Ayrılık

Uzun bir aradan sonra, ancak şimdi klavye başına geçebildim ve aklım ve kalbimdekileri tuşlamaya başlayabildim. Karantinaya girdiğimizden beri verimliliğin hayat tempomuzla nasıl da direk ilişkili olduğunu bir defa daha anladım. Haziran sonu itibariyle tatil ve seyahat sezonun başlamasıyla bendeki iş verimliliği ciddi anlamda sekteye uğradı diyebilirim. Sosyal ve duygusal yoğunluk zihinsel devinimlerimi yavaşlatmış olsa gerek ki, yaz boyu aklımı bir türlü odaklayıp bir satır dahi kaleme alamadım. Bir tür “tıkanmışlık” yaşadım diyebilirim. Oysa, hayat devam ediyor ve olaylar tüm hızıyla cereyan ediyordu; bense olan bitene seyirci kalmakla yetindim. Sanırım önümüzdeki aylarda teker teker kaleme akacak hepsi…

 

Eylül ayı geldi çattı ve yaz sezonu, benim gibi okullu aileler için sona erdi; yani tatil bitti! Ben de herkes gibi evime, işime gücüme döndüm; şu anda da eski düzenime girmeye, rutinime geçmeye uğraşıyorum. Bu arada değinmeden edemeyeceğim, son iki haftadır kara ve hava yolları tatilini Türkiye’de yapıp yurtdışındaki evine akın edenlerle dolu! Sanki topluca göç ediyoruz… Akın edenleri bilemiyorum ama benim içimde karmaşık duygular var: bir tarafta ileriye, yapacaklarıma bakmanın verdiği umut ve enerji, diğer yandan arkamda bıraktıklarımın yarattığı tatlı bir acı… Bileşkesi de garip bir hüzün… Bu yaza ve tatile veda hüznü değil; sevdiklerimden ve benim için çok değerli olan her şeyi olduğu yerde bırakıp yoluma devam etme hüznü… Tanıdık geliyor mu?

 

İtiraf ediyorum, kendimi bildim bileli, her yıl bu zamanda bu duyguları yaşarım; bir yerden veya sevdiğim kişilerden ayrılırken bu karmaşık duyguları taşırım. Salt tatlı acı bir hüzün değil benimkisi; son derece güçlü, fırtınalı ve beraberinde gözyaşlarıyla tezahür eden bir dışa vurum. Tabii, duygu yoğunluğu, gücü ve etkisi kimden ve nerden ayrıldığıma göre değişkenlik gösterir. Ayrılık vakti yaklaştıkça şiddeti artan bir iç huzursuzluk diyebilirim. Bazen usul usul, yavaşça yaklaşıp kısa kısa varlığını hissettirir; bazense müthiş gürültülü gelip saatlerce içimde, gittiğim her yerde benimle dolaşır. Ayrılık anı gelip çattığında olay kopar. Özellikle annem ve babamdan ayrılma esnasında, içimde sözde “yönettiğim” duygular bir anda gözyaşı seliyle patlayıverir. Sonrasında ne mi olur? Yola çıktıktan ve geri dönüşü olmadığından, fırtına sonrası durgunluk gibi, dinginlik ve teslimiyet hali gelir; o “kaçınılmaz ayrılık” bana hüzün verse de, beraberinde teslimiyetten doğan kabulle ileri bakma ve yola devam etme gücü getirir. Veee… yola devam ederim. Bu sene de aynen böyle oldu.

 

Bunlar tarifi zor, kelimelerin kifayetsiz kaldığı haller… Beni ancak benzer yollardan geçen ve deneyim yaşayan anlayabilir. Genlerinde göç travmaları taşıyan bir ırktan gelmenin bilinciyle, bu yolda yalnız olmadığımı biliyorum! Yıllardır ayrılığın bende bıraktığı duyguları analiz ediyor anlamlandırmaya, kendimce içimde yönetmeye, bir ölçüde regüle (kontrol değil regülasyon) etmeye uğraşıyorum. Hatta, bu süreci kolaylaştırmak ve hızlandırmak adına, sınırlarımı aşmaya ve konfor alanımdan çıkmaya karar verdim. Başıma nelerin geleceğini bile bile… Gidiş-gelişlerin ayrılıkları ve duygu karmaşasını arttıracağını bilerek ve belki nihayetinde buna alışacağımı düşleyerek kendimce büyük bir hamle yaptım: yaşantımı İstanbul’dan Barcelona’ya taşıdım! Amacım, önce kendimde sonra da dolaylı olarak kızımda bu çeşit ayrılık süreçlerini yönetme becerisini geliştirmekti.

 

Bu arada, bilimsel araştırmalara göre bu tür stres ve kaygı genler aracılığıyla nesilden nesle aktarılır. Bu kaygıları yok etmek adına bugün attığımız her tür adım üç nesil sonrasına etki veya fayda sağlar. Başka bir dille ifade edecek olursam, değişim ve dönüşüm büyükanne-babadan başlamalı ki çocuklarımızın çocukları özgürleşebilsin. İşte ben de bu yolda kendime bir hedef belledim ve yol alıyorum. Dört sene oldu. Mehter marşı gibi -iki ileri bir geri, ağır adımlarla ilerliyorum. Ama derin ve sağlam! Her ayrılık yeni bir deneyim getiriyor; ama içimdeki huzursuzluk hiçbir şekilde yok olmuyor. Derinlerde bir yerde yerleşmiş bir olgu gibi, bu duygu benden “ayrılmak” istemiyor! Sanki “o” ve ben bir bütünüz…   Ayrılık ve varlık… Aynı ölüm ve yaşam gibi… Daima yan yana giden, birbirinden hiç kopmayan, birbirini tamamlayan bir ikili gibiler… Belki de gibi’si çok, öyleler.

 

Covid-19 bize ölümle burun buruna gelebileceğimizi, hayatta hiçbir mutlak kesinliğin olmadığını, çok şey bilsek de aslında hiçbir şey bilmediğimizi kafamıza vura vura öğretmedi mi? Hayır! Öğretemedi! Hala almamız gereken bazı dersler var! İnandığım şu ki, hayata ve yaşama ne kadar bağlı olursak olalım, hepimizde bir nebze ayrılık kaygısı, kaybetme endişesi ve ölüm korkusu mevcut. Şiddeti değişiklik gösterdiği gibi, tetiklenme şekli de kişiden kişiye değişiyor. Ancak kat’i bir nokta var ki, Covid-19 büyük tetikleyici unsur oldu; hayatımıza girene kadar birçok kişi için ayrılık kaygısı veya kaybetme korkusu uzaktan çalınan bir ses gibiyken, bugün benim gibi karmaşık duygulara kapılanlar çoktur muhakkak. Bu noktada belki de özgürleştirici unsur farkında olmak, kabul etmek, ve onunla yaşamak.

 

Bunu bana ne mi söyletiyor? Belki doğrudan Pandemiye bağlamak yanlış olabilir; ama hayatımın hiçbir evresinde bu kadar çok üstü üste ölüm haberi almadım. Adeta bir toplu göç haline tanık oluyoruz. Yazlıkçıların “tatil bitti, seneye yeniden dönmek üzere” cinsinden değil; geri dönüşü olmayan bir göç. Merak ediyorum, çevremde kaç kişi bu gözlemleri yapıyor, duygularımı yaşıyor… Kendime çokça sordum, acaba bu olgu salt bana mı ait, yoksa kolektif bir bilincin parçası mı diye… Vardığım kanı, bir bütünün -yani kolektif bir bilincin parçası olduğumuz. Uzaklarda, küçücük dünyamda ne yaşıyorsam dünyanın bir başka ucunda yaşayan birileri benzerini deneyimliyordur. Benim kadar sık veya yoğunlukta olmasa da “ayrılık” kaygısını biliyordur. Aynı “her canlı ölümü tadacaktır” anlayışı gibi!

 

Son söz: Yeni yıla girdik -5782! Shana Tova u Metuka. Bu yeni yılda her canlının deneyimleriyle yaşam-ölüm dualitesine katkı sağlamasını ve kolektif bilince hizmet etmesini içtenlikle diliyorum.

 

Barcelona’dan sevgiler

7 Eylül 2021

Yaşamın Değeri Dokunduğun Hayatlarla Ölçülür

“Hiçbir şey göründüğü gibi değildir” derler. Bu söze çok inanırım. Çünkü, içinde olanlar ancak detayları görebildiği için, dışarıdan baktığınızda gördükleriniz (1) yanıltıcı olabilir, (2) gerçeği tümüyle yansıtmayabilir, veya (3) bazı unsurlar gerçekte olduklarından daha “büyük” gibi gösterilebilir; haliyle de gerçekler dışarıdan gördüğümüzle sınırlıdır. Bu bağlamda, İngilizce’de dendiği gibi kitabı kapağına göre değerlendirmekten (judging a book by its cover) ya da dışarıdan gazel okumaktan başka halimiz yok. Ancak, bir eğitimci ve gelişim koçu olarak olgulara derinlemesine bakmayı seçmişimdir hep; metaforlardan, benzetmelerden ve sembollerden yararlanarak farklı manalar çıkarmaya bakmışımdır. Çünkü her şey detaylarda gizlidir. Anlayacağınız üzere, bu yazımda az biraz dışarıdan gazel okumaya niyetlendim… Tahmin de edeceğiniz gibi de, gazelimi gördüğünüz fotoğrafın çevresinde okuyacağım…

 

Ekranda gördüğünüz bu fotoğraf 11 Mayıs 2021 gününe, İsrail-Filistin çatışmasının bir anlık kesitine ait bir kare! İlk bakışta ne gördüğünüzden pek emin değilim, ama derinlemesine baktığımda görünenin ötesinde anlam veya mesajlar içerebiliyor. Olduğu gibi betimleyecek olursam, daracık bir alan içinde, bir taraftan atılan roketler hızla göğe yükseliyor, diğer taraftan demir kubbeye ait roketler gelenlerle buluşmak için kıvrıla kıvrıla yol alıyor, artlarında bıraktıkları ışık izi sonucunda bir noktada her gelen roketi yakalıyor, çarpışmaları sonucu gece karanlığında eşi benzeri olmayan bir ışık görseli yaratıyorlar; öyle ki, bir fotoğraf sanatçısına sorsanız sanat harikası diyebilir.

 

Derinlemesine baktığımda, karanlığın içinde dans eden ışıklar altında, kendimce birçok mana çıkarıyorum. Adeta tıslayan ve hışımla ileri atılan zehirli bir yılana karşı, nefsi müdafaa için şahlanan bir aslan var, mesela. Bir taraf saldırganlıkla nefretini kusarken, diğer taraf pisliğe büyük bir yaratıcılıkla, gökte dans ederek karşılık veriyor gibi… Tüm güç ve kudretiyle kükrer gibi saldırmayı bilse de aslan, bunu yapmıyor, gelene kendinden emin şekilde cevap vermekle yetiniyor… Daha da derinlemesine, başka gözle baktığımda, gece karanlığında usulca sesi duyulmayan korku kıvılcımları, patlamaya hazır öfke tanecikleri ve giderek büyüyen milliyetçilik hareketleri görüyorum… Bu fotoğraf, ayrışmanın, kutuplaşmanın ve düşmanlığın en üst seviyede vahşice cereyan edişini gözler önüne seriyor… Karşı taraftakini “komşu” yerine “öteki” olarak görmenin bedelini gösteriyor… Siyaset, yönetim, sağlık, güvenlik, eğitim, psikoloji, iletişim sanatlarında sınıfta kalmışlığımızı haykırıyor… Ve bu gidişle, insanlık olarak ne yerde ne de gökte asla birleşemeyeceğimizi, ilelebet de çarpışmaya mahkûm olduğumuzu söylüyor! Karanlığın içinde dans eden ışık izlerinden bu anlamları çıkarıyorum.

 

Karamsar konuştuğuma bakmayın; umudum var, hala… Bu fotoğrafta olmayan, ancak duyduğum hikayeler, varlığını bildiğim gerçekler var. Hiçbir şey göründüğü gibi değil. Sosyal ve politik etmenler sonucu “ötekileştirilmiş” komşusunu koruyan kollayan, yaralı esnafı hastaneye yetiştiren, kaybettiği oğlunun organlarını bağışlayan İsrail’li ve Filistin asıllı insanlar var. Barış içinde yaşamayı bilen ve isteyen insanların seslerini bu gece karanlığındaki ışıklar duyurmuyor maalesef. Biraz daha eğilip detaylıca baktığınızda belki, korku ve öfke taneciklerinin yanında karanlığın içinde kaybolup görünmeyen, birlikte barış içinde yaşamayı benimsemiş insanların davranışlarını görebilirsiniz. Öyle ki, komşusunun bahçesi güzel olduğu zaman ancak kendi bahçesinin güzel ve yaşanır olacağına inanan bir zihniyet de var. Bu bana Golda Meir 1957’de söylediği sözleri anımsatıyor: “Barış, Arapların kendi çocuklarını bizden nefret ettiklerinden daha çok sevdiği zaman gelecek” demişti. Bu sözü illa Ortadoğu ve bir türlü bitemeyen İsrail-Filistin çatışmasıyla değil, günümüzde dünyaca geldiğimiz kutuplaşma ve ayrışma seviyesiyle de ilişkilendirebiliriz. Zira, ötekileştirme ve kutuplaşma konusundaki yeteneğimiz, Einstein’ın aptallığı nitelendirdiği sözleriyle birebir örtüşüyor: “Deha ile aptallık arasındaki fark, dehanın sınırları olduğu” ve “İki şey sonsuzdur: evren ve aptallık. Evrenden çok emin değilim.”

 

Aptallığın ve hamasetin sonsuzluğuna değil de, dehanın, yani kişinin kendisi ve insanlık adına aktardığı aklın nasıl olabileceğini vurgulamak için şu kısa hikayeyle gazelime son vermek istiyorum. Hikaye Nursel Andiç’in “O Bir Kadın – United Women” Facebook grubunda paylaştığı bir alındır.

 

Mısır yetiştiren bir çiftçi, her yıl en kaliteli mısır ödülünü alırmış. Çiftçi, ödül aldığı mısırların tohumlarını da ekmeleri için komşularına dağıtırmış. Bunu öğrenen bir gazeteci röportaj yapmak için çiftliğe gelmiş. Gazeteci çiftçiye sormuş: “Seninle her yıl aynı yarışmaya giren komşularına, kaliteli tohumlarından vermeyi nasıl göze alabiliyorsun?”

 

Çiftçi cevap vermiş: “Yoksa bilmiyor musun? Rüzgâr, olgunlaşan mısırlardan polenleri alır ve tarla tarla dağıtır. Eğer komşularım kalitesiz mısır yetiştirirse çapraz tozlaşma sonucu her geçen yıl ürettiğim mısırın kalitesi düşer. Eğer kaliteli mısır yetiştirmek istiyorsam, komşularıma da kaliteli mısır yetiştirmeleri için yardım etmeliyim.” demiş.

 

Yaşamlarımız da böyledir. Hayatlarını anlamlı ve iyi bir şekilde yaşamak isteyenler başkalarının hayatlarını da zenginleştirmelidir. Bir yaşamın değeri dokunduğu hayatlarla ölçülür. Ve mutluluğu seçenler, başkalarının mutluluğa ulaşmasına yardım etmelidir. Birimizin refaha ulaşması, herkesin refaha ulaşmasına bağlıdır. Buna kolektifin gücü diyebilirsiniz, buna başarının ilkesi diyebilirsiniz, buna hayat kanunu diyebilirsiniz. Gerçek şu ki hiçbirimiz kazanamayız, hepimiz birden kazanmadıkça.

-Nursel Andiç, O Bir Kadın-United Women

 

Böylesi akılların, az da olsa, var olduğunu bilmek içime su serpiyor. Doğrusu, korku kıvılcımları, patlamaya hazır öfke tanecikleri ve giderek büyüyen milliyetçilik hareketleriyle tutuşan aptalların yanında, birlik ve barış içinde yaşamayı benimseyen, ötekileştirmeye rağmen komşusunu koruyan kollayan, esnafını hastaneye yetiştiren, oğlunun organlarını bağışlayan dehalar olduğu müddetçe, umut var demektir.

 

15 Haziran 2021

 

 

Çok mu İstiyorum Acaba?

(Yazarı sesli dinlemek için tıklayın.)

Öfkeliyim… Çok hem de çok öfkeliyim. Dünyada olup bitene öfkeliyim. İnsanın insana yaptıklarına öfkeliyim. İnsanın insandan çıkardıklarına öfkeliyim. İnsanın bitmez tükenmez ihtiraslarına ve elde etmek için her şeyi yapabilme cüretine öfkeliyim. İhtirasları uğruna canından kanından olana dahi zarar vermeyi göze alan zihniyete sahip olmasına öfkeliyim. Birbirini dinlemek ve anlamak yerine önce kendini haklı ve daima güçlü kılmak istemesine öfkeliyim. “İnsanlık” adına, “sağlık” adına, “demokrasi” adına, “vatan bütünlüğü” adına diyerek insanlığın içine ettiler. Birbirini hiç tanımayan, yüz yüze gelmeyen ve ortak geçmişi olmayan insanları kutuplaştırmakla kalmayıp, kardeşleri, karı-kocayı, komşuları, yıllanmış beraberlikleri birbirine düşman ettiler. Geçen yıl Covid-19 bana bir umut ışığı getirmişti; yıkıcı etkisinin yanında insanlık için olumlu bir etkisi olur umudu uyanmıştı… Hani belki süregeleni dönüştürür, olaylar başka türlü ilerler ve insan denen varlık nihayet ortak yolu ve birliği beraberliği bulur, destek çıkar diyordum. Ne yazık ki, kısa sürdü, o ışık da söndü gitti.

 

Bundan tam 30 sene önce (28.01.1991) yazdığım şiiri buldum. “Bir Deli” diye başlamışım…

Dünyayı fethetmek isteyen bir deli,

sahip olup yönetmek ister herkesi;

fakat dünyamıza çok geldi böyleleri,

hiçbiri de sınırı bilemedi.

 

Önce halkını inandırmakla başladı,

planlar yapıldı, her şey hazırlandı;

eğer biri gelseydi ona karşı,

kestirirdi hemen kafasını.

 

Sahip olabilmek için bu güce,

kıyabildi güzelim insana, çevreye;

Tanrım, lütfen bana söyle,

bu insanlık dışı davranış değil de ne!

 

Şu anda evimde oturmuş kendime bakıyorum. Öfkemi dile getirecek kelimeler bulmakta zorlanıyorum. “Öfke küpüne zarar” derler ya hani, benimkisi de öyle; buharlaşıp yok olasım var. Yıllardır tanık olduklarımızı izlemenin ve elimden bir şey gelmeyip sadece izler konumda kalmanın çaresizliği var içinde. Bu zaman içinde türlü şeyler denedim… Kaçmayı denedim… görmezden gelmeyi ve kendi hayatıma bakmayı denedim… küçük dünyamın sınırlarına sığınarak dışarıda olan biteni dışımda tutmayı denedim… Ne işe yaradı? Hiç! Bir yandan da yakın çevremdekilere barış, sevgi, birlik beraberlik mefhumlarını ve hayat anlayışını aşılamaya baktım… 25 yıllık öğretmenlik mesleğim boyunca bu değerleri öğrencilerime aktarmaya uğraştım… Başımıza gelenleri algılama ve karşılığında tepki veriş biçimimizin hayatımızı ne derece etkilediğine ışık tutmaya baktım; kendimizi değiştirirsek ancak dünyamızın değişeceği anlayışını yaymaya uğraştım. Bunların da ne kadar işe yaradığından emin değilim!

 

Bildiğim şu ki, bu öfke ve çaresizlik duygularının yanında, içimde kuşku, yorgunluk ve de tuhaf bir korku var… Anlaması, aktarması zor türden bir korku… Öfkeme yenik düşme korkusu, ondan beslenerek başkalarına nefret duyma korkusu ve o nefret duygusuyla “yıkıcı” düşünce ve temennilerde bulunma korkusu. Zihnimin, kesinlikle bana ait olmayan “cehenneme kadar yolları var” “Allah belalarını versin” “beter olsunlar” türünden söylemleri yaratabilmesinin ve o potansiyelin bende var olmasının yarattığı korku. Öfkenin, derinliklerde uyuyan şeytanı kolaylıkla uyandırabileceği, ve kişiyi nefrete, düşmanlığa, kötülüğe, vahşete itebileceği gerçeğiyle yüzleşme korkusu… Özetle, kendimde sağduyumu kaybetme potansiyelini gördüm; iç sesimin daha baskın bir sese yer verebileceğini gördüm; ve dikkat ve farkındalığı elden bıraksam kolaylıkla şeytana uyabileceğimi gördüm.

 

İçimdeki ses “Shirli bu laflar sana ait değil, olamaz, bu sen değilsin!” ile kendime geldiğimde sorgulamaya başladım, kaynağını keşfetmeye uğraştım. Kanımca okuduklarımdan, duyduklarımdan, izlediklerimden ve tabii ki de ait olduğum toplum ve değerlerinin bileşkesinden… Hepimiz köklerimizden ve çevremizden etkilenerek düşünce üretiyoruz; bilinçsizce, olduğu gibi, kopyalayarak hareket ediyoruz; içine doğmamış isek kendimize bir ana akım -ideoloji de diyebilirsiniz buna- seçip onun parçası oluyoruz, hareketlerimizi sorgulamadan oto-pilotta kopyala-yapıştır şeklinde yapıyoruz. İşte bunlar beni endişeye itiyor. Sanki düşünmeyi, sorgulamayı, etraflıca araştırmayı, işin inceliklerini, insancıllığı, yaşama önem vermeyi bıraktık; yerine haklı çıkmayı ve ne pahasına olursa olsun güçlü ve hayatta kalmayı hedef aldık.

 

Öfkenin yıkıcı etkisinden sıyrıldıktan sonra bir soru-cevap bombardımanına uğradım… “Beter olsunlar’ı dilemediğime göre, tanıdığım ve tanımadığım herkes için neler dilediğimi sordum kendime. Kendim için ne istiyorum? Kendim için başka diğerleri için başka şeyler mi istiyorum?” Hayır! Kendim için ne istiyorsam, başkası için de aynısını diliyorum. Kendim ve bütünün hayrı için herkesin huzur, barış, iyi niyet ve gerçek saf sevgi içinde yaşamasını istiyorum… Zenginliğin her türüne her haline sahip olmasını istiyorum… Güç ve mevkînin yanında güçsüzlüğü, zorluğu ve empati duygusunu dibine kadar tatmalarını istiyorum… Benim başıma gelmesini istemediğim şeyi başkaları için dilemediğim gibi, tüm insanlığın benim gibi dilemesini arzu ediyorum.

 

Çok mu istiyorum? Hayır! Dahası var! İnsanların uğruna mücadele ettiği ve kendileri için dilediklerini, başkaları için de dilemelerini istiyorum… Arzu ettikleri zenginliğin, gücün, refahın, bolluğun, bereketin, sevginin, barışın kendinden başlayarak harelerle herkese yayılmasını dilemelerini istiyorum. Hatta, başkaları için ne diliyorsa, kendisinin de bundan nasibini almasını istiyorum; öyle ki, “karşısındakinin” kötülüğünü, acısını, kederini, kıtlığını, yok olmasını diliyorsa, kendinin de bunu tatmasını istiyorum. İnsanın “hep bana hep bana” zihniyetinden “bütünün hayrına” tutum ve davranışına dönüşmesini istiyorum.

 

Belki de çok istiyorum. 51 yıllık ömrümün en az 30 yılını bu temennilerle yaşadım. İnsanlık tarihi benim gibi “romantiklerle” dolu. Romantizm demişken, bir şiir daha yazmışım aynı gün –“Acaba.”

Acaba mümkün müdür,

insanların barış içinde yaşaması;

dünyada savaşın son bulması?

Acaba hayal midir,

tek amacın var oluşu,

tüm insanların onun uğruna koşuşu?

 

Ne hayal ne de mümkün,

sadece ümittir bunlar bütün,

keşke gerçek olsaydı bu rüya,

ne güzel olurdu bu dünya!

 

Ama olsun, temenniye ve sesimizi duyurmaya devam… Bugünkü hayal belki bir gün gerçek olur. Belki yarın… Belki yarından da yakın…

 

Barcelona’dan Shirli

15 Mayıs 2021

İnsan Denen İflah Olmaz Varlık!

(Yazarı sesli dinlemek için tıklayınız.)

Ben bu satırları yazarken tüm Türkiye 16 günlük “total kapanma” sürecine girdi. İlk gününde neler yaşıyorlar, nasıl hissediyorlar, akıllarından neler geçiyor tabii ki bilemiyorum. Ne var ki, 13 Mart 2020 Cuma günü İspanya Başbakanı total kapanmaya gireceğimizi açıkladığında neler hissettiğimi ve düşündüğümü çok iyi hatırlıyorum. Hatta Türkiye’nin kapanma haberi bende adeta “flash back” etkisi yarattı. Aklım doğrudan karantinamızın ilk günlerine gitti… O günleri Türkiye’deki sevdiklerimle birlikte, onlar kadar, tekrardan yaşadım diyebilirim. En çarpıcı kısmıysa kendim için karar verme ve istediğim zaman istediğimi yapma serbestisinin, yani özgür irademin elimden alınmasının yarattığı duygular yeniden canlandı. Haliyle duygular düşüncelere, düşünceler sorgulamalara dönüştü, kendimce “insan denen varlık iflah olmaz, şu yaşadıklarımızın hepsine müstahakız” sonucuna yöneltti. Bu sonuca nasıl vardığımı anlatayım…

 

Mart 2020’de kapanma haberi geldiğinde İspanya halkı tümüyle evlerine kapandı. Market ve eczane gibi zaruri nedenler dışında sokağa çıkmak kesinlikle yasaktı. Köpeğini gezdirme serbest olsa da, o muafiyet de sınırlı olup evinden 100 metre çap içinde dolaşma kuralına tabiydi. Sıkılaştırılmış evde kalma kısıtlaması -İspanyolca “confiniamento” İngilizcesi “confinement”- Nisan ayının sonuna kadar devam etti. Abartmadan söyleyebilirim ki, ilk altı hafta bütün şehir sanki uykuya çekilmiş gibiydi; caddeler sokaklar bomboş, en işlek caddede bile günde tek tük araba anca geçiyordu; sağlık hizmeti veren kuruluşlar dışında restoranlar, dükkanlar, kuaför ve berberler, spor merkezleri, ibadet yerleri, inşaat işlerine kadar hepsi kapandı. Kurumsal şirketlerin tamamının Aralık 2020’e kadar evden çalışma modelini benimsediğini, hatta birçoğunun halen evden çalışmaya devam etmekte olduğunu söylememe gerek yok. Altı-yedi hafta kadar sonra 29 Nisan 2020 günü 4 aşamalı “yeni normale” geçiş hazırlıkları başladı, ve ardından ancak 2 ay sonra, yani 24 Haziran’da, hayat İspanya’da “olabildiğince” normale girdi.

 

Şu kısmete bak ki, tam bir sene sonra, 29 Nisan 2021 günü, rekor günlük vaka sayıları nedeniyle Türkiye 17 Mayıs’a kadar tam kapanma hazırlıklarına başladı. Tabii, tam kapanma denince İspanya’da yaşadıklarımız canlandı gözümde; ne var ki, hiçbir şekilde aklımdan akın akın İstanbul’u terk etme ve sayfiye yerlerine göç etme tarzında hazırlıklar geçmedi. Göç edenleri yargılayacak değilim, hele ki Türk davranışına atfedecek hiç değilim. Zira, yüzlerce Katalan aynı şekilde Barcelona’dan Costa Brava’daki evlerine akın etmekle kalmayıp, Amerikalı Expat ailelerin topluca “Casa Rural” diye anılan eski köy evlerini kiralayarak benzer şekilde göç ettiklerini şuracıkta söyleyivereyim. Uzun lafın kısası, belirsizlikle baş etmekte ve hayatımızın kısıtlanmasında hepimiz zorlansak da, belli ki bazılarımız daha da fazla zorlanmakta. Bu bana George Orwell’in Hayvan Çiftliği’nde geçen “Tüm hayvanlar eşittir, ama bazıları daha eşittir” lafını anımsatıyor, ve insanın bütünün hayrını gözetmektense kendini ve kendi çıkarlarını ön planda tutma eğilimini çağrıştırıyor…

 

Peki “İnsan denen şu iflah olmaz varlık!” şeklindeki serzenişime nasıl mı vardım? Son kapanmayla değil, aksine son derece alakasız yoldan diyebilirim… Geçen gün İspanyolca dersimizde dilbilgisinden “sunjuntivo” formu üzerine pratik yaparken “dünyada açlık ne zaman yok olur?” konusunu tartışıyorduk. Şöyle bir konuşma geçti: Ben “herkes gerçek anlamda açlığı yaşayıp deneyimlediğinde ancak dünyada açlık yok olacak” dedim. Ardından oruç tutmanın, açlığı deneyimlemenin ve aç olanla empati kurmanın öneminden bahsettik. Açlığı simülasyon şeklinde “deneyimlemenin” nafile olduğunu savundum. Hatta bolluk içinde olanın yokluk çekeni beslemesiyle açlığın çözümlenemeyeceğini; dünya nüfusunun tamamının açlıkla karşı karşıya kalmasıyla, ortak amaç ve yöntemle hareket etmesiyle, ve en mühimi her bir canlının yaşamını gözeterek iş birlik içinde olmasıyla böyle bir sorunun son bulabileceğini vurguladım.

 

Tartışma uzadı gitti… Subjuntivo uzmanı olduk, ama dünyayı açlıktan kurtaramadık. Neden mi? Tabii ki hayal! Covid-19 gerçeğini ve içinden geçtiğimiz akıl almaz durumları düşününce, nasıl hayal olmaz ki! İçimdeki güçlü ses şöyle fısıldıyordu: “Shirli ne diyorsun? Sen ve parçası olduğun insan toplumu ne hakiki iş birliği mertebesine geldi, ne de her canlının yaşamını koşulsuz gözetme noktasına erişti! Bundan hayli uzağız! Bu sınavdan da çaktık! Covid-19 bitecek bir yenisi gelecek… Ondan da dersimizi alamazsak bir yenisi daha gelecek… Ta ki her bir insan türü birlik, beraberlik, birbirini koruma kollama ve bütünün hayrına hareket etme anlayışına erdiği güne kadar…”

 

Lafı daha fazla uzatmayayım… Daha 40 fırın ekmek yememiz gerekiyor… Musa’nın İsrail Oğullarını vaat edilen topraklara götürürken 40 yıl çölde dolaştırarak neslin dönüşmesini beklediği gibi, bizlerin de bekleyeceği en az bir 40 yıl vardır… Ömrüm arzu edilen dünya biçimini görmeye yeter mi, pek emin değilim… Ama çıkmadık candan umut kesilmez!

 

30 Nisan 2021

Açıl Susam Açıl!

(Yazarı  sesli dinlemek için tıklayın.)

Her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır. Benimkisi de şahsıma münhasır olsa gerek. Kendime göre hayatı ele alış biçimim vardır. Başıma gelenlerle barışığımdır, yaşamla kavgam yoktur.  Kolay kolay söylenmem, olana bitene serzenişte bulunmam, olanları bütünsel olarak algılamaya bakar, göremesem de olanların ardında olumlu tarafın varlığına inanırım. Polyanna’ca bir optimizminden ziyade, gerçekçi ve akılcı bir olumlu bakıştır benimkisi. “Her işte bir hayır vardır, her şerden iyi bir şey doğabilir, gün doğmadan neler doğar” derim… Covid-19’un bile getirdiklerine sövmedim, hepsini yaşamın bir parçası olarak kabul ettim. Ancak, bir türlü kabul edemediğim ve kabullenmekte zorlandığım bir şey var ki, isyan edesim var… İstihdam potansiyeline sahip olmasına ve açık uygun pozisyonlar olmasına rağmen yüzlerce gencin işe yerleşememesi…  İsyan etmiyorum… Serzenişte de bulunmuyorum… Sadece anlamakta zorlanıyorum…

 

Yıllardır gençlerle çalışıyorum, yıllardır onlara mentörlük ve koçluk yapıyorum… Kariyer yollarını oluşturmalarına ve hayatlarında ilerlemelerine rehberlik ediyorum. Beni en çok şaşırtan bazılarının gösterdiği türlü çabaya rağmen hedeflerine ulaşamamaları. Sorgulamadan edemiyorum, yollarını engelleyen ne diye! Acaba kendi iç dinamikleri mi, seçtikleri hedefler mi, günümüz iş dünyasında yaşanan muğlaklık ve belirsizlik mi; yoksa gençlerin kişisel özelliklerinin hayalini kurduğu pozisyona uymaması mı?  Belki hepsi, belki hiçbiri… Ancak kabul edelim ki, kariyer hayatının baharında gençlere fırsat vermek, kariyer hayatına başlamasına alan açmak ve ilk adımlarına destek olmak günümüz liderlerinin boynunun borcudur…

 

Geriye, 25-30 yıl öncesine bakıyorum… İş hayatına ilk atıldığım zamanları düşünüyorum. Hayatımız bu zamandan daha kolay değildi; daha geniş fırsatlar içinde de değildik. Hatta bilgi ve çeşitli imkanlara erişimimiz çok daha kısıtlıydı. Çok daha dar bir sosyal ağ (network) içinde yaşıyorduk. Başarımız büyük ölçüde kendi çabamıza bağlıydı. Ancak o dönemlerde, hepimizin hayatında kendi çabamızın tıkandığı yerde elimizden tutan, açamadığımız kapıları bize açan, referans olup arka çıkan hatırı sayılı insanlar olmuştur. Bu kişilerin bir sözü veya referansı adeta bir altın anahtar gibi yolumuzu açmaya muktedir idi. Ve açmışlardı da!

 

Benim için de öyle oldu! Öğretmenlik kariyerimin ilk adımı Korkmaz Yiğit Anadolu Lisesinde çalışmamla başlar. Sevgili Leon Coşkun’un aracılığıyla değerli eğitimci İbrahim Betil’in bana destek oluşunu asla unutamam. Türlü okula başvuruma rağmen “stajı kalkmadığı için alamayız” söylemleriyle geri çevrildim. Halbuki öğretmek ve gençleri hayata hazırlamak için doğmuştum adeta. Çok keyifli ve doyurucu öğretmenlik yılları geçirdim; birçok öğrencimle halen yakın temas içindeyim. Yıllar sonra Milli Eğitim Bakanlığında tıkanan yolumun açılmasına değerli Bensiyon Pinto’nun yardımcı oluşuna şükran duyarım. O yol belki kendiliğinden açılacaktı, ancak o ince dokunuş doğru zamanda doğru yerde olmamı sağladı. Sonrasında kendi bilgi ve becerimle yeni fırsatlar çıktı karşıma, başka alanlara atıldım ve bana değişik kariyer kapıları açıldı.

 

Son olarak yakın zamanda (10 sene olmuş bile) canım hocalarım Prof. Dr. Ela Ünler ile Prof. Dr. Tunç Bozbura’nın Bahçeşehir Üniversitesinde doktora programına kabulüme ve tezimde önerdiğim modele olan desteklerini unutamam. Doktora (PhD) uzun soluklu ciddi emek isteyen kişinin kendini tümüyle adamasını gerektiren bir yolculuktur. Programa kabul kriterlerine sahip olsa bile birçok aday reddedilebilir. Ela Hocam ve Tunç Hocam bana ve akademik dünyaya yapacağım katkıya inanmış ki beni desteklediler. Ben de varımı yoğumu, aklımı ve tüm emeğimi akıtarak kendime yaraşır iş çıkardım. Bunun sayesindedir ki bugün bilgi, beceri ve deneyimlerime dayanarak Barcelona’da European Üniversitesinde (EU Business School) hayalimin işini icra ediyor, gençlerle çalışmaya devam ediyorum.

 

Sonuçta, anlatmaya çalıştığım nokta, küçük bir desteğin hayatıma nasıl da büyük bir katkısı olduğu… Kuşkusuz, sahip olduğum tüm bilgi, beceri ve deneyim, ve profesyonel çalışma anlayışım ile bugün geldiğim konum kendi çabam sayesinde oldu. Bugünlere geldim, ancak kariyer hayatımda ve bazı dönüm noktalarında bana fırsat veren sayılı kişilerin katkıları gelişmeme, ilerlememe, türlü atılımlarda bulunmama ve kendi alanımda liderlik etmeme yadsınamaz derecede itici güç oldular.

 

Özetle, hiçbir destek boşa gitmedi, gitmez de! Yıllardır gençlerle çalışırken daima bu anlayışla yaklaştım. Gençlerin kendi alanlarında ve yollarında üstlerine düşen görevi en layıkıyla yapacaklarını biliyorum. Bize -yani biz liderler ve bu yollardan geçmiş deneyim sahibi olanlara düşen görev ise, ihtiyaçları doğrultusunda gençlere yol göstermek, onlara beceri kazandırarak açamadıkları kapıları açmalarına yardımcı olmak, ve gerekirse bizzat onlar için kapıları açmak. Hayatımda, bilerek veya bilmeyerek, bana farklı kapılar açan, ufkumu zenginleştiren, bana güç veren, bana inanan ve kendime inanmamı sağlayan çokça kişi oldu. Onlar yaslandığım bir dayanak değil, kendi ayaklarım üzerinde durmama önayak oldular. Bugün gençlerin belki de en çok ihtiyaç duyduğu bu!

 

Diyeceğim o ki, hayatımızda kime ve ne biçimde katkı sağladığımıza dikkat vermeliyiz. Destek sağlamaya özen göstermeliyiz. Hayata yeni atılan gençlere fırsat vermeliyiz. Sıfırdan başladığımız zamanları hatırlayıp, yeni başlayanlarda “tecrübe” aramaktan ziyade, tecrübe edinmelerine fırsat ve ortam yaratmalıyız. Beceri ve kapasitelerini işleyebilecekleri alanlar vererek kendilerine inanmalarına yardımcı olmalıyız. Kendine olan inançları onlara olan inancımızla direk bağlantılı! Onlara fırsat vermediğimiz ve alan açmadığımız sürece onların kendilerine çalışma alanı açma olasılığı çok düşük. Nitekim, onlarca özgeçmiş (CV) var elimde, halen işe yerleşmeyi bekleyen gençlerin umutsuz hallerini anlatıyor bana.

 

Bu çağrım liderlere… karar alıcılara… iş verenlere… işe alım yapanlara… kilit pozisyonlarda çalışanlara… bu satırları siz okuyanlara… Lütfen, 25-30 yıllık kariyer geçmişinize bir anlık göz atın ve hatırlayın: bugün sahip olduğunuz konuma gelişinizin hikayesini; evrenin sizi nasıl ödüllendirdiğini; ve kimlerin sizin için “Açıl susam açıl!” demesiyle yolunuzun açıldığını anımsayın. Şimdi sıra sizde… Eğer “Elimden bir şey gelecekse muhakkak harekete geçerim” diyorsanız, işte tam zamanı! “Açıl susam açıl!” deme ve evrenin sizi ödüllendirdiği gibi genç neslin ödüllendirilmesine katkı yapma zamanınız…  Gençlerin desteğinize ihtiyacı var!

21 Nisan 2021

 

Cahillik Yapma Sakın!

(Yazarı sesli dinlemek için tıklayın.)

Bizim ailenin meşhur lafıdır bu -cahillik yapma sakın! Babama ait. Bir yere gidişimde, seyahate çıkışımda, arkadaşlarımla program yapışımda bana bu lafı ederdi “aman kızım, bir cahillik yapma!” Yaş 51, hala der… Bu lafın altında yatan mesaj “aman kızım yaptıklarına dikkat et, farkında ol, kendini koru, kolla” var. Deli dolu zıpır bir tip oluşumdan ve beni koruma kollama motivasyonundan olsa gerek…  Haklı bir yanı da var, zira şu yaşıma kadar başıma bin türlü şey geldi: havuzun dibine çakılıp burnumu kırdım, yazlıkta düşüp çenemi yardım, 26 yaşımda Los Angeles’te arkadaşımın yanındayken suçiçeği çıkardım. Daha da sayabilirim…  Özetle, bu lafı pek çok kere işitmişimdir, sonrasında babamla karşılıklı birbirimize “cahillik yapma sakın” demişizdir. Son dönemde, özellikle Covid-19 yüzünden çokça gündeme geliyor. Neden mi?

 

Şöyle… Bu satırları kayınvalidemin İzmir Karabağlar Tırazlı köyündeki evinden yazıyorum. İzmir körfezine tepeden bakan, doğa içinde, kuş cıvıltılarıyla sarılı bir huzur köşesinden… Birkaç günlüğüne geldik; aile ziyareti ve kocamın 50nci yaş doğum gününü ailece kutlamak için. İyi ki de gelmişiz! Ne çok özleşmişiz! Güldük, yedik, içtik, dans ettik, komiklikler yaptık, ateş yakıp marshmallow ısıtıp yedik, çekirdek çitledik, dağ tepe yürüyüp kozalak topladık… Dağın tepesinde, insandan ve karmaşadan tümüyle uzak, bir başımıza beden-ruh-zihin sağlığımızı besledik. Bunların tamamını da Covid-free yaşadık.

 

Tabii buraya geliş kararımız, o kadar da kolay olmadı. Covid-19’un yeniden “peak” yaptığı bir dönemde, Barcelona’dan İstanbul’a gitme cesaretini göstermemiz babamın “cahillik” kategorisine tamı tamına uyuyor! Risk-kazanç denklemine koyduğumda acaba akıllı işi mi, cahil işi mi diye, sorgulamadan edemiyorum.  Uçaktan indiğimiz andan itibaren ya bir yerden virüsü kaparsak, ya Barcelona’ya dönemezsek ve buralarda kalırsak gibi akıl almaz endişeler silsilesi sardı beni. Alışveriş merkezlerine, dükkanlara, kafe ve restoranlara gitmedim; niyetim de yoktu zaten… Yüzümde çift maskeyle, elimde püskürtmeli kolonya şişesiyle, sanki ben “ben” olmaktan çıktım, paranoyak bir Shirli oluverdim. Bilinç altıma dahi işlemiş, ki, bir gece rüyamda maskesini takmayan biriyle kavga edip takıştım.

 

Kendime şaşıyorum. Covid’in ilk başladığı ve yayıldığı Mart-Mayıs 2020 süresince Barcelona’da bu kadar rahatsızlık duymadığım halde, iki günlük İstanbul maceramda kendimi kaygı ve endişe sarmalında bulmak son derece rahatsız ediciydi. Bu döngüden çıkmış olmak büyük bir nimet olsa da, içinde sıkışıp kalabilirdim; farkında bile olmadan hayatımı hep bu kaygı ve endişe seviyesinde sürdürebilirdim; çevremde bir çok kişinin yaşadığı gibi! Korkutucu! En korkuncu, şartlar ve ortamın yanı sıra, “İstanbul’da durum çok kötü, çok kötü” söylemlerinin yarattığı psikolojik baskı.

 

İstanbul’dan çıkmak bile o baskının hafiflemesine yetti; bir de üstüne köy evine gidiyor olmanın düşüncesi son 2 günün ağırlığını üzerimden tümüyle aldı. Köy evine her gelişimde beni bir huzur kaplar. Bu sefer içimde bir kıpırtı, aklımı kemiren zihni sinir düşünceler… Ya virüsü almış beraberimde taşımışsam; tüm aileye bulaştırırsam; benden kaynaklanmasa da, ya birine bir şey olursa… İçimdeki vıdı-vıdı çekilir gibi değildi! Üstüne bir de baş ağrısı tutunca, işin kolayını buldum ve dosdoğru test yaptırmaya gittim. Kocam ve kızım dönüş uçuşu için zaten PCR testi yaptıracaktı, ben de peşlerine takıldım. Tabii ki sonuç negatif 

 

Tüm bu süreçte, benim için sinir bozucu kısım, iyi olduğumu (yani negatif sonucu) bildiğim halde emin olamayışım, kendimden şüphe ediyor oluşum. Psikolojik baskının üstüne zihnimiz bize öyle oyunlar oynuyor ki, bedensel semptomlar geliştirip kendi kendimizi “acaba bende bir şey mi var?” kuşkusuna düşürüyor. Öyle bir noktaya geldik ki, doğru bildiklerimizi sorgular, iç sesimizi berraklıkla duyamaz ve kendimizden şüphe eder olduk. Birçok anlamda dengemizi ve bütünselliğimizi sarsmakta olan acayip günlerden geçiyoruz. Gerçekten de, ara sıra soruyorum kendime, bugünün şartlarında seyahat etmek ve yerinden kıpırdamak ne kadar doğru? Acaba cahillik mi? Kulağımda babamın “cahillik yapma sakın” laflarının çınlamasına rağmen, iç sesim bu işin doğrusu veya yanlışı olmadığını; akılcı veya cahilce yanının da olmayacağını söylüyor. Kanımca, her seçimin doğruluğu veya akılcılığı kişinin iç sesinin dış seslerle ne kadar uyumlu olduğuna bağlı.

 

İtiraf ediyorum, kararımızı aldıktan ve İstanbul’a vardıktan sonra dahi, sorgulamalarım, iç çatışmalarım ve zaman zaman çelişkilerim devam etti. Dış sesler ve uyaranlar öyle yüksek sesle bombardıman halinde geliyordu ki, bir ara iç sesimi duyamaz hale geldim. Her ne olursa olsun, böylesine karmaşık dönemde karar alırken yüreğimizin sesini dinlemeye kulak vermeliyiz. Kurtarıcı anahtar bu! Kimine göre cahilce gelen bir seçim, benim için en akılcı ve doğru karar olabilir. Seçimlerimizin akılcılığı kişiye göre, durum ve ana göre ve ortama göre değişkenlik gösterir. Geleceği göremem, ancak anı anda yaşama ve hayatı kapsayarak yaşamayı seçen biri olarak, diyorum ki… Hayatı ve yaşayacaklarımızı ertelememeliyiz… Sorgulamalı ama bölünmemeliyiz… Seçimlerimizi özgürce, kendimizce akılcı gelen biçimde yapmalıyız… Ve yaşamı bütünlükle sürdürmeliyiz…

 

03 Nisan 2021

Tırazlı İzmir

 

Hayatın Cilveleri

(Yazarı sesli dinlemek için tıklayın.)

Bu yazıma “hayatın cilveleri” diye başlamak istiyorum; çünkü, hayatın cilveleri umduğumuzda değil bulduğumuzda gizli. Forest Gump filmini izleyenler hatırlar. Annesi Forest Gump’a hayatı bir çikolata kutusuna benzeterek “içinden ne çıkacağını bilemezsin” der (Life is like a box of chocolates. You never know what you’re gonna get). Bu yazımda da geçtiğimiz hafta sonunu, adeta bir çikolata kutusu gibi ne umarken ne bulduğumu, yaşadığım deneyimi, hatta yaşadığım dönüşümü paylaşmak istiyorum. Zira, bir şeye niyet etsek de hayatın cilveleri bumerang gibi bize dönebiliyor, beklediğimiz olay bize etki edebiliyor, ettiğimiz niyet bize yarayabiliyor…

 

Ne demeye çalıştığımı sanırım hikayesiyle daha güzel aktaracağım. 16 yaşında kızım lisanslı kayak yarışçısı. Hafta sonu Barcelona’dan üç buçuk saat uzaklıkta Espot adında bir kayak merkezinde yarışa gidecekti. Genellikle sporcular yarışlara aileleriyle gider; ancak Espot’a aileler pek katılmaz, ekipçe gider dönerler. Biz de kızımın ekipçe gidip döneceği bir planlama yaptık. Cuma sabaha karşı, Pazar akşamı aynı yerden almak üzere yarışa gönderdim. Espot tüm kategoriler arasında, özellikle pistlerin dikliği bakımından, en zorlayıcı yarış olarak bilinir. Her ne kadar yanında olmayı istesem de ekip olarak gidip dönecekleri bir yarış olduğundan, Espot’u kızımın büyüme, kendini aşma ve konfor alanından çıkmasına vesile olacak fırsat gibi görüyordum. Böylece Espot’a ekibi ve antrenörleriyle birlikte gitti. Ben de türlü programlar ve yapılacak işler listesi oluşturarak hafta sonumu doldurdum. Ancaaaak… çikolata kutusundan beklediğimden farklı tatlar çıktı!

 

Cuma akşamı saat 17:00 sularında kızımın “yarışta başka anne-babalar da olacak; sen de burada olsan bana destek versen…” mesajıyla tüm planlarım alt üst oldu. Esasında, planlarım alt üst olmalı mıydı, yoksa aynen seyrinde devam mı etmeliydi ikilemiyle kala kaldım. Espot’u kızımın öz güveni ve cesaretiyle kabuğundan çıkmasına önayak olacak bir fırsat olarak düşünürken, henüz kabuğunu kırmaya hazır olmadığını ve desteğe ihtiyaç duyduğunu görerek, onu hayata hazırlamayı hedefleyen ebeveyn olarak tereddüte düştüm. İçimden “acaba kendi kabuğundan çıkması için erken mi; acaba bu ilk Espot deneyimi olması dinamikleri değiştiriyor mu; acaba beklentilerimi yüksek mi tutuyorum…” türünden düşünceler geçerken, benzer soruları kendime sorduğumu farkına vardım.

 

Hayatın cilveleri işte! Kızımın kendini aşmasına fırsat olarak gördüğüm Espot yarışının bir defa daha kendimi aşmama ve kendi kendime koyduğum sınırlamalardan sıyrılmama yardımcı olacağını tabi ki bilmiyordum… Kızım bana yanımda ol çağrısı yapana kadar, nispeten halen yabancısı olduğum ülkede üç buçuk dört saat uzaklıkta ve daha önce hiç yapmadığım bir yolu bir başıma aşmaya ne istekli ne de kafaca hazırdım! Ayrıca, kızım için hangisi doğruydu? Kendi başına kalmalı, güç kaynaklarını keşfetmeli ve büyümeli mi; yoksa annesinden ihtiyaç duyduğu destekle mi yola devam etmeli? Benim gitmem ve yanında olmam onun büyüme sürecine iyilik mi edecek, kötülük mü? Peki ya ben ne istiyorum; planımı değiştirmeyi ve o yolu arşınlamayı istiyor muyum? Acaba o yolu bir başıma yapabilir ve kazasız belasız (hele ki Covid-19 kısıtlamaları çerçevesinde) Espot’a varabilir miyim? Bir de vardığımda nerede kalacağım? soruları… Benim için zor bir ikilemdi.

 

Ok yaydan çıktı! Kalacağım yeri bulmanın dışında, bana huzursuzluk veren bu sorulara netlik bulamadan cumartesi sabah erkenden yola çıktım. İçim kıpır kıpır, midemde bir düğüm, 258 km’lik mesafeyi, ömrümden dört saat değil de bir günümü almış gibi yol aldım. Esasında yeşil, kahverengi ve mavi tonlarının buluştuğu eşsiz doğa harikası yerlerden geçtim. Radyoda Kiss FM ve Spotify playlist ile nefis ötesi bir yolculuktu… Doğrusu, acabalarım zihnimi kemirmese tam bir cennet yolunu arşınlıyordum diyebilirim.

 

Yolun yarısına geldiğim bir noktada, kızımın yarış pistinde olduğu, kısa vakit sonra da düştüğü haberi geldi. İçim allak bullak oldu! Düşmüş müydü? Belki kapı kaçırmıştı… En önemlisi, iyi miydi? Bir yandan yol alıyorum, bir yandan nasıl olduğunu anlamaya, uzaktan bilgi almaya uğraşıyordum. Yollarda nerdeyse hiç araba yoktu, bomboş; zihnimse iç konuşmalarla dopdolu! İlginç olansa her şeyin farkındaydım. Negatife kaymış zihnim olabilecek en kötü senaryoları üreterek beni duygusal girdaba itiyordu. Mindfulness eğitimlerinde anlattığım tüm öğretileri sanki unutmuş veya sistemimden çıkarmış gibi yol alıyordum.  Zihnim belli aralıklarla çalan şarkılara kapılıp iç konuşmalardan uzaklaşıyor, sonra yeniden kaptırıyordum!

 

Kaç kilometre böylece yol aldım, bilmiyorum. Ama şunu biliyordum ki, bu döngüden çıkmalı ve kontrolü geri almalıydım! Nasıl yapmam gerektiğini de biliyordum. Müziği kapadım. Gelen tüm düşüncelere zihnimi Durdurdum! Derin derin nefes aldım verdim, zihnimi nefesimi İçime çekiş ve verişime odakladım! Beni kaygı ve düşünce sarmalından uzaklaştırıp rahatlatana kadar nefes alıp vermeye, zihnimi de nefesimde odaklı tutmaya devam ettim. Negatif sarmalından uzaklaşıp olumsuz senaryonun yanında başka senaryoların da olabileceğini Farkına varana kadar nefes aldım verdim. Yavaş yavaş aklım yerine gelmeye başladı ve olaylar üzerine sağlıklı Anlam yükleyebilmeye başladım. Kızım düşmüş olabilir, yaralanmış olabilir, hiçbiri de olmayabilir. Önemli olan ben yoldayım ve kısa süre sonra yanında olacağım. Bu zihinsel ve duygusal Yansıtmayla rahatladım. Daha önce akıl edemediğim şeyi yapıp kızımı aradım; telefonda sesi keyifli ve gayet de neşeliydi!!!

 

Yolda olan, ikilemlerin yolculuğunu arşınlayan bendim. İlk zorlayıcı yarışını kendi başına yapma cesaretini gösteren ve kapı kaçırmış olmanın hayal kırıklığıyla baş etmeyi başaran da kızımdı. Fiziksel olarak ayrıydık, ama benzer yoldaydık. İkimiz de dönüştük; büyüdük, sınırlarımızı aştık ve konfor alanımızdan çıktık! Müziği geri açıp “Lalalalala life is wonderful, lalalalallaala life’s so far good” şarkısıyla tünellerden, nehir yollarından, dağ yollarından kıvrıla kıvrıla, ağzımda şarkı sözlerini mırıldanarak yoluma devam ettim…

 

Son 24 saati ve yaşadıklarımı ve çikolata kutusundan ne umup ne bulduğumu aklımdan geçirirken, farkına vardım ki, hayatımıza aldıklarımız ve bizi seçenlerin bizi daima bir adım daha ileriye, gelişmeye, büyümeye, konfor alanımızdan çıkmaya ve özgürleşmeye itiyor. Kızımın yanımda ol çağrısı salt kendine hizmet eden bir çağrı değilmiş! İçinden geçerken görmek zor. Anahtar direnmekten vaz geçip akışa izin vermek, yüreğinin sesini dinlemek ve yola çıkmak! Ben de aynen öyle yaptım…

 

Espot’tan Shirli

07 Mart 2021

 

Clubhouse’ın Bana Düşündürttükleri…

(Yazarı sesli dinlemek için tıklayın.)

Geçen yazımda “Clubhouse’da Buluşalım!” diyerek uygulamanın nasıl çalıştığına ve artı-eksilerine dair görüşlerimi paylaşmıştım. Yeni bir kullanıcı olarak nasıl bir deneyim olduğunu pek yansıtma şansım olmamıştı. Son iki haftada çokça deneyimleme fırsatı edindim, uygulamanın nasıl işlediğini keşfettim. En önemlisi, dikkat ve farkındalıkla kullanmanın gerekliliğini anladım! Yani, kendime fayda sağlayacak kısımları alırken vaktimi de iyi yönetmenin inceliklerini anladım. İtiraf ediyorum, öz-denetim gerektiren, ufku dibi olmayan bir okyanus gibi…

 

Ufkunu da dibini de kişinin kendinin belirleyeceği bir olgu. Yoksa kolaylıkla kapılır gider insan. Neden mi? Düşünün ki, günün 24 saati aktif sohbet odacıkları var; her tür konu ve ilgi alana göre tartışmalar dönüyor… Dünyanın her köşesinden insanlar çalışmalarını, deneyimlerini, hikayelerini paylaşıyor… Hepsini de avucunuzun içinde tuttuğunuz “akıllı” iPhone ile (sadece iOs ile çalışıyor maalesef) adeta dünyaya açılıyorsunuz. Televizyonun ilk çıktığı “akıllı kutu” dedikleri o ekrandan dünyaya açılmayı ve etkisini anımsatıyor Clubhouse.

 

Clubhouse’da neler mi deneyimledim? İlk aşamada telefonumda kayıtlı birkaç kişiyi takibe başladım. İlgi alanıma göre, takip ettikleri veya onları takip eden birkaç kişiyi takip etmeye başladım. Bunlar Türkiye’den Amerika’ya, İspanya’ya İsrail’e kadar uzanan işletme, yönetim ve organizasyon, psikoloji, pozitif psikoloji, eğitim yönetimi, kariyer, işyerinde mutluluk, liderlik, Mindfulness, vs. alanlarında uzman. Ardından aktif odalarla ilgili bildiriler gelmeye başladı. Böylece müdavim ettiğim birkaç oda oluştu.

 

Bunlardan birincisi “Harvard Business Review Türkiye Talks.” 3-5 günde bir ayrı bir temayı merkeze aldıkları ve alanın piri dediğimiz uzmanların iş yerindeki gerçekleri teoriden pratiğe enine boyuna tartıştıkları bir oda. Toplam dinleyici kitle sayısına hiç bakmadım, ama binleri buluyordur. Ben, adeta açık öğretim dersindeymiş gibi, defter-kalem elimde, “huşu” içinde dinliyor, not alıyor, kendimi bilgi kaynağıyla beslenmeye bırakıyorum. Asıl güzeli, edindiğim taze ve canlı bilgiyi tez zamanda gidip öğrencilerimle paylaşıyorum, onların da ufuklarını açmaya koyuluyorum. Ağırlıklı İş Yerinde Merak; Cesaret, Tükenmişlik; Mizah gibi konulara rast geldim. Bu akşam (Pazar) Yapay Zeka-Fırsatlar ve Tehditler konusuna denk geldim.

 

Diğer takip ettiğim odalar genelde takip ettiğim kişilerin katıldığı veya moderatörlüğünü yaptığı odalar. Konu başlığına göre giriyor, konu ve derinlik beni besliyorsa dinlemeye devam ediyorum; aynı kişilerin aynı lafları tekrar tekrar döndürdüğü hissine kapıldığımda çıkıp başka odaları kolaçan ediyorum. Zaman içinde eş zamanlı yürüyen odalardan birini seçip diğerlerinden vazgeçmeyi öğrendim. Bu arada, platform süper güzel tasarlanmış; anlık bildiriler vasıtasıyla takip ettiğiniz kişinin bir odada aktif olduğu veya ileri tarih ve saate programlı odanın haberi geliyor. Ajandanıza da ekleyebiliyorsunuz.

 

Bu durumun en talihsiz tarafı, kişiyi aynı anda birkaç odada olma isteğinden doğan doyumsuzluk duygusu. Dinlediğiniz sohbet kaydedilmediği ve yeniden dinleme şansınız olmadığı için, kaçırdıysanız gidiyor. Birkaç defa başıma geldi. Leadership Reinvented odasında Israil’li Startupçı konusunu dinlemeye niyetlenmiştim ki, eve misafirin gelmesiyle hevesim kursağımda kaldı. Tabii ki de olayı kaçırdım! Üniversitede ders verdiğim saatlerde, işime odaklanıp işimi yapmam gerektiğinde veya uyuduğumda sürüyle ilginç odalar kaçırdım!

 

Aklım kaldı mı? Tabii ki kaldı! Kaçırma duygusunu (feeling of missing out) dibine kadar hissettim! Diğer yandan, odayı kaçırmamak uğruna işimi yapmayı erteleme eğilimine kaydığımın da farkına vardım. “Olsun, sonra yaparım” diyerek, zaman ve dikkatimi işime değil de Clubhouse’a verdikçe zamanın kaçtığını ve işlerin biriktiğini de fark ettim.  İşte o zaman anladım ki, kişiyi erteleme (procrastination) davranışına itebilecek büyük bir tuzak! Diğer yandan Clubhouse bilgi kaynağı bakımından büyük nimet. O yüzden bilinçle, dikkat ve farkındalıkla takip edilmeli.

 

Clubhouse bende iki ana fikir uyandırdı. Birincisi, artık her şey erişilebilir; yeter ki iste, yeter ki merak et! İkincisiyse eğitim, öğretim ve öğrenme yöntemlerinde ezberler bozuluyor!  Her şey erişilebilir, çünkü teknolojik gelişimlerin küreselleşmeye katkısıyla, bugün sosyal medya platformları bilginin yayılmasını, paylaşılmasını ve eşit imkanlarla erişimini sağlıyor. Diğer platformlardan farklı olarak Clubhouse bana, ülkeler ve insanlar arası sınırların, mesafelerin ve zamana-mekâna bağlı engellerin iyice ortadan kalkmakta olduğu anlayışını getiriyor. Pandeminin de etkisiyle, sosyal mesafeye rağmen insanların daha derin, kapsayıcı ve içine almaya hazır tutum içinde olduğu inancını doğruluyor. Yani, Thomas Friedman’ın (2005) “Dünya Düzdür” kitabında küreselleşmeye atıfta bulunduğu gibi, dünya giderek daha da düzleşiyor. Neden mi? Kişileri takip etme, sohbet odacıklarına girme veya ilgi duyduğunuz konuların konuşulduğu platformlarda işin uzmanları veya deneyim sahibi olanları dinleme konusunda hiçbir sınırla karşılaşmıyorsunuz. Tümü size ve tercihlerinize bağlı!

 

Ezberler bozuluyor, çünkü düzen çok hızlı değişiyor. Direk Clubhouse’a bağlamak haksızlık olur; öncüsü teknolojik gelişmeler ve pandemi! Teknoloji bilgiye erişim kolaylığı getirirken (araştırmaya göre çoğu gencin bilgiyi YouTube’dan edindiği ve öğrendiği yönünde), pandemi uzaktan öğretim yöntemini yaygınlaştırdı. Mart-Haziran 2020 arası her okullu gencin ekrana bağlanmasıyla ve mekânsal şartın “zorunlu” olarak ortadan kalkmasıyla, okulların işlevi ve görevi de tartışmaya açık hale geldi. Bu durum, adı üstünde, “eğitim ve öğretim” kurumların aylardır öğretimi uzaktan yürütmesiyle, “eğitim ayağını nasıl yürütecek?” sorusunu doğuruyor; haliyle de öğrenme ve öğretme yöntemlerini sorgulamaya itiyor.

 

Peki Clubhouse bu tablonun içinde nasıl yer alıyor? Şimdilik, kullanıcıların birçoğu için birinci ağızdan bilgiye erişme, merakını giderme ve (T-insan modelindeki gibi) dikey veya yatay öğrenmeyi sağlayan bir kaynak. Kısa sürede “informal” yapısıyla yaygın (informal) öğrenme yöntemlerine destek görevi görebilecek. Dahası, örgün (formal) eğitim çerçevesinde YouTube kadar çekici ve etkin bir bilgi kaynağı aracı olacağı kanısındayım. Neden mi? Lise/Üniversite öğrencileri tartışma odalarına girecek, tartışma odaları açacak ve konularında uzman ve deneyim sahibi kişileri davet ederek çalışmalarına “crowdsourcing” (kitle kaynak kullanımı) yoluyla bilgi toplayacaklar. İşte ezberler bozuluyor…

21 Şubat 2021

Barcelona’dan Shirli

 

Clubhouse’da Buluşalım!

(Yazarı sesli dinlemek için tıklayın.)

Düşünüyorum da hayatımız amma da değişti. Pandeminin çıkışıyla hayatımız sokaktan evlerin içine girdi; sosyal birlikteliğimiz kafeler ve restoranlardan evlerde toplanmalara dönüştü; her tür buluşma ve sohbet yüz yüze ortamdan sanal platformlara taşındı. Normal şartlarda aynı anda iki ayrı program, söyleşi, sosyal birliktelik veya buluşmaya katılamayacakken, teknoloji sayesinde erişilebilirlik sınırları ortadan kalktı. Bu pandemi başımıza gelen büyük felaket mi yoksa bir nimet mi, gerçekten emin olamıyorum! Evlere kapanma zorunluluğu, serbestçe canının istediğini yapamamak tabii ki özgürlüğün kısıtlanması açısından korkunç; ama normal şartlarda erişemeyeceğimiz ortamlara, sohbetlere, bilgilere oturduğumuz yerden erişebilmek, özellikle gündemi ve güncel konuları takip edenler için adeta bir ödül!

 

Mart 2020’den ve ilk karantina şokundan sonra -Facebook, Instagram, Twitter gibi sosyal medya hesapları daha da aktif kullanıldığı gibi, nerdeyse dünya âlem Zoom’lamaya geçti.  O dönemde bir ara Houseparty hayatımıza girdi çıktı, evlerimizde oturduğumuz yerden partilediydik; sonrasında yok oldu. Şu son dönemde -sanırım birkaç aylık hikayesi vardır, yeni bir platform girdi hayatımıza, Clubhouse! Henüz çok yeni olsa da hızla yayılmakta ve sunduğu nimetler ‘açlıkla’ tüketilmekte!

 

Ne mi bu Clubhouse? En basit yönüyle, tartışma odalarının yer aldığı (görüntüsüz) sanal bir platform. Ancak, işin inceliklerine gelince, bildiğimiz diğer tüm platformlardan farklı tasarlanmış bir uygulama. En çarpıcı özelliği de kişi kulübe ancak davet veya tanıdığının kabul etmesiyle girebiliyor. Yani hesap açsanız da kulübe üyeliğiniz telefon rehberinizde kayıtlı birinin onay vermesiyle mümkün. Bu sistem bana ‘Soho House’ kulübünü veya ‘Masonluk’ sistemini andırıyor. Gayet “elitist” bir yaklaşımla herkesi içine almama eğilimine rağmen, herkesin orada olduğunu ve ‘yeni furya’ halinde hızla yayıldığını göreceğiz. Özetle, ‘ayrıcalıklı topluluk’ diye başlayıp ‘halka açılmış’ ve bilgi, fikir ve dünya görüşünün serbestçe paylaşıldığı bir platform.

 

Peki Clubhouse’da neler oluyor? Ne yapılıyor? Ne sunuyor? Zaman ve mekân kısıtlamalarına karşı gelen, günün her saati tartışma odacıklarının aktif olup süregeldiği bir platform düşünün… Mesela takip ettiğiniz, kendinizce ‘influencer’ olarak gördüğünüz kişilerin başlattıkları ve spontane yürüttükleri tartışma odalarına girebilirsiniz; dönen konuyu dinler, bilgilenir ve isterseniz yorum yapabilirsiniz. Zoom veya başka platformlardan farklı olarak, Clubhouse’da genelde her şey spontane oluşup kendi doğal seyrinde ilerliyor. Kullanıcı olarak çeşitli tartışma odalarına girip çıkabilir, biraz dinleyip “yok bu sarmadı” diyerek başka odalara girip oradaki ortamı kolaçan edebilir, sonrasında anlık keyfinize ve tarzınıza göre bir odada kalmayı seçebilirsiniz.

 

Oldukça ilginç getiri ve götürüleri var. Özellikle enformasyona açlık duyanlar, güncel bilgiyi takip edenler ve “falanca konuda insanlar ne düşünüyor, ne diyor?” diyenler için eşi benzeri olmayan bir bilgi kaynağı.  Düşünsenize, bilginin açık büfe şeklinde sunulduğu, yiyebileceğin kadarını ye (“all you can eat”) felsefesiyle güdüldüğü bir ortam! Bir başka güzel yanı da, yüzlerce konuda yüzlerce sesin yer alması; ve kişilerin ilk ağzından işitip filtresiz bilgiye erişebildiği bir araç olması. Demokrasinin beşiği Eski Yunan Çağı filozoflarının Agora’da toplanıp tartıştığı sahne geliyor gözümün önüne!

 

Tabii ki, her güzelin bir diğer yüzü var… Gülün dikeni misalinden ziyade, ‘dualite’ dediğimiz ikilikten bahsediyorum; sıcak-soğuk, aydınlık-karanlık, beyaz-siyah gibi, madalyonun öbür yüzü. Clubhouse’ın yukarıda saydığım avantajlarının yanında bizden alıp götürecekleri var olduğu kanısındayım. Henüz fark etmesek de ileride bizleri çeşitli yönlerden etkileyeceğini düşünüyorum. Verilerimizin toplanması ve üçüncü partilere satışından bahsetmiyorum; sosyal platformlardaki var oluşumuz ve platformlarla alış-verişimiz fabrika ayarları gibi otomatiğe kurulmuş durumda; ondan kaçışımız yok!

 

Henüz çok fazla yoğunlukta içinde olmamakla birlikte, dikkatimi çeken birkaç nokta var. Öncelikle, kişileri bilgi açlığından ‘bilgi obeziteliğine’ doğru itmeye namzet bir araç diye düşünüyorum. Bilgi obeziteliği nelere mi yol açabilir? Bizi alakalı alakasız enformasyonu öğrenme zorunluluğu baskısı ve stresine sokmaktan başka, ilk aklıma gelenler şöyle… Günümüzde çokça maruz kaldığımız yalan yanlış enformasyonu etkin filtrelemeden kolaylıkla doğru kabul eder hale gelebiliriz… Edindiğimiz enformasyonu derinlemesine merak edip araştırmadan, içselleştirmeden ve nihayetinde kendimize bilgi ve deneyime dönüştürmeden kullandığımızda, boş konuşan ama o konunun uzmanıymış gibi davranan insanlar haline gelebiliriz… Bu da bana ‘T-insan’ modeline dayalı öğrenen ve gelişen bireylerden ziyade ‘herbokolog’ olmaya doğru dönüşen insanlar topluluğunu çağrıştırıyor.

 

Herbokolog’un anlamına girmeyeceğim, sözcük kendini ele veriyor! Oysa T-insan bahsi edilmeye değer bir kavram bence! T-insan modeli anlayışına göre, kişinin bilgi, beceri ve yetkinlik bakımından en az bir konuda derinlemesine bilgi sahibi olması, o konunun neredeyse her şeyine vakıf olmasını öne sürüyor; yani dikey öğrenmeyi temsil eden ‘T’ harfinin dik ayağı! Diğer yandansa, kişinin birçok konunun bir şeyini bilmesi ve beceri ve deneyim geliştirmesini öngörüyor; bu da yatay öğrenmeyi temsil eden ‘T’ harfinin yatay kısmı. Diyeceğim o ki, Clubhouse ‘T’nin yatay kısmına müthiş hizmet edecekken, korkarım ki kişileri dikey öğrenmeden uzaklaştırma potansiyeline sahip bir sosyal networking uygulaması. Giderek daha çok kişi kendini bu tür uygulamalara kaptıracak, zamanını çaldırarak üretkenlik yerine hovardaca kullanacak, hatta erteleme ve oyalanma (procastination) davranışlarına yönlenecek.

 

Özetle, giderek her şeyden azar azar bilen ama derinlemesine bilgisiz ve cahil bir toplumun yetişmesine olası etkisinden bahsediyorum. Umarım yanılıyorum ve süreç tümüyle tersine işler… Zira tartışma odalarını gezdikçe bazılarının ne kadar zengin ama bir kısmının da bir o kadar da yüzeysel kaldığına tanık oluyorum. Öyle ki, “Harvard Business Review Talks – İşyerinde merakın yeri” konusundan, “Her şey değişirken aklımızı ve kalbimizi nasıl koruyacağız?” konusuna kadar müthiş zenginleştirici ve alanlarında uzman katılımcıların yer aldığı konular olduğu gibi, “Karantinada izin belgesiz dışarı çıkma teknikleri” konusunda taktik verme konuları da mevcut!

 

Bu platform belki de yeni bir demokrasi anlayışının gelişine ve hayat buluşuna habercidir. Henüz içindeyken göremeyebilirim… Ancak şöyle bir gerçek var ki, Clubhouse’da ilgi alanıma göre girdiğim her odacıkta entelektüel zenginliğime ciddi katkı sağlayan müthiş değerli kaynaklarla karşılaşıyorum! Siz de oradaysanız, Clubhouse’da buluşalım…

 

7 Şubat 2021

 

2021’e Hızlı Giriş…

(Yazarı sesli dinlemek için tıklayın.)

 

Geçen hafta Facebook’ta yaptığım bir paylaşıma çok sevdiğim bir arkadaşım “Hızlı girdin 2021’e” yorumunu yaptı. Dışardan bakınca haklı olabilir. Sosyal medyada pek aktif olmayan ben, son günler yeni yayınlanan kitabıma ve Harvard Business Review Türkiye dergisinde yayınlanan makaleme ilişkin üst üstüste paylaşımda bulununca, ister istemez çok aktif, üretken ve yeni yıla hızlı girmiş gibi olabilirim. Hatta kendime de “hızlı mı girdim acaba” diyorum. Oysa 2020’de yaptıklarımın benzerlerini yapmaya devam ediyorum. Ama itiraf ediyorum, son günler gerçekten inanılmaz hızlı ve yoğun geçiyor ve karantinadaki sakin günlerimi özlüyorum. Bir yandan da, etrafıma bakıyorum; hızlı görünen bir ben değilim.

 

Benim için en çarpıcı örnek muhtemelen Covid-19 aşısının uygulanma hızı… Çin, İsrail, Birleşik Krallık, ABD, Bahrain, Almanya, İtalya gibi ülkelerle başlayıp, diğer ülkelerin son hızda uygulamada takip etmeleri… 24 Ocak 2021 verilerine göre aşılama süreci sistematik şekilde hızla ülke nüfusuna uygulanıyor –İsrail (%41.8), Arap Emirlikleri (%25.1), Birleşik Krallık (%10.1), Bahrain (%8.5), ABD (%6.2), İspanya (%2.5), İtalya (%2.3), Almanya (%1.9), Fransa (%1.5), ve Türkiye (%1.5) bunlardan bazıları. Detaylı ve günlük verilere Our World in Data sitesinin linkinden ulaştım. https://ourworldindata.org/covid-vaccinations

 

Amacım Covid-19 aşılamasını güncel verilerle haber yapmak değil; asıl niyetim dünyaca üretkenliğin müthiş hareketlenişin ve aktif oluşun yeni yıla girişimizle hızlandığı yanılsamasını gözler önüne sermek. Zira, Mart 2020’den muhtemelen Haziran 2020’ye kadar milyarlarımız evlerimize kapandığımız, hareket ve dolaşım kabiliyetimiz kısıtlandığı ve adeta yerimizde “saydığımız” durağan halimize rağmen, gerçekte hiçbirimiz oturduğumuz yerde durmadık; tersine son derece üretken ve yaratıcı olduk. Bazılarımız okudu araştırdı, bazımız yazdı, bazımız pişirdi, bazımız müzik yaptı, bazımız çevresine destek toplayıp aş dağıttı, bazımız bildiklerini harmanlayıp bilgi paylaştı, bazımız da negatif kalabilmemiz için pozitif enerji yaydı. En önemlisi, hepimiz bunları yaparken günlük iş ve sorumluluklarımızın dışında kalan vakitte yaptık; sınırlarımızın ötesine geçtik, usul usul, adım adım, sessiz sedasız, kendi kendimize ürettik, yarattık… Ve artık ürettiklerimizin dünyayla temas etme vakti geldi… cevherlerimizi gün ışığına çıkarma ve paylaşma vakti geldi.

 

Benim de yaptığım, cevherlerimi paylaşmak oldu. Tabii, kabul ediyorum, yayınladığım bir kitap ve bir makale haberi duyurunca “hızlı” giriş gibi oldu. Hele ki paylaşımlarımın ardından gelen yansımalar, bana da “hızlı” giriş yanılsaması yaşattı. Halbuki, uzun bir süre durağan görünmenin etkisiyle harekete geçen en ufak bir olgu haliyle eskisinden daha hızlı görünebiliyor. Geçen hafta LinkedIn’de paylaştığım bir post 3-4 günde 124 kişiden beğeni, 55 yorum ve 8311 izleme topladı. Rekor!!! Bu benim için bir ilk… belki de sadece bir ilk olarak kalacak! Ne mi paylaştım? Üç yıl süren uzun soluklu Doktora Tez araştırmamın çıktısı “Çalışan Bütünlüğü-Employee Wholeness” esenlik modelini ve çıkış hikayesini “Çalışanlarınız Mutlu mu?” başlıklı makalemle, Harvard Business Review Türkiye Dergisi Ocak 2021 (sf.94-99) sayısında anlattığımı yazmıştım.

 

Her şeyi analiz etme ve anlamlandırma çabasıyla, geriye bakıyorum… İlginç bir perspektif belirdi. 2020 yılının büyük çoğunluğu evde oturup vakit öldürüyor gibi görünsek de devinimlerimizin sonuçları çıktıkça, 2020’de hiç durmamışız; gayet de hızlıymışız, ama farkında değilmişiz diyorum. Bunu fizikten hız kavramıyla ilişkilendirerek anlatmaya çalışayım: Şimdi, eğer ben, 2020’de üretkenliğim açısından belli bir hızda (speed) ilerliyor idiysem, 2021’de çıkardığım sonuçlarla geçmiş hızıma hız katmış -yani ivme (speed up=accelerate) kazanmış, ve daha hızlı yol almış ve ilerlemiş olmaz mıyım? Yani, 2021’de ortaya çıkardığımız sonuçlar, 2020’de ektiğimiz emeğin meyveleri olduğuna göre, üretkenlik “hızımızı” neden salt 2021’e (çıkan sonuçlara) ithaf ediyoruz… Neden önceki adımların, yolculuğun, veya sürecin getirdiklerini olduğu gibi tarafsızca değerlendirmiyor veya hakkettiği değeri vermiyoruz?

 

Bana kalırsa, çoğu yanılsamamız sonuca kilitlenmemizden kaynaklanıyor; yolculuğu ve getirdiklerini kolaylıkla göz ardı ediyor olmamızdan. Öyle ki, hiçbir ürün ansızın ortaya çıkmaz. Gün ışığına çıkmış her bir yapıt arkasında yılların birikimi, emeği ve adanmışlık yolculuğu ile gelir. Nihai sonuç gün yüzüne çıkmak için doğru zaman ve yeri bekler. Son dönemde tanık olduklarımız da, yani Covid-19’un yarattıkları bir Kelebek etkisinden farksız! Her şeyin her şeyle bağlantılı olduğu, en ufak bir olgudaki değişimin alakasız gözüken başka şeylere etki edebileceği felsefesinden bahsediyorum. Hayatımıza giren küçücük bir tetikleyici (Koronavirüsü) ansızın ve beklenmedik şekilde içimizde uykuda bekleyen cevherleri uyandırdı, yılların birikimi ve emeğini harekete geçirdi; ve ardı ardına ürünlerimiz hızlı giriş yapıyormuşçasına etrafa yayılıyor.

 

Diyeceğim o ki, biz 2020 yılını tümüyle yanlış algılamış olabiliriz. 2020 yılı bir koza misali, dünyaya sürüyle yeni bebeğin doğmasına -hem gerçek hem de mecazi, aracı olmuş; üretkenliğin, yeniliğin, yaratıcılığın, değişimin ve dönüşümün beşiğiymiş de yeni fark ediyoruz.

 

24 Ocak 2021