bırakmaz o zihin!), onları “kenara park etmeyi” ve devam etmeyi seçin… durmak yok, yola devam!

Gözlerinizi açtığınızda, “ilk gözle” baktığınız odanızı keşfe başlayın… tüm odayı baştan aşağı tarayın… olanları inceleyin… objelerin duruşlarını, diziliş şekillerini gözlemleyin… eşyaların duruş şekillerinden, renklerine, komşuluk ettikleri diğer parçalarla yarattıkları bütünlüğe kadar, en ince detaya bakın… hangi objeler hangileriyle gruplanmış… oluşan renk gruplaşmaları… alakalı veya alakasız, güzel ya da çirkin, uyumlu veya uyumsuz, simetrik veya asimetrik, eğri veya düz…. her ne gözlemliyorsanız, sadece fark edin… zihninizin tamamıyla bakarak gözlerinizle görün… isterseniz objelere dokunun; odada olan kokuyu koklayın; sessiz kalarak odada var olan seslere kulak verin; mutfak gibi bir yerdeyseniz etrafınızdakileri elinize alıp dilinizin ucuyla tadına bakın…

Yeterince vakit geçirdiyseniz, odanızda olanları 5 duyunuzla yeteri kadar algı hapsine aldıysanız, odadan çıkın… ve okumaya başladığınız yerinize geri dönün…

Nasılsınız? Artık koltuğunuzdasınız… konfor alanınıza geri geldiniz… rahat olup, kocaman bir “bravo”yu hakkettiniz… zira, bir dönüşümün ilk adımlarını attınız. Biliyor musunuz ki, transformé olmak demek, daha önce hiç geçmediğiniz yollardan gitmek demek! Ve siz, bir ilki yaptınız, ve her zaman girdiğiniz tanıdığınız odanızı, yepyeni bir dikkat ve farkındalıkla deneyimlediniz…

Peki şimdi ne olacak…. Şu an, konforlu alanınızda otururken, odadaki deneyimlerinizi bir gözden geçirmeye ne dersiniz… Odada neler dikkatinizi çekti; var olanlar mı, olmayanlar mı… uyum mu, uyumsuzluk mu… renk ve objelerin gruplaşma ahengi mi, alakasızlığı mı… odanın genel düzenli oluşu mu, yoksa olmayışı mı… peki ya, odayı gözlerinizle tararken, içinizden geçen düşünceler nelerdi… gayri ihtiyari orasını burasını düzenleme dürtüsü beliriverdi… belki asimetrik, eğri veya tersi yüzüne dönmüşleri düzeltme ihtiyacı… veya “aaa, bu da ne arıyor burada…” ile karışık bir hayret ve şaşkınlık duygusu… Sorun kendinize… En çok dikkatinizi ne çekti?

Sizi bilemiyorum ama, ben bu alıştırmayı her yapışımda, ilk “düzeltilecek” objeler gözüme çarpar; “sen de mi buradasın” dediğim eşyalarımı bulurum. Ama emin olabilirsiniz ki, zihin yapımız öyle programlanmış ki, bulunduğumuz ortamda var olan hata, eksik, bozukluk, yamukluk, eğrilik, uyumsuzluk, vs., aklınıza başka ne geliyorsa, onlardır ilk gözümüze çarpan. Gazete köşelerinde ilk kötü haber dikkatimizi çeker; bir yazı metninde imla hatalarını hemen görürüz; veya bir odaya girdiğimizde, en dip köşede kalsa dahi, ahengi bozanı “şak” diye görürüz.

Çok ilginçtir ki, bunların tersi olan her tür algı (uyum, düzen, güzel, doğru, vs.) detaylı incelemeye kalkınca görünmez oluyor. Duygusal, psikolojik ve bilişsel anlamda denge içinde olduğumuz zamanlarda, çok da detaylı bakmadığımız için, her şey bütünsel olarak HARİKA görünür… ama sıkıntılı dönemde, kendimizi tehdit altında hissettiğimiz zamanlarda, korkuların içimizi sardığı dönemlerde, olguları bütün olarak almak nerdeeee…. her şeyi en ince detayına kadar, kılı kırk yararak, ölçüp biçer anlamlandırmaya çabalarız. O nedenle, pozitif farkındalıkta usta olmak için, gözümüzü dört açıp, 5 duyumuzla birden taramalı, olumlu tarafları cımbızla çekmeye bakmalıyız. İlk başlarda çaba istese de, hele bir göz alıştı mı, işimiz kolaylaşıyor… zihin bir defa ehlileşmiş oluyor.

Şimdi, sizden yeniden o odaya girmenizi, ve olan objelere, gerçekte var olanlara, uyumlu veya uyumsuz, eğri veya düz, alakalı veya alakasız, her ne şekilde konumlansalar da, oldukları halde görmek üzere ikinci bir gözle bakmanızı istiyorum… Sizi odanıza bütünsel bakmaya davet ediyorum… salt pozitif bakışla değil… bütünüyle… odanıza unsurlarıyla barışık ve uyum içindeki haliyle, bir bütün olarak bakın. Bu ikinci gözle bakışta neler görüyorsunuz acaba….

Bu arada, bu yazıyı okuyana kadar, o odayla ilgili her hangi bir duygusal eğiliminizin olmadığını hatırlatırım… odanız ve içindekileriyle ilgili ne olumlu ne de olumsuz bir algı biçiminiz yoktu…. tümüyle nötr bir bakış açısıyla girdiğinizi hatırlatırım… Hiç bir beklentinizin bulunmadığı bir yerden, odak noktanızda dahi olmayan bir oda ve içindeki objelerden bahsediyoruz… Ya diğer odalar… merak ediyorum… şu anda oturduğunuz odayı dikkatle tarayacak olsanız, ilk gözle ve ikinci gözle bakacak olsanız, neleri görür ve farkına varırsınız?

Bulunduğunuz mekan, ortam, veya alan, parçalarıyla her ne şekilde yerleşmişse de, mükemmel bir düzenek içinde olduğuna; sizinle uyumlu, sizin de onunla uyumlu olduğunuza; ve sizin vazgeçilmez parçanız olduğuna emin olun. Bütünsel bakış açısından baktığınızda, her şeyin –uyum ve uyumsuzluğun, eğri ile düzün, alakalı ve alakasızın, yani tüm karşıtlıkların (duality), beraberce yer aldığı bir düzenekte olduğunu göreceksiniz. Girdiğiniz odanız gibi; şu anki yaşam alanınız gibi; hatta sürdürdüğünüz yaşamınız gibi! Mühim olan nereden baktığınız!

Barcelona’dan Shirli
21 Nisan 2020

Neyi Seçiyorsak Onu Yaşıyoruz

Geçen yazımda, bu köşenin var olanı görebilme yetimizi geliştirmeye dönük hikayeler, anekdotlar, ve fikirlerle dolu olacağını yazmıştım. Biraz “Pozitif Farkındalık” (İngilizcesi Mind the Positive)’dan bahsetmek istiyorum. Bunu bir düşünce hareketi veya yaşam felsefesi olarak görün. Arkasında her hangi bir filozofun olduğu bir olgu değil de, Psikoloji, Pozitif Psikoloji, Mindfulness, Duygusal Zeka, Nöroloji, Kuantum Fizik gibi bilimsel dallara dayanan bir yaşam felsefesi diye görün…

Pozitif farkındalık (mind the positive) deyince aklınızda ne uyanıyor merak ediyorum… Doğrusu, sözcüklerin bir araya getirdiği anlam kendilerinden daha derin…. özünde, pozitife bak; olumlu senaryolara yüzünü dön; zihnin var olan (iyiyi) tara ve bul; karanlığın yanında aydınlık gözleri kamaştırsa da, ışığa bir defa çıktıktan sonra, her yer hep aydınlık…. işte, pozitif farkındalığın özü aşağa yukarı bu!

Bunların hepsi çok soyut… farkındayım. Analitik düşünce sistemiyle kurgulu zihinlere bu laflar çok fazla havada veya ütopik geliyordur. Hak veriyorum. Babamla, 83 yaşında, bu mevzuları her konuştuğumuzda, ikimiz de başka dünyaların insanıymışız gibi hissediyoruz ☺. Ama, 50 senelik babamla, ve bu yer kürede yaşayan her bir bireyle aynı dünyanın insanı olduğumuzu kaygılarımız, sevinçlerimiz, korkularımız, başarılarımız, yenilgilerimiz, yeterli veya yetersiz hissettiğimiz zamanlarda, ortak duygularımızda buluştuğumuzda anlıyoruz…. Şu sıra da, milyarlarca insanı birleştiren bir olguyla karşı karşıyayız… Koronavirüsü ve bizde yarattığı korku!

Covid-19 hayatımıza gireli beri, hepimizin yaşam biçimi, alışkanlıklar, rutin, veya ihtiyaçlar bambaşka oldu. Eskiden günde ortalama 3-5 kez, o da çoğunlukla yemek öncesi el yıkarken, şu anda, en az 10-15 kez yıkıyoruz… Dışarıdan getirdiğimiz veya ısmarladığımız yiyecek malzemelerini bin bir temizleme ve dezenfekte etme süreçlerinden geçiriyoruz; bazıları balkonda bir gün bekletip de içeri alıyor. Bunların hepsini tek bir motivasyonla yapıyoruz… kendimizi virüsten korumak, güvende tutmak… daha da ötesinde, bir huzurla “işte tamam, buraya kadar; korona bu eve girmez artık!” diyebilmek için…

Şimdi asıl soru şurada başlıyor… Aldığım önlemler ne kadar yeterli? Ne ölçüde ve hangi kimyasallarla dezenfekte etmek bu işi “tamamdır!” noktasına getirecek? Ne zaman ve nasıl “yeter” olacak? Kim için, benim için mi, yoksa Korona için mi? Bu sorulara cevap vermek yerine, başka vurucu bir düşünceyi ortaya koymak istiyorum: Algımızda kendimizi Korona’dan korumaya ne kadar yeterli görüyoruz? Çünkü, kendimizi yeterli görmediğimiz sürece, yaptıklarımız ve aldığımız önlemler hiç bir zaman yeterli gelmeyecek, ve biz hali hazırda günde 10 kez elimizi yıkarken, yurtta yükselen vaka sayılarını gördükçe belki günde 15-20 defaya çıkaracağız; aldığımız önlemleri daha da sıkılaştıracağız…. Dipsiz bir kuyunun içine doğru tüpsüz dalıştan farksız!

Hayatta yaptığımız her şey, olayları nasıl algıladığımızla ve hangi duygu ve düşünce sistemleriyle ele aldığımızla ilgilidir; bu doğrultuda yaşantımız takındığımız tutum ve davranışlarımızla başlar, devam eder. Korona, gözümüzle baktığımızda görünürde olmayan, ama hislerimizle burun buruna olduğumuz bir şey… virüs diyesim var, diyemiyorum; bakteri diyesim var diyemiyorum… Onun adı içimizdeki korku! Yaşamımıza giren, evimize dadanan, bizi terörize eden bir şey. İşte o korku duygusu bize yaptıklarımızı, yapış biçimiyle yaptırıyor… Ama nereye kadar… dibi ne?

Öncelikle, korku duymak kadar doğal ve insanca bir şey yok. Her canlı korku duygusunu tanır, bilir, ve onunla yaşar. Korku duygusu kendini korumaya almak için kişinin içinden gelen bir sinyaldir. Bir hayal edin, uçurum kenarında ayak uçlarınızla durduğunuzu… ilk tepkiniz, aşağı düşmemek için bir adım geri atmak olmaz mı? Hangi duygu var orada… korku! Peki ya küçük bir çocuğun minnacık eliyle dans eden mum alevine değmek istemesini düşünün… hangi duygu var orada… Merak var! Aleve dokunduktan ve yandıktan sonra yeni bir korku hayatında doğmuş, ve alevle ilgili merak da ölmüş olur; ne zaman alev görse, uzak durur…
Sonuçta, belli ölçüde korku bizi korumak için var… kötü deneyimler ve negatif olaylardan esinlenerek, başımıza gelmemesi için koruyucu bir sinyaldir… fakat, fazlası zarar! Korku negatiften beslenir… ve hep koruma güdüsünden, yeni korkular doğurmaya devam eder. Senaryoların en kötülerini gerçekmiş gibi zihnimizde canlandırtır; olmamış bir senaryoyu olmuş gibi bize yaşatır… Bu duyguyu tanımalı, onunla arkadaş olmalı, ama evimize, yatağımıza, özelimize, en yakınımıza almamalıyız… Yani, bir yerde ona dur demeliyiz.

Nasıl…. Gelin bu durumu başka bir tarafından ele alalım… negatif yerine pozitif taraftan bakarsak… yokluk kıtlık kulvarından değil de, varlık ve bolluk yolundan bakarsak… işimiz kolaylaşır! Korkularımıza rağmen değil de, korkularımızla beraber…. onlarla daha güvende olacağımızı bilerek… korkularımızı hiçe saymadan, varlığıyla farkında olarak, barışık ve bütün olarak, “ben alabileceğim tüm önlemleri alıyorum, yapabileceğimin en fazlasını yapıyorum, elimden fazlası gelseydi yapardım…” diyerek…. bu yolla, Korona tehdidine karşı kendimizi güvende ve kendimize güven duyarız… O öz-güven duygusu, kendi içimizde yaratabileceğimiz en büyük en güçlü antikordur!

Halbuki, çoğunlukla ne yapıyoruz…. Önlemlerimizin yeterli olmadığı düşünce sarmalı içinde boğuşuyor; “ne yaparsam yapayım Korona’dan acaba yeterli ölçüde kendimi koruyor muyum…” şüphesiyle içimizi kemiriyor; haberlerde, son gelişmelerde kötü senaryoları takip edip korkumuzu negatifle besliyor; kendimizi yetersizlik, kıtlık ve yokluk cephesine itip, bilmediğimiz ve görmediğimiz bir şeye karşı mücadele veriyoruz. Neden içimizde bir zehri yaşatmak ve beslemek yerine, yetimiz varken öz-kaynaklarımızda bulunan antikorları üretmeyelim? Neden yaşam mücadelelerimize, kıtlık ve yokluk cephesinden değil de, bolluk ve varlık cephesinden bakmayalım? Bunu seçmek, bilinçli bir şekilde tercih etmek bizim elimizde!

Sonuçta, söylemeye çalıştığım şu ki, Korona veya bizi zora sokan benzer durum karşısında tek değil, iki seçeneğimiz var; işler iyi de gidebilir, ters de gidebilir. Önemli olan bizim duruşumuz, nasıl baktığımız, nasıl davrandığımız. Karanlık senaryoyu düşünüp, olabilecek en kötüyü gözümüzün önünden geçirip canlandırmak, önlem ve hazırlık yapmak bir yana, tümüyle negatife kilitlenmek ve sadece olumsuz senaryoların başımıza geleceğini düşünmek, kendimize yapacağımız en büyük zarar. Bu arada, tümüyle pozitife kilitlenip, hiç bir şey yokmuş gibi “her şey yoluna girecek, her şey çok güzel olacak….” ile kendimizi kandırmak, akılsızca iyimserlik takınmak da ciddi zarar.

Yaşam ustalığı, ikisinin arasında bir denge tutturmak. Var olanı olduğu gibi görebilmekte, kendi çabamızla üzerimize düşeni yapmakta, ve önce kendimize sonra da bizi çevreleyen kozmik enerjinin bilgeliğine güvenmekte yatar. O bilgeliğin özünde bir mükemmeliyet var, kusursuz düzen var, güzellik var, iyilik var, aydınlık var, bolluk var… Her birimizin bu bilgelikten bir nebze nasibimizi almış, o bilgelikle bu günlere kadar gelmiş olduğumuzu hatırlamalı, o bilgeliğin içinde var olana odaklanmalıyız.

İşte, pozitif farkındalık felsefesi bu!

Barcelona’dan Sevgiler.
14 Nisan 2020

Pozitif Farkındalık

İçinden geçtiğimiz şu “acayip” günleri düşündükçe, insan kendine “nasıl oldu da, böyle bir senaryonun içine düştük?” diyor… Gerçekten de acayip bir senaryo! Kimin aklına gelirdi ki, Covid-19 salgınından kendini ve çevresindekileri korumak adına 2 milyar insan haftalarca evinde duracak… Koronavirüsünün saldığı korku, “koronoya” haline dönüştüğü bu zamanda, fiziksel sağlığımızın yanında, psikolojik, ruhsal ve mental sağlığımızı iyi ve yerinde tutmamız her şeyden daha önemli bence.

Esasına bakarsak, henüz tam ne olduğunu anlayabilmiş değiliz… Öyle bir senaryo içindeyiz ki, senaristin kim olduğunu merak etmeden duramıyoruz… bir (grup) insan mı, yoksa doğanın kendisi mi; onu dahi bilmiyoruz… Gerçeklerin su yüzüne çıkması belki de yıllar alacak… Ancak her tür spekülasyona, komplo teorilerine veya medyada yayınlananlara rağmen, akıl sağlığımız ve huzurumuzu sürdürülebilir kılmak için, kendimize bir “gerçek” seçip yolumuzda ilerliyoruz…

Hiç düşündünüz mü; niye bir seçim yapma gereği içindeyiz? Bu seçimi bizi zorlayan ne peki; kendimiz mi, yoksa zihnimiz mi?! Zihnimiz tabii! Zihin daima bir seçim yapmaya iter; ikilem, kararsızlık veya belirsizlik içinde olmaktan hiç hoşlanmaz… Hatırlayın, en son ikilemde kaldığınız anı… içinizde yaşadığınız o garip iç-kemiren duyguyu… bir türlü yola devam edememenin yarattığı huzursuzluğu… hangi seçimin en iyi olduğu ve en iyiyi doğuracağı merakıyla karışık kaygıyı… veya, üç beş adım sonrasının olasılıklarına karşı müthiş endişe ve korkuyu… “Ahh bir seçim yap da yolumuza devam edelim!” dürtüsüyle rahat vermez.

İnsan, sağlıklı, akıllı, ve var olan verileri açıklıkla analiz etme yetisine sahip. Ancak bu, kullandığı veriler ve kendine temel aldığı yöntemlerle çok bağıntılı. Soyut ve anlaşılması zor olan kavramalar bunlar… Şöyle basite indirgeyelim… Bizler, kendisi için en iyi olanı seçme eğiliminde olan varlıklarız. Haksız mıyım? Örneğin, markete gider, en körpe meyveyi, en taze sebzeyi, hatta daha iyidir diye en pahalı olanı seçme eğilimi gösteririz. Daha ötesi, sadece görünene kanmayıp, gerçekten en tatlısını almak ve beslenmek istemez miyiz? Karpuzu keserek alışımız, belki de, en çarpıcı örnek!

Peki, her daim bu kadar ince eleyip sık dokuyarak mı yapıyoruz seçimlerimizi? Bir sorunla karşı karşıya iken, aynı eğilimde miyiz? Bir düşünün… Sizin veya yakınlarınızın izlediği düşünce süreçlerini gözden geçirin… gözlemleyin… genellikle akla gelen senaryolar hangi yönde seyrediyor? …sanki hiç bir şey olmamış ve kaldığımız yerden devam edeceğimiz bir “mutlu son” mu; yoksa karanlık tarafın galip geldiği, “en kötü” senaryolu son mu? Veya, ikisinin arasında, kabul edilebilir, yaşanabilir, hatta ne derece zor olursa olsun, adapte edilebilir “yeni bir yol” mu?

Bireysel özellikler ve karakter farklılıklarından bağımsız, psikoloji ve nöroloji alanındaki bilimsel araştırmalar diyor ki, bizler olumsuza, en kötü senaryoya, var olan yanlışa veya noksana, hatta azlık/yokluk/kıtlık gibi olumsuz düşünme biçimlerine eğilimliyiz… Ama…. Yine aynı bilim dalları çok harika bir haber daha veriyor… Bizler öyle güçlü varlıklarız ki, doğru yönlendirmelerle zihnimizi eğitebilir, olumluyu, kabul edilir ve yaşanır senaryoyu, var olanı, hatta ve hatta bolluğu görebilir hale gelebiliriz. Ama nasıl?

İşte bunun cevabı ilerleyen haftalarda bu köşede yer alacak… “Pozitif Farkındalık” köşesi, var olanı görebilme yetimiz üzerine yoğunlaşacak hikayeler, anekdotlar, veya fikirlerle döşeli bir mecra olacak… Özellikle şu zorlu günlerde, en iyi sebze-meyveyi seçer gibi, zihnimizi bilinçle ve farkındalıkla, olası olumlu senaryoları seçmeye ve düşlemeye yönlendirmeye eğitebileceğiz…

Duygu, düşünce ve davranışlarımızın uyum içinde olduğu bir “huzur”, “esenlik”, ve “mutluluk” içinde bir yaşantı kim istemez ki…. Quantum fizikçileri der ki, “bizler kendi gerçeğimizi kendimiz yaratırız…” Bu durumda iş bize düşüyor! Var mısınız? Ben varım!

Dr. Shirli Ender Büyükbay
8 Nisan 2020 – Barcelona

Takipçilerin Gözüyle Liderleri Anlamak

En eski çalışmalardan bu güne kadar, liderlikte tartışılan asıl mesele liderlerin figürü, özellikleri ve etkili rolleri olmuştur. Fakat takipçilerin rolleri hakkında çok az şey söylenmektedir. Bir lider sadece kendi otoritesinin ve etkisinin takipçileri tarafından kabul edilmesiyle liderdir. John C. Maxwell’e göre bu Etki Kanunu’dur; “Eğer insanları etkileyemezseniz, o zaman sizi takip etmeyecektirler. Ve eğer insanlar takip etmezlerse, siz bir lider değilsinizdir.” Liderleri tek başına analiz etmek, sınırlı anlam sağlayacaktır. Bu nedenle, liderleri takipçileriyle birlikte ve birbirleri üzerindeki etkileriyle değerlendirmeliyiz. Takipçiler bir liderin etki rolünde kilit pozisyonundadır. Yönetici ve ekibi, siyasetçi ve seçmenleri, köşe yazarı ve okuyucuları, veya sınıf öğretmeni ve öğrencileri gibi liderler ve takipçileri bir bütünün ayrılmaz parçalarıdır. Liderlerin, takipçilerinin özelliklerinin farkında olmaları, kim olduklarını ve onları takipçi yapan unsurları bilmeleri, kendilerini daha etkili liderlere dönüştürecektir. Madalyonun diğer tarafından bakarak, liderlere takipçileri aracılığıyla bir öz-düşünüm (self-reflection) sağlayarak yeni bir anlayış ve farkındalık getirmeye çalışacağım; ve her liderin, takip edilirken aynı zamanda kendilerinin de bir takipçi olduğunu, ve bir liderin veya kendi liderliğinin takipçisi olduğunu hatırlatmaya çalışacağım.

 

Pozitif Gelişim Yaklaşımıyla Üstün Liderlik başlıklı önceki yazımda, üstün liderlik için pozitif gelişim yaklaşımının öneminden bahsettim, ancak nasıl olacağını açıklamadım. Öyleyse, neden şimdi incelemiyoruz… İlk olarak, herhangi bir gelişim yaklaşımı, pozitif olsun veya olmasın, kişisel farkındalık ile başlar ve öz yönetim ile devam eder. Liderin gelişimini bir tarafa bırakalım, bunlar kişisel sağlık ve amaca yönelik işleyiş için önemli bakış açılarıdır.

 

Şimdi sizden kendinize bir lider olarak yeni ve farklı bir bakış ile bakmanızı istiyorum. Liderlik tarzınıza bir göz atın. Takipçileriniz kimler? Takipçilerinizin kendilerine has yetenekleri, becerileri, bilgileri ve deneyimleri vb. özellikleri gözlemleyin. Sadece düşünün… Sizi bir araya getiren nokta nedir? Bu, belki iş yerinde milyon dolarlık bir proje, sivil yardım kuruluşunda bir sosyal yardım projesi, veya sosyal sorumluluk gönüllüsü olarak bir güçlendirme programı, veya tüm ekip üyelerinin hem lider hem de takipçi olduğu kendi kendini yöneten bir takım olabilir.

 

Bu demek oluyor ki, siz takipçileri olan bir lider olmakla birlikte, kendi liderliğinizin takipçisi olan bir takipçi de olabilirsiniz. Kulağa tuhaf gelebilir… Peki, sorumluluk duyduğunuz ve ona karşı sorumlu olduğunuz bir tek kişi varsa, sizce kimdir? Sizsiniz! Siz kendi liderliğinizin eşsiz takipçisisiniz. Kendinizi böyle apayrı bir rolde düşünmeniz oldukça olağandışı! Kendinize kendi liderliğinizin eşsiz takipçisi olarak bakmak belki de kendinizi bir lider olarak keşfetmeniz için değerli bir fırsat olabilir. Asıl soru şu: Nasıl? Lütfen takipçilerinizden liderler yaratmak için attığınız adımları düşünün. Mümkün olan en iyi niyetinizle, takipçilerinizin kim oldukları, ne oldukları, ne olmak istedikleri ve hayatta neler yapmak istediklerine dair keşfetmeleri için çaba göstermeleri ve mücadele etmelerine yardımcı olmaktasınız. Bu amaç için, siz onları çalışmaları ve gelişmeleri için teşvik etmekte, başarı hedefleri için rehber olmakta; başarılarında ödüllendirmekte, başarısızlıklarında eleştirmekte ve aksiliklerde onlara yardım temin etmektesiniz. Bunlar, aynı zamanda, kendiniz için attığınız adımlar değil mi? Siz aslında kendi kendinize liderlik etmektesiniz. Bu yüzden, lider takipçi ilişkisine gelindiğinde, sizler kendi takipçilerinizden farklı değilsiniz. Bu bağlamda, mükemmel bir kişisel örnek olarak siz ve takipçilerinizle bir bütünün ayrılmaz iki parçalarısınız.

 

Kendi kişisel örneğiniz, sahip olduğunuz en güçlü liderlik aracıdır.” -John Wooden

 

Her ne kadar, bir lider veya takipçi olarak kendimizin şu anki rolünü algılasak ve temellendirsek de, aslında farklı bağlamlarda, zamanlarda ve koşullarda biz her ikisinde de aktif rol almaktayız. Örneğin, hayatta belirli bir noktada bir doktor hasta olur, bir satış elemanı müşteri olur ve herhangi bir lider başka bir liderin takipçisi olur… Örneğin, bir şirket CEO’su doktorunun karşısında lider değil hasta rolünü üstlenecektir! Şimdi bu bakış açıyla bakarak, size takipçi tarzınızı ve sahip olmak istediğiniz tarzı keşfetmeye davet ediyorum… Kendinizi, bir liderin, takipçinin ve hatta hiçbir etkisi olmayan basit bir gözlemcinin rolünde olduğunuz çeşitli bağlamların, zamanların ve durumların içine koyun. Keşifleriniz kendinizi daha iyi tanımanıza ve anlamanıza yardım edecek; mücadele ettiğiniz dürtülerinizi bulmanızı sağlayacak; aldığınız risklerin farkında olmanıza destek olacak; ve bugüne kadar yaptıklarınız ve cesaretle kalkışabileceklerinize dair ışık tutacaktır.

 

Gerçek liderler, halklarının özgürlüğü için her şeyi feda etmeye hazır olmalıdır.” – Nelson Mandela

 

Bu keşfin parçası, bir lider veya bir takipçi olarak, kendiniz ve başkalarının iyiliği için cesaret etmeye ne kadar hazır olduğunuzu anlamaya hizmet eder. Zira, güçlü liderler başkalarının iyiliği, refahı, özgürlüğü, hakları, hayatları vb. için kendilerini riske atanlardır. Liderler öncülük yaptıkları insanlardan daha fazla vazgeçmeye gönüllü olmalıdırlar; hatta öncülük yaptıkları insanlar için vazgeçmelilerdir. Öncü liderler, halklarının önünde sadece takipçileri için bir yol açmakla kalmaz, aynı zamanda da halkları için zorlu veya acil bir durumda kendilerini riske atar ve feda ederler. Duygusal zekaları yüksek olan takipçiler bu durumu görürler; ve takipçilerdeki bu farkındalık daha yüksek sadakate yol açar.

 

‘‘Kendinize davranış şekliniz, diğerleri için standartları belirler.’’ – Sonya Friedman.

 

O halde, buradan ne çıkarabiliriz? Şunu kabul etmeliyiz ki, takipçilerimiz ne ise, biz de oyuz. Ortak niteliklerimiz nedeniyle birbirimizi takip ederiz. Ortak özelliklerimiz sayesinde benzerlikler ve bağlar kurarız. Bu paylaşılan nitelikler aracılığıyla birbirimizi yansıtır, etkiler ve yönetiriz. Bizi bir araya getiren belirli durumlara ragmen, ortak değerlerimiz, paylaştığımız inançlarımız ve motivasyonumuz nedeniyle birbirimize bağlı ve sadık kalırız. Liderleri ve takipçileri birbirine sadık kılan işte budur. Bu özel sebepten dolayı, ‘‘kendinize nasıl davranılmasınız istiyorsanız, siz de o şekilde davranmalısınız.’’(Luke 6:31). Şimdi bu bakış açısı içinde, sizi hem bir lider hem de bir takipçi olarak; kişisel niteliklerinize dikkat etmeye, liderlikte ve takipçilikte kendi tarzınızı gözlemlemeye, kendinize ve başkalarına karşı merhamet, şefkat ve empati gibi daha olumlu tutum ve davranış pratiği yapmak için düşünmeye davet ediyorum. Bu sizi daha büyük bir lider seviyesine getirebilir ki; bu da üstün liderliktir!

 

Ve son olarak, üstün liderliğin (ve takipçiliğin) kişisel farkındalık ve öz- yönetim aracılığıyla olduğunu vurgulamak için Çinli Taocu filozof Lao Tzu’nun bilge sözleriyle yazımı sonlandırmak istiyorum; “Başkalarını bilmek zekâdır; Kendini bilmek gerçek bilgeliktir. Başkalarına hâkim olmak güçtür; Kendine hâkim olmak gerçek güçtür.”

 

Pozitif Gelişim Yaklaşımıyla Üstün Liderlik

Günümüzün zorlu dünyasında lider olmak oldukça zor bir roldür. Kişisel sorumluluk, bağlılık ve istek gerektirir. Liderlik, güç kullanmak yerine başkalarını güçlendirmeyi içerir. Görev ya da iş pozisyonundan bağımsız olarak, liderlerde, iç kontrol odağından türetilen bir sorumluluk ve sahiplenme duygusu vardır. Çoğu lider, iş gereklilikleri nedeniyle liderlik rolünü üstlenir, ve “işleri doğru yapmak” yerine “doğru olanı yapar!” Bu arada bazıları, sorumluluk duygusu, bağlılık ve yaptıkları işe gösterdikleri özenden dolayı, görevinin ötesinde ve daha fazla inisiyatif alarak yetkinin ötesinde liderlik rolü üstlenir. Ben onları üstün liderler olarak adlandırırım. Bu üstün liderler kimler olabilir? Onları diğerlerinden farklı kılan nedir? Sen nasıl onlardan biri olabilirsin? Yeteneğin mi, güç kaynağın mı, motivasyonun mı? Belki de tutkun…

 

Kısa bir süre önce, liderlik araştırmaları liderliği yöneticilerden ayırarak açıklamaya çalıştı. Bugün ise, liderlerin insancıl ve olumlu gelişim yaklaşımını vurgulayarak, liderler arasında daha detaylı farklılaşmayı ortaya koymaktadırlar. Uzun yıllar süren araştırma ve inceleme, “doğmuş veya olmuş liderlerin” ikilemini çözmek, liderlerin güç kaynaklarını anlamak ve takipçileri etkilerken oynadıkları kritik rolleri tanımlamak için çabalamıştır. Aslında, anlaşılmıştır ki, yöneticiler pozisyonlarına bağlı güçleri aracılığıyla düzen ve tutarlılık üretirlerken –örn. planlama, organizasyon, kadrolama, denetim ve problem çözme gibi; liderler hem pozisyonel hem de kişisel güç kaynaklarını kullanarak değişim ve hareket üretirler –örn. vizyon ve yön oluşturma, insanları yönlendirme, ilham verme ve güçlendirme gibi. Buna ek olarak, liderlik gelişime açık, bazılarının doğuştan sahip, bazılarının ise uygun gelişim yöntemleriyle lider olabileceği bir kişisel özellik olarak tanımlanmıştır. Bu nedenle, hümanist yaklaşımlarla, bilimsel ve teknolojik gelişmelerle, sosyal ve iş yaşam kültüründeki değişimlerle ve daha fazla sorumluluk duygusu için artan taleple, liderlik ve liderin rolü değişmeye başlamış, ve insan becerilerinin, kaynaklarının ve tutumunun beslenmesi ve gelişmesine doğru önem kazanmıştır.

 

‘‘Liderlik, gücün kullanılmasıyla değil, liderler arasındaki güç duygusunu artırma kapasitesiyle tanımlanır. Liderin en önemli işi daha çok lider yaratmaktır. ”

                                                                                                         –Mary Parker Follet.

 

Bugün, liderlerin rolü “lider-takipçi ilişkisi” yerine “lider-takipçi güçlendirme” yönünde ilerlemekte, ve bu da kendi takipçilerinden özüne-bağlı ve adanmış yeni liderler yaratmaktadır. Burada “Nasıl?” sorusu yatar. Üstün liderlik sergilemeniz beklenirken, nasıl bir yandan toplumun ihtiyaçlarını karşılayacak, ve de takipçilerinizi –yani yönettiğiniz takımı, güçlendireceksiniz? Bu hayli büyük bir zorluk… Ki lider olmak zaten yeterince zorken! Doğal olarak, üstün liderlik yeteneğinizin ötesindeymiş gibi görünebilir. Gerçek şu ki, yeteneğinizin ötesinde değil! Aslında, özgünlük, sosyal ve duygusal zekâ, kendine bağlılık, farkındalıklı tutum ve tutku gibi kişisel yetenek ve özellikleri bir arada geliştirmeniz ve somutlaştırmanız yeterlidir! Bu özellikler, esasında, liderliğiniz için kaynak olarak kullandığınız ‘Kişisel Gücünüzün’[1] temeli. Hiçbir lider öylece bir gecede doğmamıştır, fakat olumlu gelişim yaklaşımıyla, lider olabilir!

 

İsterseniz, şimdi “nasıl” sorusuna geri dönelim. Araştırmaya göre[2], umut, iyimserlik, esneklik, öz-yeterlilik gibi yüksek düzeyde pozitif psikolojik kapasiteye, öz-farkındalık ve öz-yönetim becerilerine sahip liderler, otantik liderlik sergilemede daha fazla yeteneğe sahip. Otantik liderlik şekli sahici, şeffaf bir ilişki ve gelecek yönlü davranışlar içerir; ve değişim yaratma ve yeni liderler çıkarmanın kritik unsuru olan motive etmeyi ve güçlendirmeyi sağlar. Belki de uygulama alanında en önde gelen örneklerden biri Google’ın Kendini İçinde Ara (Search Inside Yourself)[3] liderlik programıdır. 2007’den beri Google, Mindfulness[4] (dikkat ve farkındalık) uygulamaları ile işbirliği içinde çalışanlarında sosyal ve duygusal zekâyı geliştirmektedir. Neden mi? Google’da harika iş performansı, üstün liderlik ve mutluluğu yaratmak ve yakalamak için.

 

Her şey duygusal zekânın ve farkındalığın sihirli dokunuşunu tanımlayarak başladı. Bu becerilerin insanları; olumlu çalışma ortamı yaratan, duygularını ifade eden, sahici ve daha girişken, daha arkadaş canlısı ve demokratik, iş birliği yapan, daha sempatik, ‘eğlenceli’, daha çekici ve güvenilir[5], ve daha iyi liderlere dönüştürdüğünü; ve bu uygulamaların farkındalıklı bir tutum oluşturduğu, otokontrolü ve yönetim becerisini geliştirdiği ve empati, farkındalık, merhamet, açık sözlülük, merak, yargılama olmadan kabullenme[6] gibi içselleştirilmiş pozitif tutum ve davranışları teşvik ettiği saptanmış.

 

‘‘Yaptığınız şey bir fark yaratıyor, ve sizin ne tür bir fark yaratmak istediğinize karar vermeniz gerekiyor.’’

                                                                                                            –Dr. Jane Goodall

 

Hepsi bu değil! Aslında, bu tür müdahaleler üstün liderlik için bir diğer önemli kişisel özelliği –kendine veya özüne bağlılığı desteklemekte ve geliştirmektedir. Özüne bağlı lider yaptığı işe yönelik çok yüksek bir sorumluluk, özveri ve hesap verme duygusuna sahiptir. Öyle ki, kişi için, kendi performansı en az yarattığı sonuç kadar önem arz etmektedir [7]. Bir bakıma, kişinin içinde gizli kalmış tutkuyu ortaya çıkarır. İngilizce’de ‘calling’ olarak geçen bu tutku, ezber bozmak için enerji, güç ve motivasyon, anlamlı ve amaçlı işlere zaman ve çaba ayırma, yapmak istenileni yapabilmek için yollar bulma, ve yapmakta olduğu şeylerin ‘doğru olduğu’ hissini taşımayı içerir! Yani, olumlu gelişmeye yönelik bu tür müdahaleler, sadece mevcut liderlerde özgünlük ve üstün liderlik becerilerinin gelişmesine değil, aynı zamanda yeni ve daha fazla liderin yaratılmasına da hizmet etmektedir.

 

‘‘Beni en çok etkileyen kişi, büyük işler yapan değil, ama bana büyük işler yapabileceğimi hissettiren kişidir.’’

                                                                                                           –Mary Parker Follet.

 

Follet[8], yıllar önce, takipçilerin liderlere dönüşmesinde ve liderlik için ilham vermesinde, liderin rolünün önemini ifade etti. Onun sözlerinin üzerinden tam 100 yıl geçmesine rağmen, hem akademi hem de uygulama dünyası hala liderin etkileyici rolünü tartışmakta, ve üstün, yetkin ve güçlendirici liderleri yaratmanın yollarını araştırmaktadır. Esasında geçtiğimiz yüzyılda son derece ilerlediğimize inanıyorum. Şöyle ki, takipçi üzerinde güç kullanımından çok takipçilerin gücünü arttırıldığını, pozisyona bağlı gücü kullanmadan çok kişisel güce ağırlık verildiğini, ve etki aracı olarak otorite veya yetkiden çok ortak gelişim ve büyüme için bilginin kullanıldığını söyleyebilirim.

 

Ve şimdi, kendinizi, ve varoluş durumunuzu merak ediyor olabilirsiniz… Bir lider olarak kendinizi nerede görüyorsunuz? Belki kişilerde liderlerin ortaya çıkmasını sağlayan etkileyicisiniz. Belki üstün bir lider tarafından yaratılmış bir etkileyicisiniz… Belki de, güçlendirici bir liderin önderliğinden yoksun, kendi liderlik becerilerinizi geliştirmek için çabalayan ve bu yolda tek başına ilerleyen bir kişisiniz. Göreviniz veya yetki alanınız ne olursa olsun, kesinlikle lider rolünde bir etkileyicisiniz. Bunu nasıl mı bilebilirim? Çünkü bu satırları sonuna kadar okudunuz! Ve ben, yine inanıyorum ki, pozitif gelişim yaklaşımı yolculuğunu seçtiğinizde, sizin için önemli olana karşı bağlılık seviyenizi ve farkındalığınızı geliştirdiğinizde, empati, farkındalıklı tutum, merhamet, minnettarlık gibi olumlu özelliklerinizi pozitif psikoloji kapasitelerinizle birlikte yeşerttiğinizde, içinizde saklı üstün lider doğal bir şekilde ortaya çıkacak, serpilecek ve gelişecek.

Başarılar ve keyifli yolculuklar!

 

Nasıl mı?

  • Sizin için önemli olan kaynaklarınızın, becerilerinizin, yeteneklerinizin, beklentilerinizin, değerlerinizin ve nedenlerinizin tam anlamıyla farkında olarak.
  • Yapmak istediğinizi yaparken, çabalarınızın anlamını ve amacını tanımlayarak.
  • Yaptığınız şeyi yapmak için enerjinin, motivasyonun ve gücün kaynağını tespit ederek.
  • Ne olursa olsun, bir şeyleri doğru yapmaktansa, doğru olanı yaparak.
  • Hem kendiniz hem de çevrenizdekiler için bir fark yaratarak.
  • Yaptığınız şey için kendinize bağlılığınızı ve tutku duygunuzu güçlendirerek.
  • Eğitim, koçluk, rehberlik vb. desteklerle pozitif psikolojik kapasitelerinizi, sosyal ve duygusal zekâ becerilerinizi, olumlu gelişime yönelik yaklaşımınızı pekiştirerek.
  • Üstün yeni liderler yaratmak için yukarıda belirtilenlerin tümünü başkalarına aşılayarak ve geliştirerek.

 

 

 

1 French and Raven’s Five Forms of Power – Understanding where power comes from in the workplace.

2 Luthans, F. and Avolio, B.J. (2003) Authentic Leadership: A Positive Developmental Approach. In: Cameron, K.S., Dutton, J.E. and Quinn, R.E., Eds., Positive Organizational Scholarship, Barrett-Koehler, San Francisco, 241-261.

3 Tan, C. M. (2014). Search Inside Yourself, the unexpected path to achieving success, happiness (and world peace), HarperCollins, e-book.

4 Understanding Mindfulness, Dr. Shirli Ender Buyukbay, August 7, 2017

5 Bachman, W. (1988). Nice guys finish first: A SYMLOG analysis of U.S. Naval commands. In R.B. Polley, A. P. Hare, & P.J. Stone (eds.). The SYMLOG practitioner, 133-153. New York: Praeger.

6 Shapiro, D. (1992). A preliminary study of long term meditators: Goals, effects, religious orientation, cognitions. Journal of Transpersonal Psychology, 24, pp. 23-39.

7 Britt, T.W., Dickinson, J. M., Greene-Shortridge, T. M. & McKibben, E. S. (2007). Self Engagement at work. In Positive Organizational Behavior Ch. 11, edited by Nelson, D.L. & Cooper, C. L., Sage Publication, London.

8 Mary Parker Follet, The New State (1918)

 

Yetenek Yönetiminde Mindfulness: Yetenek Yönetimi Odaklı Mindfulness mı; Mindfulness Odaklı Yetenek Yönetimi mi?

4 Mayıs 2018’de, İstanbul Bilgi Üniversitesinin 7.nci IK’da Ynei Yaklaşımlar Konferansına (https://www.hrpicks.com/ikda-yeni-yaklasimlar-istanbul-bilgi-universitesinde-konusulacak/) konuşmacı olarak davet edildim. Bu yılki konu İş Yaşamında Minfulness. 35 dakikalık bana ayrılan sürede, IK profesyonellerini Mindfulness’ın Yetenek Yönetimi kapsamındaki yerini şu soru ile irdelemeye çağırdım: “Mindfulness nasıl konumlandırılmalıdır; yetenek yönetimi odaklı mindfulness mı, yoksa mindfulness odaklı yetenek yönetimi mi?” Sonuçta, mindfulness tüm dünyaya yayılan bir akım olmuş ve iş ve iş-dışı alanlarda uygulanmaktadır. Ancak, bir çok farklı kavramlarla ilişkili ve onlarla beraber uygulama olanaklara sahiptir.

 

Konuşmamda, mindfulness’ın temel esaslarını, bilimsel dayanağını, yetenek yönetimiyle ilişkisini, ve IK profesyonellerinin iş yaşamına dahil edebilecekleri yöntemleri sundum. Konuşmamı, “Yeni Bir Çalışan Esenliği Modeli – Çalışan Bütünlüğü” başlıklı Doktora tezimin sonuçlarından bahsederek tamamladım (https://mindthepositive.com/proposal-of-a-new-employee-well-being-model-employee-wholeness/). Sunum aşağıda bilginize…

 

[googlepdf url=”https://mindthepositive.com/wp-content/uploads/2018/05/YETENEK-YONETIMINDE-MINDFULNESS.pdf” width=”100%” height=”600″]

 

 

Herşeye Rağmen Mutluluk…

Okurlarımdan biri, önceki makaleme –“Mutluluğa giden bir yol yoktur. Mutluluk o yolun kendisidir!” bir yorum bırakmış. Burada onu alıntılamak isterim: “Güzel konu… Bugünlerde ele almamız gereken bir konu. Büyük ya da küçük olsun, içerisinde yaşadığımız toplum mutlu değilse, bir kişi mutlu olabilir mi? Günümüz dünyasında, mutlu hissetmek için, bireysel olarak her ne yaparsak yapalım, eğer milyonları etkileyen ciddi problemleri durdurup engelleyemiyorsak, nasıl mutlu olabiliriz?” Gerçekten, etrafımızda bu kadar çok acı varken, nasıl mutlu olabilir ya da mutluluğu bulabiliriz? Peki ya, en keyifli anlarımızda bizi rahatsız eden suçluluk duygusu ve zihnimizden hayat ne kadar da adaletsiz, insafsız ve eşitsizliklerle dolu diye geçen sayısız düşünceler silsilesi… Denge bunun neresinde? Gerçekte bir şekilde denge var mı? Herşeye rağmen mutluluk mümkün olabilir mi?

 

Bu aldatıcı sorulara cevap bulmak için, bakış açımızı doğaya çevirmeyi tavsiye ediyorum, ve doğanın dengesini nasıl koruduğunu gözlemleyelim. Çok satan kitaplardan Sapienler ve Homo Deus’un yazarı Yuval Noah Harari de kitaplarında bunu ele alıyor; doğayı, düşüncelerimizin ve mantığımızın temeline oturtuyor; Homo Sapien’lerin, tüm canlıların ve içinde yaşadığımız evrenin doğası. Öncelikle, doğa ve tüm canlılar, aslında, kendi içinde kusursuz bir dengeye sahip. Tek bir geyik bile aslanın avını takip etmesinin adaletsiz bir ilişki olduğunu düşünmez. Onun tek amacı, olası her yol ile kendini beslemek ve avcı aslana yakalanmamaya çalışmaktır. Aynı şekilde, aslan da avının kaçma konusunda çok becerikli olmasının haksızlık olduğunu düşünmez. Onun amacı da olası her yöntemle kendini beslemek ve avından daha hızlı koşmaya çalışmaktır! Doğadaki bütün denge budur…

 

Doğanın ele alınabileceği bir başka örnek ise, adaletin, insafın, ne de eşitliğin olmadığı doğada, dengesizliğin içinde bir şekilde denge var; düzensizliklerin içinde düzen var; ve bütünsel sistemin içinde bireysel bir yaşam tarzı var. Biz insanlar, tamamen bireysel olarak davransak da büyük bir bütünün parçasıyız. Toplumun bir parçası olmamıza rağmen, bireysel yaşamlar sürüyoruz. Mutluluğumuzu etkileyen faktörler arasında sadece %10 oranında çevresel faktörlerin etkili olduğunu biliyor muydunuz? İnanması zor ama doğru! Sosyal bilimlere ve Sonja Lyubomirsky’nin “mutluluğun nasıl olduğu” çalışmasına göre, %40–50 aralığında genlerimiz ve yaratılışımız –yani doğamız (nature), mutluluğumuz üzerindeki etkisi ile açıklanırken, diğer %40–50’si pozitif görünüm için yaptığımız kişisel tercih ve kararlarımız –yani yetiştirilmemiz (nurture) ile açıklanmaktadır. Diğer bir ifadeyle, dış faktörlere kıyasla bireysel faktörler, pozitif varoluşumuz üzerinde daha çok etkiye sahiptir. Öte yandan, kuantum fiziği ve mekaniğinde, bilincin mutluluğa ulaşmayı kolaylaştırdığı belirtilmektedir.

 

 

Bireylere daha yakından bakalım. Biz insanlar, kurgusal düzen diye adlandırılan, ve herkesin ortak bir inançla hareket ettiği büyük işbirlikçi ağın bir parçasıyız. Harari, kitlesel olarak işbirliği yaptığımız bu ortak miti, Sapiens’te, para, demokrasi, yasa, tanrılar, ekonomi, bankalar, şirketler gibi özneler-arası dürtü ile açıklar (Sapiens, s. 132). Tarım devrimi ve bilişsel devrimden itibaren, Homo sapienler (akıllı olanlar) kendi aralarında işbirliği yapabileceği hayali kurgular yarattı (insan işbirlik ağları). Herhangi bir şirket çalışanı, vatandaş, banka hesap sahibi, iman sahibi vb. bir kimse, bu gibi oluşumların bir parçasıdır ve ortak mite ve onun kurallarına inanarak, aktif olarak işbirliği içindedir. Bu hayali oluşumlar gerçek olmayan gerçekliklerdir! Harrari, düşsel gerçeklikleri asıl olanlardan nasıl ayıracağımızı açıklar. Bu fenomenlere “gerçek oluşum” gözüyle acıyı referans alarak bakmayı şu soruyu sorarak teklif eder: “Herhangi bir oluşumun gerçek olduğunu nasıl bilebilirsin? Çok basit, sadece kendine sor, ‘o acı çekebilir mi’?” (Homo Deus, s.206).

 

Aşağıdaki senaryoları bir düşünün: Euro ya da borsa önemli ölçüde düşüyor, euro ya da ekonomi acı hissedebilir mi? İnsan haklarına ya da ifade özgürlüğüne karşı yasalar meclisten geçtiğinde, demokrasi ya da hukuk acı çekebilir mi? Bir firma iflas ettiğinde, firma acı çeker mi? Ya da bir ülke bir ekonomik kriz veya savaş mağlubiyeti yüzünden acı çekerken, gerçek anlamda acı çekebilir mi? Hayır! Hiçbiri gerçek acı değildir! Fakat, askerler savaşta yaralandığında, gerçekten acı çekerler; yalnız bir anne dalgalanan para tedavülü yüzünden ipotekli borçlarını ödemekte güçlük çektiğinde, o gerçekten acı çeker; çalışanlar iflas nedeniyle işten çıkarıldığında, acı çekerler; veya gazeteciler insan haklarını savundukları için hapse atıldığında, acı çekerler! Bu açıdan bakınca, belki de hayatımızı dengeli, istikrarlı, mutlu olmaktan alıkoyan, ve bize gerçekte acı çektiren şeyin ne olduğunu sormalıyız. Ve, gözden geçirmeliyiz, bizi mutluluktan uzak kılan yaşadığımız çevrenin dış etkenleri mi, yoksa kendi kişisel iç kaynaklarımız mı.

 

Vurgulamak ve netleştirmek isterim ki, bahsini ettiğim mutluluk, bireylerin acıdan ve ızdıraptan kaçındığı ve haz aradığı Hedonik tipi bir mutluluk değildir. Aksine, bu mutluluk pozitif psikologlar tarafından bahsedilen Ödomanik tipi mutlulukla ilgilidir. Bireylerin anlam ve amaç arayıp bulduğu, özgün veya otantik şekilde yaşayabilecekleri bir ortamı yarattığı; kişisel bağlılık ve gelişimine yardımcı olacak yaşam zorluklarına hazır olduğu; ve belki de kişinin kendini gerçekleştirmesine yardımcı olacak iç gücünü yaratacağı bir duygu durumu. Dahası, tasavvuf felsefesi ve Mevlana’nın sözleriyle devam edersek, “Hiçlikten dönerek, yıldızları toz gibi saçarak geldik bu aleme”, hem her şey hem hiçbir şey olmaktır! Bu arada, hiçlikten dönen sizsiniz… benim… hepimiziz!

 

Kuantum mekaniğindeki “gözlemci bilinç” konsepti aracılığıyla, bu makalenin özüne yeniden dönmek isterim –herşeye rağmen mutluluk. Kuantum mekaniği kurallarına göre, gözlemlerimiz evreni en temel seviyede etkiler; yani, aya bakmadığımız zaman onun var olmadığını ileri sürer. Bu görüş bizleri gözlemleyen bilinç olarak açıklar. Peki neyi gözlemlemek? Gerçeği mi? Deepak Chopra’nın dediği gibi, Harari’nin hayali düzeni’yle bağlantılı olarak, gerçek insan yapımı bir kurgudur. Tek asıl gerçeklik anın farkındalığıdır. Yani, varoluştur. Mutluluk veya acı gibi deneyimlerimiz, o anda gözlemlediğimiz algılarımıza (sensations), imgelerimize (images), hislerimize (feelings) ve düşüncelerimize (thoughts) dayanır. Bu terimler İngilizce’de SIFT olarak tek bir akronimde toplanır. Her an farklı bir gözlem içerir, hem gözlemyen bizler, hem de gözlemlediğimi olgu –yani gözlemlenen, an be an değişmektedir. Böylece, deneyimlerimiz SIFT ile değişmektedir… Mutlu ya da üzgün olma, eğlenme ya da acı çekme olasılıklarımızın hepsi, gözlemlediğimiz gerçekliğin anlık farkındalığına bağlıdır.

 

Bunların hepsi tamamen soyut görünüyor olabilir. Tek bir okumada ya da tek bir uygulamada kavramak pek kolay olmayabilir. Günlük hayat ile biraz temellendirebilmek için, tüm ihtimallere karşın tatmin edici mutluluk seviyesini nasıl koruyabileceğimize cevap olarak yapmamız gereken:

 

(1) Hayatın adil olmadığı gerçeğini ve eşitliğin var olmadığını kabul etmek;

(2) Diğerlerinin acı çektiği konularda suçlu hissetmek yerine, sahip olduklarımıza ve deneyimlerimize minnettarlık hissetmek;

(3) Mutluluğa ulaşmak ve onu korumak için “Mind the Positive” felsefesini içselleştirmek https://mindthepositive.com/;

(4) Kendi pozitif görüşümüzü, bakış açımızı ve tutumlarımızı etrafımızdakilerle paylaşmak, bilerek ve tasarlayarak, yardım etme, gülümseme, şükretme, affetme, unutma gibi küçük kibarlık hareketleriyle pozitiflik virüsünün etrafa yayılmasını sağlamak;

(5) Varoluş ve farkındalık için zihni, bedeni ve ruhu eğitmek;

(6) Düşüncelerimizi genişletmek ve evrendeki varoluşumuzu anlamak; ki, insan kurgusu olan evrenin varlığından söz edemeyiz; sadece bilincimizdeki deneyimlerimiz aracılığıyla evren vardır;

(7) Ve son olarak, gözlemler ve değiştirilmiş formdaki deneyimlerimiz ile kendi gerçekliğimizi oluşturmayı seçmek.

 

Sonuncu, fakat bir o kadar da önemli olarak, Deepak Chopra’nın İnsan Evreni (Human Universe) hakkındaki 39 dakikalık konuşmasını izlemenizi şiddetle tavsiye ediyorum. Chopra, konuşmasında, aşağıdaki açıklamalarda bulunarak, gerçekliğimizi, insan yapımı bir kurgu; bizleri ise bilincimizdeki deneyimlerin toplamı olan bu gerçeklikteki gözlemciler olarak açıklamaktadır.

 

  1. Günlük gerçeklik bir insan kurgusudur.
  2. Esas gerçeklik farkındalıktır; şimdiki zamanın zamansız anındaki gözlemci ve gözlenen deneyimlerinin uyarımlarıdır.
  3. Hem gözlemleyenin hem gözlemlenenin esas deneyimi algı, imgeler, hisler ve düşüncelerdir -SIFT.
  4. Düşünce sistemleri (insan kurgusu) pek çoktur – dinsel, teolojik, felsefik, bilimsel, ekonomik, politik, mitolojik vs.
  5. Hiçbir kurgu diğerleri üzerinde ayrıcalıklı bir konuma sahip değildir.
  6. Kurgu kendi içinde gömülü olanlara gerçektir.
  7. Algı, imgeler, hisler ve düşünceler şeklindeki farkındalık uyarımları tüm deneyimlerimizi oluşturur.
  8. Uyarımlar zamanla ilişkiliyken, farkındalık zamandan bağımsızdır.
  9. Doğum, ölüm, vücut, zihin, beyin, evren, Tanrı, yıldızlar, galaksiler, Büyük Patlama, hepsi insanlar tarafından adlandırılmış (kendisi etiket olan) kurgulardır.
  10. Özgürlük şuanda var olmaktır! Kurgusuz! Ve içinde bulunduğunuz anda!

 

Mutluluğa Giden Yol Yoktur. Mutluluk O Yolun Kendisidir!

Bugün 20 Mart, Uluslararası Dünya Mutluluk Günü. Birleşmiş Milletler’in hepimizin mutluluğu için çaba ve kutlamayı atfettiği gün. İnsanlık tarihi boyunca, büyük kayıplar, trajediler ve ızdıraplara rağmen mutluluk arayışı daima aynı kalmıştır. O hepimizin elde etmek ya da içinde olmak için aradığı bir durumdur. Bizler onu, ulaşmayı dilediğimiz bir durak olarak algılarız. Bu yolda çabalarken ve mücadele ederken kendimizi yıpratırız, dilediğimiz varış noktasına ulaşamadığımızda hayal kırıklığı ile acı çekeriz. Küçük bir çocuğun bir elma şekeri isteyişini ve elde edemeyince yaşadığı hissi hayal edin; elma şekerinin çubuğuyla kalmış gibi! Bazen, arzu ettiğimiz beklentinin karşılanmaması daha yüksek seviyede hayal kırıklığı ve mutsuzluğa sebep olur. Ne büyük bir iç çatışma ve ikilem! Buna ragmen, biz beklentilerimizden ya da onları elde etmeye çalışmaktan vazgeçmeyiz.

 

 

Bu makalede, “mutluluk” meselesine dair çeşitli perspektifler sunmayı hedefliyorum. “Ne olursa olsun mutlu olmalıyız” mesajı taşıyan bir “Pollyanna” stili optimizmi savunmaya hiç niyetim yok. Sonuçta, kendimiz için, ailemiz için ve çevremizdekiler için mutlu olmayı isteriz. Birleşmiş Milletler gibi! İşte bu yüzden BM, 2013’ten itibaren, başka özel günleri gibi kutlamak veya şereflendirdiği gibi –meslekler (öğretmenler, dişçiler, doktorlar), sosyal roller (anneler, babalar, kadınlar), ya da tutumlar (sıfır ayrımcılık – 1 Mart, şefkat günü – 28 Kasım, şükran günü – 21 Eylül), 20 Mart gününü mutluluğa atfetmiştir.

 

 

Çok açık ki, bu günler, farkındalığı desteklemek için farklı bir niteliğe sahiptir. İyimser açıdan özel bir güne sahip olmak değerlidir, ancak kötümser açıdan, bu durum, ciddi bir boşluğun var olduğunu belirtir! Yine de, dünya çapında, insanların hayatlarındaki mutluluğun önemine dair farkındalığın artması için yılda tek bir gün epeyce az. “Yoksulluğa son vermek, eşitsizlikleri azaltmak, gezegenimizi korumak için iyi oluşu ve mutluluğu sağlayan üç ana görüşü hatırlamaya, aramaya ve onlar için hergün çabalamaya ihtiyaç duyarız” (Birleşmiş Milletler’in Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri – 2015). Ne olursa olsun, herşey öncelikle kendimizle başlar.

 

 

Tanımlaması ve uygulaması karışık bir olgu: Mutluluk.

 

 

Peki, sahi, mutluluk nedir? O tanımlayabildiğimiz, tarif edebildiğimiz, betimleyebildiğimiz bir “şey” midir? Gerçek şu ki mutluluk, açıklaması zor, karışık bir kavramdır. BM mutluluğu üç ana görüş üzerinden tanımakta. Bilim ve felsefe ise onu iki ayrı yönden açıklamakta: Hedonik (Hazsal) ve Ödomanik (İnsanın serpilişine bağlı). Örneğin; Epikür, mutluluğu iyi bir hayata sahip olma, iyi olayları ve memnuniyeti deneyimleme olarak tanımlar. Mutluluk, haz aramak, acıdan kaçınmak, ve hayat amacının en yüksek seviyede haz elde etmek, ve arzu ve çıkarların tatmin edilmesini içeririr. İşte, bu hedonik anlayışa göre, mutluluk, kişinin hayatı içindeki iyi ve kötü unsurlara dayalı deneyimlerini sübjektif olarak değerlendirmesidir.

 

Bunun yanı sıra, Ödomanik anlayış, mutluluğu, kişinin kendi potansiyeline ulaşması, kendisi ile uyum içinde yaşamasıyla kendini tamamlaması; ya da kendini gerçekleştirmesi –Maslow’un ünlü ihtiyaçlar hiyerarşisindeki temel ihtiyaçlardan 5. seviyesi– olarak açıklar. Ünlü filozoflar arasından Platon, mutluluğu, ahlâklı ve adil olma olarak tanımlar, kişinin diğerlerinin mutluluğunu dikkate alarak mutluluğu bulacağını belirtir. Aristoteles ise hayatın anlam ve amacını bulma olarak tarif eder. Sokrates kendini bilme bilgeliği (öz-farkındalık) ile mutluluğu açıklar; ki, kişi ne kadar çok kendini bilirse, o kadar fazla muhakeme ve mutluluğu getirecek olan seçimi yapabilme yetisine sahip olur der.

 

 

Tüm bu bilim ve felsefeyi bir kenara bırakalım, ve bizim doğruluk ve gerçeklik algımızın sübjektif (öznel) olduğunu varsayalım. Bu durumda, geçerli olan mutluluk tanımı kendi mutluluk tanımımızdır; deneyimlerimize, yaşam koşullarımıza ve isteklerimize dayalı bir mutluluk tanımı! Düşüncelerinizi şu sorulara açmaya davet ediyorum… Sizin mutluluk görüşünüz nedir? Eğer mutluluğu düşünmenizi istesem, hangi kavram ya da kelimeler zihninizden geçer? Belki bazı şekiller, figürler ya da görüntüler… Belki renkler ve tonlar… Bir yer olabilir, bir an ya da bir olay… Bunlar herhangi bir zaman diliminde mi? Belki geçmişte, içinde bulunduğunuz anda, ya da belki gelecekte…

 

Mutluluğa giden bir yol yoktur – mutluluk o yolun kendisidir.”  – Thich Nhat Hanh

 

Emin olduğum tek bir şey var, bizler mutluluğumuzu, daha çok, geçmiş deneyimlerimize veya şartlı gelecek beklentilerimize dayanan nesneler, olaylar veya yerlerle anlamlandırıyoruz. Hepimiz, hayatımızın belirli aşamalarında şu gibi lafları dillendirmişizdir: “Daha iyi bir işe sahip olduğumda; hayat eşimi bulduğumda; sağlığımı geri kazandığımda, mutlu olacağım.” Gerçek şu ki mutluluğa giden bir yol yok; hepimiz biliyoruz ki o yolu yürürken mutluluğu deneyimleyebiliriz. Mutluluğu gelecek deneyimlere bağlamak tamamen bir belirsizlik. İşin, eşin ya da yeni sağlık durumunun bizi daha mutlu edip etmeyeceğini bilmiyoruz bile! Bu gibi durumlar umut içerir (ki umuda sahip olmak şahane!), ancak, bu bana elma şekeri beklentisi ve elma şekeri çubuğuyla son bulmayı anımsatıyor! Bu gibi durumlarda kendime sorduğum asıl soru şudur: “Bugünkü iş durumum veya sağlık koşuluma rağmen, şu anda, beni mutlu kılan nedir?” Bu, bir ölçüde, gelecek beklentilerimi umuda dönüştürmeme ve bugünün sunduğu olanaklara odaklanmamı sağlıyor.

 

Genellikle deneyimlediğimiz bir diğer mutluluk yolu da, geçmiş deneyimlerimizi düşünmek ve onlar hakkında nostaljik şekilde konuşmak. Bu, biraz da, geriye bakarak geçmiş anı hatırlamak; bir partide, arkadaşlarla yapılan eğlenceli bir konuşmayı, güzel ve nefes kesici bir filmi, büyüleyici bir şehir turunu, veya işteki kaptırarak çalışma halini anımsamak; ve yumuşak bir gülümsemeyle “ne kadar da iyi vakit geçirmiştik!” diyebilmek. Tanıdık geldi mi? Ne harika değil mi?! Mutlu olduğumuz zamanı hatırlarken, mutluluk hissini daha fazla deneyimleme eğilimindeyiz. Bu olguda beni rahatsız eden şey ise, mutluluk arayışı ile şimdiki anda yaşarken, anlık deneyimlerin keyfini nasıl kaçırdığımızı daha az fark ediyoruz; ve ancak bir zaman sonra, keyifli, tatmin edici ve neşeli deneyimlerimizi hatırlayıp onlara değer veriyoruz.

 

Bunu belirli bir nedenle yapıyoruz: şimdiki zamanda fiziksel olarak var olsak da zihnimiz ve öznel değerlendirmemiz geçmişten geleceğe seyahat eder. Gerçekte, zamanda seyahat ederiz, ve gerçek anlamda dertleri ve pişmanlıkları yeniden yaşarız; hatta kaygı ve umutları önceden yaşarız. Doğrusunu söylemek gerekirse, ihtiyacımız olan şey, şimdiki an ve gerçekte olduğumuz an olan şuanda varolana tutunmak; onlara değer vermek ve şuanın sunduklarının tamamen tadını çıkarmak (şuanın tadını nasıl çıkaracağınızı hatırlamak için, önceki makalelerime bakabilirsiniz “Mindfulness’ı Anlamak”; “Dikkate Dikkat”; ve “Önce Farkındalık”). Şunu aklınızda tutun; sonuçta, bizler kendi hayatlarımızın yaratıcılarıyız; kendimizi perişan ya da mutlu kılabildiğimiz kusursuz becerilerimiz var! Dolayısıyla, zamanda seyahat etmenin yanı sıra, bilerek veya bilmeyerek yaptığımız şeyler var. Bunlar bizi tatmin edici, mutlu bir hayata sahip olmaktan alıkoyar. Aşağıda, genellikle yaptığımız, bu şeylerin pek çoğundan birkaçı bulunuyor. Şimdi, sizi bunlarda kendinizi değerlendirmeye davet ediyorum… Bunların ne kadarını yapıyorsunuz? Her maddeyi “Yapıyor musunuz?” şeklinde okuyarak değerlendirin.

 

  1. Belirli beklentilere sahip olmak; ve onlara ulaştıktan sonra, başarınızın değerini bilmeden derhal yenilerini oluşturmak.
  2. Kendinize ölçülemeyecek kadar yüksek hedefler koymak; başarmayı beceremediğinizde kendinizi “zavallı” olarak yargılamak.
  3. Oluşturduğunuz hedeflere ulaşmada memnuniyet seviyenizi genişletmek ve koşullandırmak.
  4. Kendinizi diğerlerinin başarı, hedefleri, amaç gerçekleştirmeleri, becerileri vb. ile kıyaslamak ve kendi özünüz ile birlikte olmamak.
  5. Hayatı, ulaşılması gereken bir takım duraklar, noktalar olarak algılamak, ne kadar erken oraya ulaşırsanız o kadar iyi!
  6. Hayatın neşesinin dış ortamdaki şeylerde gizli olduğuna inanmak.
  7. Daha fazlası için sormak, daha yükseğini hedeflemek, başkalarının çabaladıklarını aramak.
  8. Aynaya bakmak ve kendinize sormak: Siz kimsiniz?, Neler yapabilirsiniz?, Gerçekten ne yapmayı istiyorsunuz?
  9. Sahip olduklarınız, zamanla biriktirdikleriniz ve deneyimleriniz için minnettar hissetmek.
  10. Büyük zorluklar ve başarısızlıklara rağmen, başardıklarınız için kendinizden övgüyle söz etmek ve kendinizi ödüllendirmek; hafifçe omzunuza vurarak “İyi iş! Harikayım!” demek.
  11. Değer verdiğiniz insanlara hediyeler vermek, kibar hareketlerde bulunmak ve sürprizler ile onları neşelendirmek.
  12. Şefkat ve kibarlık hareketi olarak, tanımadığınız insanlara yardım etmek.
  13. Sevdiğiniz ve değer verdiğiniz insanlara “Seni seviyorum”, “Sana değer veriyorum” demek.
  14. Geri bildirim olarak, pozitif düşüncelerinizi ve sözlerinizi etrafınızdaki kişilerle paylaşmak.
  15. Hergün, gerçekleşen üç iyi şeyi gözlemlemek ve hatırlamak.
  16. Düzenli fiziksel aktivite yapmak.
  17. Hobi sahibi olmak.
  18. Gönüllü çalışmak, sosyal sorumluluk ya da herhangi bir alanda, insanların sizin uzmanlığınızdan faydalanabileceği sosyal katkı sağlamak.
  19. Güne pozitif tutumla başlamak; GÜLÜMSE J
  20. Güçlü yanlarınızı ortaya çıkaran ve hergün yapacağınız şeyleri yapmanızı sağlayan tutkunuzu bulmak (anlam ve amaç).
  21. Zihninizi, dikkatinizi ve farkındalığınızı şuanda olmak için eğitmek.
  22. Hayatınızı asla ölmeyecekmiş gibi planlamak; ancak yarın ölecekmiş gibi hayal kurmak ve yaşamak.
  23. İnsanların hikâyelerine, duygularına, deneyimlerine kulak vermek.
  24. Ölmeden önce yapılacaklar listesine sahip olmak! Hayatınızın her aşamasında listenizdeki maddelerden birini fark etmek.
  25. Tüm güç ve zayıflıklar, başarılar ve kusurlar, doğrular ve yanlışlar ile kendinizi olduğunuz gibi kabul etmek.
  26. Yeni şeyler, beceriler, diller, ifadeler ve yollar öğrenmek.
  27. Daima elinizden geleni yapmak; elinizden gelen mükemmel olmasa bile, varolan şartlarda elinizden geleni yapmış olduğunuz için kendinizi takdir etmek.
  28. Kendiniz ve diğerleri için kullandığınız sözcüklerle hatasız olarak, kendinize samimi davranmak.
  29. Her anı, olayı, durumu ve diğerlerinin davranışlarını, bir öz-gelişme fırsatı olarak, bağımsızca ve en önemlisi kişisel olmayan bir şekilde yorumlamak.
  30. Varsayım yapmaktan kaçınarak; duygularınız, düşünceleriniz ve davranışlarınız hakkında açık ve olabildiğince objektif olmak.

Eğer biz değilsek, kim? Eğer şimdi değilse, ne zaman?” -John E. Lewis

 

Şimdi, lütfen geri giderek bu maddeleri yeniden okuyun ve kendinize bunlardan hangilerinin kendi iyi oluşunuzu geliştirdiğini, mutluluğunuza katkı sağladığını, daha amaçlı, anlamlı ve serpilmiş bir hayat olanağı sağladığını sorgulayın… Bunun reçetesi yok! Mutluluğumuza ve iyi oluşumuza ulaşabilmek ve onları devam ettirebilmek için, her birimizin kendine has stili, tercihleri ve stratejileri var. Sizin için en uygun “yap” ve “yapma” dediğiniz şeyleri bulun; onlar size ait; uygulayın! Onlara değer verin! Harekete geçin! Çünkü bunlar sizi mutluluk için harekete geçiren ve mutluluğa ulaştıran adımlardır… John E. Lewis’in de dediği gibi “Eğer biz değilsek, kim? Eğer şimdi değilse, ne zaman?”

 

 

 

Hangi Yoldasın, Kabul mu, Direnç mi?

Önceki makalemde – “Kabul Et ya da Yok Ol!”, elimden gelen en iyi şekilde kabullenmenin gücünü yansıtmaya çalıştım. Her ne kadar anlaşılabilir ve dikkate değer görünse de, söylemek yapmaya göre kısmen daha kolaydır! Aslında, kabullenme hakkında “konuşmak”, bir durumla başa çıkabilmeye yönelik, oldukça fazla emek isteyen bir eylem planı oluşturmaya kıyasla çok daha kolaydır. Kabullenme ve direnç arasında kalmamız ise en moral bozucu olandır. Bilişsel olarak kabullenmeye istekli iken, bizim için zorlayıcı olana karşı bilinçaltında direnç gösteririz. Tüm amacım sorumlu ve kendinden mesul yaşamak için ufak bir pencere açmak; ve şunun farkında olmak: “Bütün fırtınalar hayatımızı bozmak için gelmez, hatta bazıları yolumuzu açmak için gelir.” Bu yüzden, direnç yolu ya da kabullenme yolundan hangisini seçip seçmeyeceğimiz bize bağlıdır. Bu yolların herbiri bizi farklı yönlere götürür. Bir kez hangisini seçeceğimize karar verdiğimizde, gerisi kolaydır!

 

Öncelikle, şu gerçeği kabul edelim: yeni deneyimlediğimiz veya yapmak için girişimde bulunduğumuz her küçük şey ilk olarak zordur! Doğal olarak, her ‘küçük adım’ denemesi ile, yeni öğrenim ve deneyimleri biriktiririz. Kazanılan bilgi, basit pratiklere yol açar ve sonunda “pratik mükemmelleştirir.” İş “çocuk oyuncağı” kadar kolay bir hâl alır. Bu durum, sahip olduğumuz her ufak şey için geçerlidir: bir öğrencinin matematik problemi, yetenekli bir çalışanın yeni çalışma tekniği, ya da geleneksel düşünce yapısına sahip olan bir insanın düşüncelerindeki değişim! Yine de, seçmek için nedenleri, niyeleri ve nasılları anlamak çok önemlidir… Bu sebeple, bu iki yolun – direnç ve kabullenme, bizi nereye götürdüğüne bir bakalım.

 

Lütfen bir süredir sizi zorlayan bir durumu düşünün; bir şekilde çözdünüz veya hâlâ çözülmeyi bekliyor. Ben buna, tepkinizi veya yanıtınızı bekleyen bir uyaran diyorum. Diğer bir ifadeyle, bu, zorlayıcı durumlara karşı olan tutumunuzdur. Lütfen tutumunuzu anımsayın. Hangi yolu seçtiniz, otomatik bir direnç tepkisi mi, yoksa bilinçli bir kabullenme yanıtı mıydı? Bunlar birbirlerinden oldukça farklıdır. Her biri, sizi tamamen farklı yönlere götürür. Farkı deneyimlemek için, sizi küçük bir alıştırmaya davet etsem… eğer oturma pozisyonundaysanız, ayağa kalkın ve bir duvar önünde bir adım uzaklıkta durun. Yazı yazdığınız kolunuzu kaldırın, avuç içinizi duvara yerleştirin. Avucunuzla duvara dokunarak, duvarın soğukluğunu, dokusunu ve hareketsizliğini hissedin. Şimdi duvara baskı uygulayın; tüm gücünüzle duvarı itin. Avcunuzda, kolunuzda ve omzunuzda hissettiklerinize dikkatinizi verin. Hafifçe; biraz daha güçlü; ya da tüm gücünüzle bastırdığınızda her ne oluyorsa gözlemleyin… Bu size nasıl hissettiriyor; duvar hâlâ hareketsiz mi duruyor, yoksa sanki duvar sizi geri itiyor gibi mi geliyor?

 

“Nasıl geri itebilir ki? O sadece bir duvar; hareketsiz bir duvar!” Bunu merak ediyor olabilirsiniz. Lütfen, bir anlığına durun ve avcunuzdaki, kolunuzdaki ve omzunuzdaki hislerinize dönün ve dikkatli bir şekilde duvardan gelen hafif bir geri itme algısını hissedin. Ne kadar güçlü bastırırsanız, gücü o denli yüksek hissedersiniz; daha hafif basınç uyguladığınızda, geriye daha az bir direnç hissedersiniz; tümüyle bıraktığınızda ise (hiç bastırmadan hafifçe dokunduğunuzda), omzunuzda, kolunuzda ya da avcunuzda herhangi bir basınç hissi yaşamazsınız. Gerçekten, cansız, hareketsiz bir duvar ile karşılıklı bir güç alış-verişi yaptınız. Peki, bir uyaranla karşılaştığımızdaki tutumumuzu düşündüğümüzde, tüm bunların anlamı ne?

 

Direnç gösteren tutumu benimsediğimizde neler olur? Durdurmaya, görmezden gelmeye veya bir kenara itmeye çalışarak direndiğimiz uyaran, eş yükseklikte bir güç ile bizi geri iter. Duvarın direncini gözlemlerken; sizin direncinize kıyasla biraz daha güçlü olsa bile, duyularınızı üst kol ve omzunuzda hissedebilirsiniz. Baskıyı bıraktıktan sonra, güç artık var olmasa da etkisi yine de sizinledir. Bunun sebebi; bizler anlık duyu ve olayların daha az bilincindeyizdir, dolayısıyla tepkimizden belki de saatler günler sonra etkiyi hissederiz. Direnç yolunu seçtiğimizde başka neler olur? Yargılama, etiketleme veya iyi-kötü, doğru-yanlış vs. olarak kategorize etme gibi otomatik tepkiler aracılığıyla, fiili gerçekliği görmezden gelmeyi seçtiğimiz ve onun hayatımıza girmesini engellemeye çalıştığımız, olumsuz duygular döngüsüne gireriz. Kendimizi durumu geçici olarak hafifleten ancak gerçeklik algımızı bozan hikâyeler uydururken bulabiliriz. Bu yol, düşünce, duygular, gözlemler, açıklık vb. kaynaklarımızı yönetme becerimizi kaybetmemize sebep olur. Bir bakıma, işlevselliğimizi, dışsal çevre ile olan etkileşimlerimizin minimum seviyede kaldığı kapalı bir sistemin içerisine kapatırız veya daraltırız.

 

Şimdi de kabullenme yolunu seçtiğimizde neler olabileceğine bakalım… Tüm işlevsellik süreci, bireylerin bilinçli bir yanıt vermeyi benimsediği tamamen farklı bir yola sebep olur. Bu yolda, gözlemle, almaya hazır bir açık farkındalıkla, keşfetmeye yönelik merakla ve yargılayıcı olmayan tutumla, kendimizi olumsuz duygu döngüsünden çıkarırız; durumla baş etmeye istekli ve sorumluluk alma gücüne sahip olduğumuz “nötr” alana doğru yönlendiririz. Hareketlerimiz ve onların sonuçlarından sorumlu hissederiz; çünkü düşünce, duygular, gözlemler, açıklık vs. gibi kaynaklarımızı dikkatlice gözlemleyerek ve bilinçli olarak yöneterek, tasarlanmış bir eylem planı ve davranış biçimini seçeriz. Burada, açık bir sistemde işlevselliğimizi genişleterek kendimizle ve başkaları ile sağlıklı ilişkiler kurarız.

 

Psikolog Barbara Fredrickson, bu mekanizmayı Genişlet ve Oluştur Teorisi (Broaden-and-Build Theory) aracılığıyla açıklar. Bu teori, olumsuz duyguların ve zorlayıcı durumların, kişinin düşünce ve hareket kapasitesini engellediğini ve kısıtladığını iddia eder. Bu durum, hızlı ve sonuca götüren hareketlere sebep olur. Bu hareketler veya “tepkiler”, beraberinde anlık fayda veya zarar getirebilir. Halbuki, olumlu duygular hâlinde ya da güven hissinde, kişinin düşünceleri ve eylem süreci genişler. Zihnin ürettiği düşünceler ve eylemler, daha fazla potansiyel sonuçlar doğurur; bu genişlemiş hâl, kişilerin daha fazla alternatif düşünce ve eylem üretmelerine, ve daha uzun süreli psikolojik, fizyolojik, zihinsel ve sosyal kaynaklarını sağlamalarına yönelik kapasitelerini geliştirmektedir. Özetle, direnç yolu düşünce ve eylem kapasitemizi daraltıp engellerken, kabullenme yolu kapasitemizi genişletmek ve inşa etmek için gerekli altyapıyı üretir. Böylece, içinde var olduğumuz an bizim için her ne sunacaksa, onu kabul etmek ve sonra olumlu bir dönüşüm ve iyi-oluş için o şekilde davranmak çok daha iyidir.

 

Kabullenme iki ana kavramı kapsar: ‘koyvermek’ (let go) ve ‘oluruna bırakmak’ (let be). Bu kavramlar bağışlamak ve unutmakla da ilişkilidir. İki senaryo düşünelim. Senaryo 1: Trafiğin en yoğun olduğu saatlerde araba kullanıyorsunuz. Rotayı kontrol etmenize rağmen, bile bile yoğun trafiğe girdiniz. Yanlış seçiminiz yüzünden hüsran dolu hissediyorsunuz, kendinize kızıyorsunuz ve son dönüşü yapmamış olmayı diliyorsunuz! Belki de, “keşke bu dönüşü yapmasaydım” diyerek olumsuz duyguların içine sürükleniyorsunuz ve gideceğiniz yere varana kadar kendinizi yargılıyor veya azarlıyorsunuz. Kendinize bu davranışı hak edecek ne yaptınız? Pek çok alternatifin arasından seçim yaptınız ve seçiminizle devam ettiniz! Ne yazık ki, seçiminiz yanlış bir seçime dönüştü! Tam tersi de olabilirdi. Bu arada, bu şu gerçeği değiştirmez; siz aslında seçiminizi yaparken diğer alternatifleri bıraktınız. Yani, siz onları çoktan koyverdiniz! Neden şimdi yanlış kararlar vermenin getirdiği olumsuz duyguları bırakmanız bu kadar zor? Kendimize hatalar yapmak için izin verip kendimizi bağışlamıyor muyuz? Bunu yapmamızı kim engelliyor? Bağışlama ve kabullenme için kendimize yasaklar koyan da izin veren de bizleriz. Uzun lafın kısası; kabullenme, bağışlama ve koyverme ile doğrudan ilişkilidir!

 

Senaryo 2: Yine trafiğin en yoğun olduğu saatlerde araba kullanıyorsunuz; her zamanki rotanızı seçtiniz. Maalesef, bir saatten fazla süredir aynı noktada, trafiğe takıldınız! Herhangi bir yöne hareket edemiyorsunuz, hüsrana uğramış, bunalmış hissediyor ve durumdan kurtulmak istiyorsunuz. Yapabilecek hiçbir şeyiniz yok ve trafik açılana kadar beklemek zorundasınız. Bu, yanlış zamanda yanlış yerdeymişsiniz gibi görünen, istenmeyen bir durum; belki de değil! O an orada olmanızın yanlış karar veya seçiminizle hiçbir ilgisi yok. Bu demek oluyor ki koyvereceğiniz hiçbir şey yok (seçim, karar veya eylem). Sadece, o belirli anda orada bulunmanız gerektiği gerçeğini kabul etmeye ihtiyacınız var! Buna karşı mücadele etmek yerine, neden oluruna bırakamıyorsunuz? Eckhart Tolle, şimdiki zaman ne barındırıyorsa, sanki bu bizim seçimimizmiş gibi kabul ederek; her zaman şimdi için çalışmayı, ona karşı çalışmamayı öğütler; çünkü mucizevi bir değişim fırsatı burada yatar. Yani, sadece bir kereliğine, bir ara verin ve durumu oluruna bırakın! Her ne varsa ona teslim olun! Bu, ihtiyacınız olan tüm düşünce, fikir ve kaynakların size gelmesine izin verecektir. Yani eğer koyveremiyorsanız –yapabiliyorsanız mutlaka yapın- oluruna bırakın!

 

 

Şimdi sizi, bir uyarana karşı, kabullenme süreci ile ilgili size yardımcı olacak pratik bir araçla tanıştıracağım. Bu 5 adımdan ibaret basit bir yöntem: Ara ver (pause), Nefes al (inhale), Fark et (notice), Anlamlandır (articulate), ve Yanıtla (respond), yani ANFAY. (İngilizce akronimi: PINAR)

  1. Zorlayıcı bir durum –uyaran, ile karşılaştığınızda uğraştığınız her neyse kısa bir Ara verin, bütün düşünceleri, eylemleri veya duyguları kısa bir süreliğine bırakın (A).
  2. Bu mola, olası dramadan bir adım geriye çekilmeniz için size bir fırsat verir. Bir anlık ‘olayın dışında olduğunuzda’ birkaç Nefes alın; nefes alırken temiz havayı vücudunuza alın ve nefes verirken zehirli düşünceleri, hisleri, etiketleri, yargıları, sonuçları ve hatta niyetleri bırakın (N).
  3. Bir kez zehri dışarı attığınızda, içinde var olduğunuz anın size sunduklarını gözlemlemek ve doğal olarak fark etmek için kendinize izin verirsiniz. Kendinize izin vermeniz, içinizde olanlar (duygular, bedensel algılar, düşünceler, beklentiler, niyetler, tutumlar vs.) ve durumda olanlar hakkında size farkındalık kazandırır. Bu aşamada, tüm ihtiyacınız, Fark etmek, gözlemlemek ve her ne geliyorsa kabul etmektir (F).
  4. Şimdi, gözlemlerinizi açıkça anlamlandırmanın ve onları sorgulayarak, muhakeme ederek ve hedef oluşturarak ifade etmenin tam zamanı. Bu Anlamlandırmanız sonucunda, tasarlanmış eylemlerinize yönelik yeni içgörüler oluşturursunuz. Niyetinizin daha fazla farkında olur, yapmak üzere olduğunuz eylemlerin sonuçları üzerinde çok daha fazla kontrole sahip olursunuz (A).
  5. Son adımda ise, bir tepki yerine, bilinçli, otokontrol sahibi ve Yanıtlayıcı tutum ile harekete geçmeye hazır olursunuz. Bu kabullenme veya direnç yolunu seçmenize bağlıdır (Y).

 

Unutmayın, “pratik yapmak mükemmelleştirir” her zaman küçük adımlar ile mümkündür… İhtiyacımız olan tek hatırlatıcı Ara vermektir! Bir kez ufak anlık bir arayı hatırlayabildiğimizde, sıkıntı anları, mücadeleler veya zorluklar, kalan her şey birbirini izler…

 

Her denemenizin tadını çıkarın; öğrenmenin tadını çıkarın; ve hayatın tadını çıkarın!

Kabul Et ya da Yok Ol…

Sorunlarımızın çok derinden içimizi yediği bazı zamanlarımız olmuştur. Bu gibi zamanlarda etrafımızı saran evrenin büyüklüğü ve bizlerin çok küçük olduğu gibi ufak bir detayı unuturuz. Ufak varoluşumuza kıyasla, yaşadığımız neşe ve üzüntüler, başarı ve kaygılar, kesinlik ve karışıklıklar, ya da çözüm ve anlaşmazlıklar, evrenin enginliği yanında tamamen önemsiz görünebilir. Bu kozmik perspektifle bakınca, deneyimlediklerimiz tamamiyle önemsiz görünebilir ancak bireysel açıdan, bu bizim göz ardı edemeyeceğimiz gerçekliğimizdir. Nasıl bir ikilem ama! Bir yanda evren karşısında olan önemsizliğimiz; diğer yanda bizim varoluş gerçekliğimiz. Ne yapabiliriz ki? Bir denge var mı? Evrendeki boyutumuza rağmen kendimizi önemli hissedebileceğimiz bir yol var mıdır? Evet var! Kabullenmek!

 

Her ne oluyorsa, her ne olabilecekse kabul etmek… Bu, iyi ya da kötü, büyük ya da küçük, keyifli ya da sevimsiz, başarı ya da başarısızlık; gerçekliğimizde her ne varsa onu kabullenmek. Kabullenme bize özgür bir nefes anı verir ve bizi devam etmek için yeni enerjiyle besler. Yapıcı seçimler üretme, gerçekliğe sağlıklı karar vermeyi getirme gibi yeni seçenekler oluşturabilmek için altyapı meydana getirir. Özünde kabullenme, varolan gerçeklikten bir adım geriye giderek vizyon ve strateji netliği kazanmak, ve daha sağlam ve edilen harekete geçmek için birkaç basamak öne doğru ilerlemektir. Kabullenmenin karşıt tutumu ise dirençtir; nefes almaya, düşünmeye direniriz ve her ne varsa onu durdurmaya çalışırız.

 

Dalgaları durduramazsınız, ama dalgalarla sörf yapmayı öğrenebilirsiniz.” – John Kabat-Zinn

 

Bu ileri-geri adımlar arasında, birkaç temel prensip vardır: niyet, tutum ve açıklık. Önceki makalelerde, niyet ve tutumun bazı belirli hareket ve eylemlerimizde yaşam rotamızı nasıl belirlediğinden (Makaleler için tıklayınız: Yaşamınızı Nasıl Sürmek İstersiniz? Tesadüfen veya Tasarlanmış… & Bana Tutumunu Göster, Sana Yolunu Göstereyim!); alıcı dikkat ve farkındalığın hayatımıza nasıl neşe ve mucizeler getirdiğinden (‘Dikkat’e Dikkat) söz ettim. Niyet bize bir doğrultu (amaç/hedef) ile yol gösterirken, tutum süreç içinde bizi yönlendirir ve kabul bize netlik, detaylı vizyon kazandırır. Yargılayıcı, dirençli ya da yaklaşan gerçekliği kabullenici olmak veya olmamak tümüyle bizim tercihimiz. Ya hayatımızdaki dalgalara/fırtınalara karşı direnç göstererek veya onları görmezden gelerek boğuşmaya devam ederiz; ya da onların varlığının açık gerçekliğini kabullenerek, hayatta kalma yolları bulmayı öğreniriz! Dolayısıyla, niyet ve yargılayıcı olmayan alıcı kabullenme tutumu birbiriyle çok yakından ilişkilidir.

 

Peki kabullenme nedir? “Kabul” kelimesinden türemiş bir kavramdır, fakat aslında ortaya koyduğundan çok daha geniş bir anlamı vardır. Etimolojik olarak, kökeni Latince acceptare (accipere) olan ve “bir şeyi kendine almak”, “isteklice almak veya kabul etmek” ya da “çaba sarf etmeksizin elde etmek veya teslim almak” anlamlarına gelen bir kelimedir. Üzerine biraz daha düşünürsek, kabullenmenin olduğu bağlamda doğal olarak bir açıklık vardır! Yani, kabullenme, verme hareketinden gelen bir alma eylemi içerir; aynı zamanda bu derin bağlamda başka tutumlar da içerir: affetmek, unutmak, anlamak, empati yapmak, kucaklamak, vazgeçmek ve bırakmak!

 

Kabullenmenin en basit örneklerinden birini düşünelim. Birinin size güzel bir hediye verdiğini hayal edin. Boyut, değer ya da uygunluk olarak düşüncelerinizin ötesinde. Sevinç ile gözünüz kamaştı! Hediyeye bayıldınız! Ne yaparsınız? Memnuniyetle kabul eder, “Teşekkür ederim” dersiniz; belki de kibar bir jestle bir buket çiçek ile karşılık verirsiniz. Şimdi sizi başka bir durumu düşünmeye davet ediyorum: yakın bir arkadaşınız işinizi ve kişisel hayatınızı ne kadar iyi dengeleyebildiğiniz hakkında size iltifat ederek, etrafınızdaki insanlarla güçlü bağlantılar oluşturduğunuzu ve yaşamınızı pozitif bir bakışla sürdürdüğünüzü söyledi. Nasıl cevap verirdiniz? Muhtemelen, açık gönüllülükle tamamını kabul ederdiniz! Bu kez de işyerinizdeki yöneticinizin, okuldaki hocanızın, çok da samimi olmadığınız yan komşunuzun, ya da uzaktan akrabanızın size “sağlam” bir geribildirimde bulunduğunu düşünün. Size işinizi ve kişisel hayatınızı iyi dengeleyemediğinizi, etrafınızdaki insanlarla güçlü bağlantılar kuramadığınızı ve hayata karşı pozitif bakış açınızı koruyamadığınızı söyledi… Tepkiniz ne olurdu? Hepsini açık gönüllükle kabul eder miydiniz; hatta devamını sorar mıydınız?!

 

 

Büyük olasılıkla, kabullenmeniz ilk durumdaki kadar kolay olmazdı. Peki neden? Tabi ki size geribildirim veren, sizin cevabınızla çok şey yapabilir. Genelde, derin güvenilir bir ilişkide, aldığımız geribildirimlere karşı daha fazla kabullenme tutumuna sahip oluruz. Yine de, nereden geldiği ya da içeriği –pozitif ya da negatif olması önemli midir? Aslında hiç de değildir! Pozitif veya negatif geribildirim almakta zorlanan pek çok insan vardır; özellikle ne kadar iyi göründükleri, belirli kıyafetlerle ne kadar güzel oldukları; ya da yeni stillerinin ne kadar güzel olduğu belirtildiği zamanlarda. Basitçe, samimi bir şekilde “Teşekkürler…” demek yerine, pozitif görünüşlerine mazeret bulmaya çalışırlar. Bu, genelde, öz-farkındalık ve öz-onaylama eksikliği sebebiyle olur. Biliyorum; çünkü ben de onlardan biriydim! Dolayısı ile, mesele bizim geribildirimlere verdiğimiz tepkide değil; mesele kendimizi olduğumuz gibi kabul etme kapasitemizle, kendimizi üstünlük ve zayıflıklarımızla, başarı ve kusurlarımızla, güvensizliklerimiz ile birlikte ve sonunda bir bütün olmamızla ilgili. Brian Tracy diğerlerine verebileceğimiz en büyük hediyenin koşulsuz sevgi ve kabullenme olduğunu söyler. Ben buna bir ekleme yapıyorum: başkalarından gelmesini beklemeden önce biz kendimize bu hediyeyi verebiliriz; kendimizi koşulsuz kabul edebilir ve sevebiliriz!

 

Başkalarına verebileceğin en büyük hediye, koşulsuz sevgi ve kabuldur.” –Brian Tracy

 

Hepimiz koşulsuz sevgi ve kabullenme yetileriyle donanmış olsak dahi, neden kendimizi, diğerlerini ve etrafımızdaki şeyleri oldukları gibi kabul edemiyoruz? Farkındalık (mindfulness) açısından kabullenmenin doğrudan dikkat, farkındalık, açıklık, niyet ve tutum ile ilişkili olduğunu düşünecek olursak, bizler çoğu uyarıcıyı iyi ya da kötü şeklinde etiketleme ve gelen unsurlara yargılayıcı bir tutumla direnç gösterme eğilimindeyiz. Aslında, bunu kendimizi olabilecek kötülükten korumak adına yapıyoruz. Tıpkı, çift yüzlü bir kılıç gibi, kendimizi olumsuzluktan korumaya çalışırken, aynı derecede kendimizi olabilecek olumlu şeylerden de ayırıyoruz. Unutmayın, her şey ikiliklerle (dualite) gelir, kendimizi birine kapattığımızda, diğerine de kapatırız! Daha basitçe söylemek gerekirse, etiketleme yaptığımızda ve kesin yargıyla karar verdiğimizde, pozitife doğru yönelme eğilim olasılığımız azalıyor. Başka bir deyişle, kendimizi bir şekilde etiketlenmekten özgür bırakmadığımız sürece, hayatın bize sunduğu alternatifleri, seçimleri ve güzellikleri yaratmamıza yardımcı olacak uyaranları yakalayamayacağız; çünkü ihtiyacımız olan dikkat ve farkındalığımızın açık olmasını önlemiş olacağız. Gözlerimizi, kulaklarımızı ve duyusal becerilerimizi, gerçek anlamda, hayatın tüm mucizelerine kapatmış oluruz.

 

Diğer yandan, kabullenebildiğimizde, daha fazla direnç ve mücadelenin olmadığı teslim olma noktasına geliriz. Tam da o anda, iyiye veya kötüye dirençli olmadığımız için, faydalandığımız etkenlere karşı daha kabul edici oluruz; varoluşlarının daha da fazla farkında oluruz; hayatımıza getirecekleri olasılıkların farkında olmak için zihnimizi geliştiririz; ve sonunda niyetimize yönelik davranış biçimlerini daha iyi kurarız. Böylece, kabullenme bizi yeni olasılıklara ve en nihayetinde yeni şanslara kapı açarken, direnç ve kabullenmeme bize kapıları ve yolları kapatır, ve en nihayetinde bizi yok olmaya doğru giden çıkmaz yola götürür. Eminim ki bu basit gerçeği bilmek, yok olmak yerine kabullenme yolunu seçme açısından değerlidir.

 

NOT: Bu makale kabullenme algısına dokunmak ve kabullenmeyi konsept olarak anlamak için bir aracı olma amacıyla yazılmıştır. Çok açık ki, ne kelimeler ne de makaleler bu konseptin özünü derince analiz etmek için yeterlidir. Baştan sona çalışmak ve anlamak çağlar almıştır, belki Doğu’nun Zen felsefesi –Farkındalık (Mindfulness) aracılığıyla, belki Yahudi geleneklerinin felsefik anlayışıyla –Kabbalah (ulu yaşam ve varoluşu anlama ve tanımlamayı arayan; bireyleri ve dünyayı gelişmek için bir bütün olarak yönlendiren eski bir ruhani bilgelik); ya da İslam içindeki tasavvuf aracılığıyla –Sufizm (doğruluğu sadece kendini düşünmemeyi deneyimleyerek gerçeği arama). Ayrıca, Kabbalah, kelimesi etimolojik olarak, İbrani kökü kabel (fiil olarak lekabel) ile “teslim alma” veya “kabul etme” anlamlarına gelir. Tüm bu çerçeveye rağmen, şu çok açıktır ki: bütün mistik felsefeler daha iyi bir yaşam ve tüm türler için daha sağlıklı bir varoluşu ararlar. Tıpkı bizler gibi!