Yetenek Yönetiminde Mindfulness: Yetenek Yönetimi Odaklı Mindfulness mı; Mindfulness Odaklı Yetenek Yönetimi mi?

4 Mayıs 2018’de, İstanbul Bilgi Üniversitesinin 7.nci IK’da Ynei Yaklaşımlar Konferansına (https://www.hrpicks.com/ikda-yeni-yaklasimlar-istanbul-bilgi-universitesinde-konusulacak/) konuşmacı olarak davet edildim. Bu yılki konu İş Yaşamında Minfulness. 35 dakikalık bana ayrılan sürede, IK profesyonellerini Mindfulness’ın Yetenek Yönetimi kapsamındaki yerini şu soru ile irdelemeye çağırdım: “Mindfulness nasıl konumlandırılmalıdır; yetenek yönetimi odaklı mindfulness mı, yoksa mindfulness odaklı yetenek yönetimi mi?” Sonuçta, mindfulness tüm dünyaya yayılan bir akım olmuş ve iş ve iş-dışı alanlarda uygulanmaktadır. Ancak, bir çok farklı kavramlarla ilişkili ve onlarla beraber uygulama olanaklara sahiptir.

 

Konuşmamda, mindfulness’ın temel esaslarını, bilimsel dayanağını, yetenek yönetimiyle ilişkisini, ve IK profesyonellerinin iş yaşamına dahil edebilecekleri yöntemleri sundum. Konuşmamı, “Yeni Bir Çalışan Esenliği Modeli – Çalışan Bütünlüğü” başlıklı Doktora tezimin sonuçlarından bahsederek tamamladım (https://mindthepositive.com/proposal-of-a-new-employee-well-being-model-employee-wholeness/). Sunum aşağıda bilginize…

 

[googlepdf url=”https://mindthepositive.com/wp-content/uploads/2018/05/YETENEK-YONETIMINDE-MINDFULNESS.pdf” width=”100%” height=”600″]

 

 

Herşeye Rağmen Mutluluk…

Okurlarımdan biri, önceki makaleme –“Mutluluğa giden bir yol yoktur. Mutluluk o yolun kendisidir!” bir yorum bırakmış. Burada onu alıntılamak isterim: “Güzel konu… Bugünlerde ele almamız gereken bir konu. Büyük ya da küçük olsun, içerisinde yaşadığımız toplum mutlu değilse, bir kişi mutlu olabilir mi? Günümüz dünyasında, mutlu hissetmek için, bireysel olarak her ne yaparsak yapalım, eğer milyonları etkileyen ciddi problemleri durdurup engelleyemiyorsak, nasıl mutlu olabiliriz?” Gerçekten, etrafımızda bu kadar çok acı varken, nasıl mutlu olabilir ya da mutluluğu bulabiliriz? Peki ya, en keyifli anlarımızda bizi rahatsız eden suçluluk duygusu ve zihnimizden hayat ne kadar da adaletsiz, insafsız ve eşitsizliklerle dolu diye geçen sayısız düşünceler silsilesi… Denge bunun neresinde? Gerçekte bir şekilde denge var mı? Herşeye rağmen mutluluk mümkün olabilir mi?

 

Bu aldatıcı sorulara cevap bulmak için, bakış açımızı doğaya çevirmeyi tavsiye ediyorum, ve doğanın dengesini nasıl koruduğunu gözlemleyelim. Çok satan kitaplardan Sapienler ve Homo Deus’un yazarı Yuval Noah Harari de kitaplarında bunu ele alıyor; doğayı, düşüncelerimizin ve mantığımızın temeline oturtuyor; Homo Sapien’lerin, tüm canlıların ve içinde yaşadığımız evrenin doğası. Öncelikle, doğa ve tüm canlılar, aslında, kendi içinde kusursuz bir dengeye sahip. Tek bir geyik bile aslanın avını takip etmesinin adaletsiz bir ilişki olduğunu düşünmez. Onun tek amacı, olası her yol ile kendini beslemek ve avcı aslana yakalanmamaya çalışmaktır. Aynı şekilde, aslan da avının kaçma konusunda çok becerikli olmasının haksızlık olduğunu düşünmez. Onun amacı da olası her yöntemle kendini beslemek ve avından daha hızlı koşmaya çalışmaktır! Doğadaki bütün denge budur…

 

Doğanın ele alınabileceği bir başka örnek ise, adaletin, insafın, ne de eşitliğin olmadığı doğada, dengesizliğin içinde bir şekilde denge var; düzensizliklerin içinde düzen var; ve bütünsel sistemin içinde bireysel bir yaşam tarzı var. Biz insanlar, tamamen bireysel olarak davransak da büyük bir bütünün parçasıyız. Toplumun bir parçası olmamıza rağmen, bireysel yaşamlar sürüyoruz. Mutluluğumuzu etkileyen faktörler arasında sadece %10 oranında çevresel faktörlerin etkili olduğunu biliyor muydunuz? İnanması zor ama doğru! Sosyal bilimlere ve Sonja Lyubomirsky’nin “mutluluğun nasıl olduğu” çalışmasına göre, %40–50 aralığında genlerimiz ve yaratılışımız –yani doğamız (nature), mutluluğumuz üzerindeki etkisi ile açıklanırken, diğer %40–50’si pozitif görünüm için yaptığımız kişisel tercih ve kararlarımız –yani yetiştirilmemiz (nurture) ile açıklanmaktadır. Diğer bir ifadeyle, dış faktörlere kıyasla bireysel faktörler, pozitif varoluşumuz üzerinde daha çok etkiye sahiptir. Öte yandan, kuantum fiziği ve mekaniğinde, bilincin mutluluğa ulaşmayı kolaylaştırdığı belirtilmektedir.

 

 

Bireylere daha yakından bakalım. Biz insanlar, kurgusal düzen diye adlandırılan, ve herkesin ortak bir inançla hareket ettiği büyük işbirlikçi ağın bir parçasıyız. Harari, kitlesel olarak işbirliği yaptığımız bu ortak miti, Sapiens’te, para, demokrasi, yasa, tanrılar, ekonomi, bankalar, şirketler gibi özneler-arası dürtü ile açıklar (Sapiens, s. 132). Tarım devrimi ve bilişsel devrimden itibaren, Homo sapienler (akıllı olanlar) kendi aralarında işbirliği yapabileceği hayali kurgular yarattı (insan işbirlik ağları). Herhangi bir şirket çalışanı, vatandaş, banka hesap sahibi, iman sahibi vb. bir kimse, bu gibi oluşumların bir parçasıdır ve ortak mite ve onun kurallarına inanarak, aktif olarak işbirliği içindedir. Bu hayali oluşumlar gerçek olmayan gerçekliklerdir! Harrari, düşsel gerçeklikleri asıl olanlardan nasıl ayıracağımızı açıklar. Bu fenomenlere “gerçek oluşum” gözüyle acıyı referans alarak bakmayı şu soruyu sorarak teklif eder: “Herhangi bir oluşumun gerçek olduğunu nasıl bilebilirsin? Çok basit, sadece kendine sor, ‘o acı çekebilir mi’?” (Homo Deus, s.206).

 

Aşağıdaki senaryoları bir düşünün: Euro ya da borsa önemli ölçüde düşüyor, euro ya da ekonomi acı hissedebilir mi? İnsan haklarına ya da ifade özgürlüğüne karşı yasalar meclisten geçtiğinde, demokrasi ya da hukuk acı çekebilir mi? Bir firma iflas ettiğinde, firma acı çeker mi? Ya da bir ülke bir ekonomik kriz veya savaş mağlubiyeti yüzünden acı çekerken, gerçek anlamda acı çekebilir mi? Hayır! Hiçbiri gerçek acı değildir! Fakat, askerler savaşta yaralandığında, gerçekten acı çekerler; yalnız bir anne dalgalanan para tedavülü yüzünden ipotekli borçlarını ödemekte güçlük çektiğinde, o gerçekten acı çeker; çalışanlar iflas nedeniyle işten çıkarıldığında, acı çekerler; veya gazeteciler insan haklarını savundukları için hapse atıldığında, acı çekerler! Bu açıdan bakınca, belki de hayatımızı dengeli, istikrarlı, mutlu olmaktan alıkoyan, ve bize gerçekte acı çektiren şeyin ne olduğunu sormalıyız. Ve, gözden geçirmeliyiz, bizi mutluluktan uzak kılan yaşadığımız çevrenin dış etkenleri mi, yoksa kendi kişisel iç kaynaklarımız mı.

 

Vurgulamak ve netleştirmek isterim ki, bahsini ettiğim mutluluk, bireylerin acıdan ve ızdıraptan kaçındığı ve haz aradığı Hedonik tipi bir mutluluk değildir. Aksine, bu mutluluk pozitif psikologlar tarafından bahsedilen Ödomanik tipi mutlulukla ilgilidir. Bireylerin anlam ve amaç arayıp bulduğu, özgün veya otantik şekilde yaşayabilecekleri bir ortamı yarattığı; kişisel bağlılık ve gelişimine yardımcı olacak yaşam zorluklarına hazır olduğu; ve belki de kişinin kendini gerçekleştirmesine yardımcı olacak iç gücünü yaratacağı bir duygu durumu. Dahası, tasavvuf felsefesi ve Mevlana’nın sözleriyle devam edersek, “Hiçlikten dönerek, yıldızları toz gibi saçarak geldik bu aleme”, hem her şey hem hiçbir şey olmaktır! Bu arada, hiçlikten dönen sizsiniz… benim… hepimiziz!

 

Kuantum mekaniğindeki “gözlemci bilinç” konsepti aracılığıyla, bu makalenin özüne yeniden dönmek isterim –herşeye rağmen mutluluk. Kuantum mekaniği kurallarına göre, gözlemlerimiz evreni en temel seviyede etkiler; yani, aya bakmadığımız zaman onun var olmadığını ileri sürer. Bu görüş bizleri gözlemleyen bilinç olarak açıklar. Peki neyi gözlemlemek? Gerçeği mi? Deepak Chopra’nın dediği gibi, Harari’nin hayali düzeni’yle bağlantılı olarak, gerçek insan yapımı bir kurgudur. Tek asıl gerçeklik anın farkındalığıdır. Yani, varoluştur. Mutluluk veya acı gibi deneyimlerimiz, o anda gözlemlediğimiz algılarımıza (sensations), imgelerimize (images), hislerimize (feelings) ve düşüncelerimize (thoughts) dayanır. Bu terimler İngilizce’de SIFT olarak tek bir akronimde toplanır. Her an farklı bir gözlem içerir, hem gözlemyen bizler, hem de gözlemlediğimi olgu –yani gözlemlenen, an be an değişmektedir. Böylece, deneyimlerimiz SIFT ile değişmektedir… Mutlu ya da üzgün olma, eğlenme ya da acı çekme olasılıklarımızın hepsi, gözlemlediğimiz gerçekliğin anlık farkındalığına bağlıdır.

 

Bunların hepsi tamamen soyut görünüyor olabilir. Tek bir okumada ya da tek bir uygulamada kavramak pek kolay olmayabilir. Günlük hayat ile biraz temellendirebilmek için, tüm ihtimallere karşın tatmin edici mutluluk seviyesini nasıl koruyabileceğimize cevap olarak yapmamız gereken:

 

(1) Hayatın adil olmadığı gerçeğini ve eşitliğin var olmadığını kabul etmek;

(2) Diğerlerinin acı çektiği konularda suçlu hissetmek yerine, sahip olduklarımıza ve deneyimlerimize minnettarlık hissetmek;

(3) Mutluluğa ulaşmak ve onu korumak için “Mind the Positive” felsefesini içselleştirmek https://mindthepositive.com/;

(4) Kendi pozitif görüşümüzü, bakış açımızı ve tutumlarımızı etrafımızdakilerle paylaşmak, bilerek ve tasarlayarak, yardım etme, gülümseme, şükretme, affetme, unutma gibi küçük kibarlık hareketleriyle pozitiflik virüsünün etrafa yayılmasını sağlamak;

(5) Varoluş ve farkındalık için zihni, bedeni ve ruhu eğitmek;

(6) Düşüncelerimizi genişletmek ve evrendeki varoluşumuzu anlamak; ki, insan kurgusu olan evrenin varlığından söz edemeyiz; sadece bilincimizdeki deneyimlerimiz aracılığıyla evren vardır;

(7) Ve son olarak, gözlemler ve değiştirilmiş formdaki deneyimlerimiz ile kendi gerçekliğimizi oluşturmayı seçmek.

 

Sonuncu, fakat bir o kadar da önemli olarak, Deepak Chopra’nın İnsan Evreni (Human Universe) hakkındaki 39 dakikalık konuşmasını izlemenizi şiddetle tavsiye ediyorum. Chopra, konuşmasında, aşağıdaki açıklamalarda bulunarak, gerçekliğimizi, insan yapımı bir kurgu; bizleri ise bilincimizdeki deneyimlerin toplamı olan bu gerçeklikteki gözlemciler olarak açıklamaktadır.

 

  1. Günlük gerçeklik bir insan kurgusudur.
  2. Esas gerçeklik farkındalıktır; şimdiki zamanın zamansız anındaki gözlemci ve gözlenen deneyimlerinin uyarımlarıdır.
  3. Hem gözlemleyenin hem gözlemlenenin esas deneyimi algı, imgeler, hisler ve düşüncelerdir -SIFT.
  4. Düşünce sistemleri (insan kurgusu) pek çoktur – dinsel, teolojik, felsefik, bilimsel, ekonomik, politik, mitolojik vs.
  5. Hiçbir kurgu diğerleri üzerinde ayrıcalıklı bir konuma sahip değildir.
  6. Kurgu kendi içinde gömülü olanlara gerçektir.
  7. Algı, imgeler, hisler ve düşünceler şeklindeki farkındalık uyarımları tüm deneyimlerimizi oluşturur.
  8. Uyarımlar zamanla ilişkiliyken, farkındalık zamandan bağımsızdır.
  9. Doğum, ölüm, vücut, zihin, beyin, evren, Tanrı, yıldızlar, galaksiler, Büyük Patlama, hepsi insanlar tarafından adlandırılmış (kendisi etiket olan) kurgulardır.
  10. Özgürlük şuanda var olmaktır! Kurgusuz! Ve içinde bulunduğunuz anda!

 

Mutluluğa Giden Yol Yoktur. Mutluluk O Yolun Kendisidir!

Bugün 20 Mart, Uluslararası Dünya Mutluluk Günü. Birleşmiş Milletler’in hepimizin mutluluğu için çaba ve kutlamayı atfettiği gün. İnsanlık tarihi boyunca, büyük kayıplar, trajediler ve ızdıraplara rağmen mutluluk arayışı daima aynı kalmıştır. O hepimizin elde etmek ya da içinde olmak için aradığı bir durumdur. Bizler onu, ulaşmayı dilediğimiz bir durak olarak algılarız. Bu yolda çabalarken ve mücadele ederken kendimizi yıpratırız, dilediğimiz varış noktasına ulaşamadığımızda hayal kırıklığı ile acı çekeriz. Küçük bir çocuğun bir elma şekeri isteyişini ve elde edemeyince yaşadığı hissi hayal edin; elma şekerinin çubuğuyla kalmış gibi! Bazen, arzu ettiğimiz beklentinin karşılanmaması daha yüksek seviyede hayal kırıklığı ve mutsuzluğa sebep olur. Ne büyük bir iç çatışma ve ikilem! Buna ragmen, biz beklentilerimizden ya da onları elde etmeye çalışmaktan vazgeçmeyiz.

 

 

Bu makalede, “mutluluk” meselesine dair çeşitli perspektifler sunmayı hedefliyorum. “Ne olursa olsun mutlu olmalıyız” mesajı taşıyan bir “Pollyanna” stili optimizmi savunmaya hiç niyetim yok. Sonuçta, kendimiz için, ailemiz için ve çevremizdekiler için mutlu olmayı isteriz. Birleşmiş Milletler gibi! İşte bu yüzden BM, 2013’ten itibaren, başka özel günleri gibi kutlamak veya şereflendirdiği gibi –meslekler (öğretmenler, dişçiler, doktorlar), sosyal roller (anneler, babalar, kadınlar), ya da tutumlar (sıfır ayrımcılık – 1 Mart, şefkat günü – 28 Kasım, şükran günü – 21 Eylül), 20 Mart gününü mutluluğa atfetmiştir.

 

 

Çok açık ki, bu günler, farkındalığı desteklemek için farklı bir niteliğe sahiptir. İyimser açıdan özel bir güne sahip olmak değerlidir, ancak kötümser açıdan, bu durum, ciddi bir boşluğun var olduğunu belirtir! Yine de, dünya çapında, insanların hayatlarındaki mutluluğun önemine dair farkındalığın artması için yılda tek bir gün epeyce az. “Yoksulluğa son vermek, eşitsizlikleri azaltmak, gezegenimizi korumak için iyi oluşu ve mutluluğu sağlayan üç ana görüşü hatırlamaya, aramaya ve onlar için hergün çabalamaya ihtiyaç duyarız” (Birleşmiş Milletler’in Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri – 2015). Ne olursa olsun, herşey öncelikle kendimizle başlar.

 

 

Tanımlaması ve uygulaması karışık bir olgu: Mutluluk.

 

 

Peki, sahi, mutluluk nedir? O tanımlayabildiğimiz, tarif edebildiğimiz, betimleyebildiğimiz bir “şey” midir? Gerçek şu ki mutluluk, açıklaması zor, karışık bir kavramdır. BM mutluluğu üç ana görüş üzerinden tanımakta. Bilim ve felsefe ise onu iki ayrı yönden açıklamakta: Hedonik (Hazsal) ve Ödomanik (İnsanın serpilişine bağlı). Örneğin; Epikür, mutluluğu iyi bir hayata sahip olma, iyi olayları ve memnuniyeti deneyimleme olarak tanımlar. Mutluluk, haz aramak, acıdan kaçınmak, ve hayat amacının en yüksek seviyede haz elde etmek, ve arzu ve çıkarların tatmin edilmesini içeririr. İşte, bu hedonik anlayışa göre, mutluluk, kişinin hayatı içindeki iyi ve kötü unsurlara dayalı deneyimlerini sübjektif olarak değerlendirmesidir.

 

Bunun yanı sıra, Ödomanik anlayış, mutluluğu, kişinin kendi potansiyeline ulaşması, kendisi ile uyum içinde yaşamasıyla kendini tamamlaması; ya da kendini gerçekleştirmesi –Maslow’un ünlü ihtiyaçlar hiyerarşisindeki temel ihtiyaçlardan 5. seviyesi– olarak açıklar. Ünlü filozoflar arasından Platon, mutluluğu, ahlâklı ve adil olma olarak tanımlar, kişinin diğerlerinin mutluluğunu dikkate alarak mutluluğu bulacağını belirtir. Aristoteles ise hayatın anlam ve amacını bulma olarak tarif eder. Sokrates kendini bilme bilgeliği (öz-farkındalık) ile mutluluğu açıklar; ki, kişi ne kadar çok kendini bilirse, o kadar fazla muhakeme ve mutluluğu getirecek olan seçimi yapabilme yetisine sahip olur der.

 

 

Tüm bu bilim ve felsefeyi bir kenara bırakalım, ve bizim doğruluk ve gerçeklik algımızın sübjektif (öznel) olduğunu varsayalım. Bu durumda, geçerli olan mutluluk tanımı kendi mutluluk tanımımızdır; deneyimlerimize, yaşam koşullarımıza ve isteklerimize dayalı bir mutluluk tanımı! Düşüncelerinizi şu sorulara açmaya davet ediyorum… Sizin mutluluk görüşünüz nedir? Eğer mutluluğu düşünmenizi istesem, hangi kavram ya da kelimeler zihninizden geçer? Belki bazı şekiller, figürler ya da görüntüler… Belki renkler ve tonlar… Bir yer olabilir, bir an ya da bir olay… Bunlar herhangi bir zaman diliminde mi? Belki geçmişte, içinde bulunduğunuz anda, ya da belki gelecekte…

 

Mutluluğa giden bir yol yoktur – mutluluk o yolun kendisidir.”  – Thich Nhat Hanh

 

Emin olduğum tek bir şey var, bizler mutluluğumuzu, daha çok, geçmiş deneyimlerimize veya şartlı gelecek beklentilerimize dayanan nesneler, olaylar veya yerlerle anlamlandırıyoruz. Hepimiz, hayatımızın belirli aşamalarında şu gibi lafları dillendirmişizdir: “Daha iyi bir işe sahip olduğumda; hayat eşimi bulduğumda; sağlığımı geri kazandığımda, mutlu olacağım.” Gerçek şu ki mutluluğa giden bir yol yok; hepimiz biliyoruz ki o yolu yürürken mutluluğu deneyimleyebiliriz. Mutluluğu gelecek deneyimlere bağlamak tamamen bir belirsizlik. İşin, eşin ya da yeni sağlık durumunun bizi daha mutlu edip etmeyeceğini bilmiyoruz bile! Bu gibi durumlar umut içerir (ki umuda sahip olmak şahane!), ancak, bu bana elma şekeri beklentisi ve elma şekeri çubuğuyla son bulmayı anımsatıyor! Bu gibi durumlarda kendime sorduğum asıl soru şudur: “Bugünkü iş durumum veya sağlık koşuluma rağmen, şu anda, beni mutlu kılan nedir?” Bu, bir ölçüde, gelecek beklentilerimi umuda dönüştürmeme ve bugünün sunduğu olanaklara odaklanmamı sağlıyor.

 

Genellikle deneyimlediğimiz bir diğer mutluluk yolu da, geçmiş deneyimlerimizi düşünmek ve onlar hakkında nostaljik şekilde konuşmak. Bu, biraz da, geriye bakarak geçmiş anı hatırlamak; bir partide, arkadaşlarla yapılan eğlenceli bir konuşmayı, güzel ve nefes kesici bir filmi, büyüleyici bir şehir turunu, veya işteki kaptırarak çalışma halini anımsamak; ve yumuşak bir gülümsemeyle “ne kadar da iyi vakit geçirmiştik!” diyebilmek. Tanıdık geldi mi? Ne harika değil mi?! Mutlu olduğumuz zamanı hatırlarken, mutluluk hissini daha fazla deneyimleme eğilimindeyiz. Bu olguda beni rahatsız eden şey ise, mutluluk arayışı ile şimdiki anda yaşarken, anlık deneyimlerin keyfini nasıl kaçırdığımızı daha az fark ediyoruz; ve ancak bir zaman sonra, keyifli, tatmin edici ve neşeli deneyimlerimizi hatırlayıp onlara değer veriyoruz.

 

Bunu belirli bir nedenle yapıyoruz: şimdiki zamanda fiziksel olarak var olsak da zihnimiz ve öznel değerlendirmemiz geçmişten geleceğe seyahat eder. Gerçekte, zamanda seyahat ederiz, ve gerçek anlamda dertleri ve pişmanlıkları yeniden yaşarız; hatta kaygı ve umutları önceden yaşarız. Doğrusunu söylemek gerekirse, ihtiyacımız olan şey, şimdiki an ve gerçekte olduğumuz an olan şuanda varolana tutunmak; onlara değer vermek ve şuanın sunduklarının tamamen tadını çıkarmak (şuanın tadını nasıl çıkaracağınızı hatırlamak için, önceki makalelerime bakabilirsiniz “Mindfulness’ı Anlamak”; “Dikkate Dikkat”; ve “Önce Farkındalık”). Şunu aklınızda tutun; sonuçta, bizler kendi hayatlarımızın yaratıcılarıyız; kendimizi perişan ya da mutlu kılabildiğimiz kusursuz becerilerimiz var! Dolayısıyla, zamanda seyahat etmenin yanı sıra, bilerek veya bilmeyerek yaptığımız şeyler var. Bunlar bizi tatmin edici, mutlu bir hayata sahip olmaktan alıkoyar. Aşağıda, genellikle yaptığımız, bu şeylerin pek çoğundan birkaçı bulunuyor. Şimdi, sizi bunlarda kendinizi değerlendirmeye davet ediyorum… Bunların ne kadarını yapıyorsunuz? Her maddeyi “Yapıyor musunuz?” şeklinde okuyarak değerlendirin.

 

  1. Belirli beklentilere sahip olmak; ve onlara ulaştıktan sonra, başarınızın değerini bilmeden derhal yenilerini oluşturmak.
  2. Kendinize ölçülemeyecek kadar yüksek hedefler koymak; başarmayı beceremediğinizde kendinizi “zavallı” olarak yargılamak.
  3. Oluşturduğunuz hedeflere ulaşmada memnuniyet seviyenizi genişletmek ve koşullandırmak.
  4. Kendinizi diğerlerinin başarı, hedefleri, amaç gerçekleştirmeleri, becerileri vb. ile kıyaslamak ve kendi özünüz ile birlikte olmamak.
  5. Hayatı, ulaşılması gereken bir takım duraklar, noktalar olarak algılamak, ne kadar erken oraya ulaşırsanız o kadar iyi!
  6. Hayatın neşesinin dış ortamdaki şeylerde gizli olduğuna inanmak.
  7. Daha fazlası için sormak, daha yükseğini hedeflemek, başkalarının çabaladıklarını aramak.
  8. Aynaya bakmak ve kendinize sormak: Siz kimsiniz?, Neler yapabilirsiniz?, Gerçekten ne yapmayı istiyorsunuz?
  9. Sahip olduklarınız, zamanla biriktirdikleriniz ve deneyimleriniz için minnettar hissetmek.
  10. Büyük zorluklar ve başarısızlıklara rağmen, başardıklarınız için kendinizden övgüyle söz etmek ve kendinizi ödüllendirmek; hafifçe omzunuza vurarak “İyi iş! Harikayım!” demek.
  11. Değer verdiğiniz insanlara hediyeler vermek, kibar hareketlerde bulunmak ve sürprizler ile onları neşelendirmek.
  12. Şefkat ve kibarlık hareketi olarak, tanımadığınız insanlara yardım etmek.
  13. Sevdiğiniz ve değer verdiğiniz insanlara “Seni seviyorum”, “Sana değer veriyorum” demek.
  14. Geri bildirim olarak, pozitif düşüncelerinizi ve sözlerinizi etrafınızdaki kişilerle paylaşmak.
  15. Hergün, gerçekleşen üç iyi şeyi gözlemlemek ve hatırlamak.
  16. Düzenli fiziksel aktivite yapmak.
  17. Hobi sahibi olmak.
  18. Gönüllü çalışmak, sosyal sorumluluk ya da herhangi bir alanda, insanların sizin uzmanlığınızdan faydalanabileceği sosyal katkı sağlamak.
  19. Güne pozitif tutumla başlamak; GÜLÜMSE J
  20. Güçlü yanlarınızı ortaya çıkaran ve hergün yapacağınız şeyleri yapmanızı sağlayan tutkunuzu bulmak (anlam ve amaç).
  21. Zihninizi, dikkatinizi ve farkındalığınızı şuanda olmak için eğitmek.
  22. Hayatınızı asla ölmeyecekmiş gibi planlamak; ancak yarın ölecekmiş gibi hayal kurmak ve yaşamak.
  23. İnsanların hikâyelerine, duygularına, deneyimlerine kulak vermek.
  24. Ölmeden önce yapılacaklar listesine sahip olmak! Hayatınızın her aşamasında listenizdeki maddelerden birini fark etmek.
  25. Tüm güç ve zayıflıklar, başarılar ve kusurlar, doğrular ve yanlışlar ile kendinizi olduğunuz gibi kabul etmek.
  26. Yeni şeyler, beceriler, diller, ifadeler ve yollar öğrenmek.
  27. Daima elinizden geleni yapmak; elinizden gelen mükemmel olmasa bile, varolan şartlarda elinizden geleni yapmış olduğunuz için kendinizi takdir etmek.
  28. Kendiniz ve diğerleri için kullandığınız sözcüklerle hatasız olarak, kendinize samimi davranmak.
  29. Her anı, olayı, durumu ve diğerlerinin davranışlarını, bir öz-gelişme fırsatı olarak, bağımsızca ve en önemlisi kişisel olmayan bir şekilde yorumlamak.
  30. Varsayım yapmaktan kaçınarak; duygularınız, düşünceleriniz ve davranışlarınız hakkında açık ve olabildiğince objektif olmak.

Eğer biz değilsek, kim? Eğer şimdi değilse, ne zaman?” -John E. Lewis

 

Şimdi, lütfen geri giderek bu maddeleri yeniden okuyun ve kendinize bunlardan hangilerinin kendi iyi oluşunuzu geliştirdiğini, mutluluğunuza katkı sağladığını, daha amaçlı, anlamlı ve serpilmiş bir hayat olanağı sağladığını sorgulayın… Bunun reçetesi yok! Mutluluğumuza ve iyi oluşumuza ulaşabilmek ve onları devam ettirebilmek için, her birimizin kendine has stili, tercihleri ve stratejileri var. Sizin için en uygun “yap” ve “yapma” dediğiniz şeyleri bulun; onlar size ait; uygulayın! Onlara değer verin! Harekete geçin! Çünkü bunlar sizi mutluluk için harekete geçiren ve mutluluğa ulaştıran adımlardır… John E. Lewis’in de dediği gibi “Eğer biz değilsek, kim? Eğer şimdi değilse, ne zaman?”

Hangi Yoldasın, Kabul mu, Direnç mi?

Önceki makalemde – “Kabul Et ya da Yok Ol!”, elimden gelen en iyi şekilde kabullenmenin gücünü yansıtmaya çalıştım. Her ne kadar anlaşılabilir ve dikkate değer görünse de, söylemek yapmaya göre kısmen daha kolaydır! Aslında, kabullenme hakkında “konuşmak”, bir durumla başa çıkabilmeye yönelik, oldukça fazla emek isteyen bir eylem planı oluşturmaya kıyasla çok daha kolaydır. Kabullenme ve direnç arasında kalmamız ise en moral bozucu olandır. Bilişsel olarak kabullenmeye istekli iken, bizim için zorlayıcı olana karşı bilinçaltında direnç gösteririz. Tüm amacım sorumlu ve kendinden mesul yaşamak için ufak bir pencere açmak; ve şunun farkında olmak: “Bütün fırtınalar hayatımızı bozmak için gelmez, hatta bazıları yolumuzu açmak için gelir.” Bu yüzden, direnç yolu ya da kabullenme yolundan hangisini seçip seçmeyeceğimiz bize bağlıdır. Bu yolların herbiri bizi farklı yönlere götürür. Bir kez hangisini seçeceğimize karar verdiğimizde, gerisi kolaydır!

 

Öncelikle, şu gerçeği kabul edelim: yeni deneyimlediğimiz veya yapmak için girişimde bulunduğumuz her küçük şey ilk olarak zordur! Doğal olarak, her ‘küçük adım’ denemesi ile, yeni öğrenim ve deneyimleri biriktiririz. Kazanılan bilgi, basit pratiklere yol açar ve sonunda “pratik mükemmelleştirir.” İş “çocuk oyuncağı” kadar kolay bir hâl alır. Bu durum, sahip olduğumuz her ufak şey için geçerlidir: bir öğrencinin matematik problemi, yetenekli bir çalışanın yeni çalışma tekniği, ya da geleneksel düşünce yapısına sahip olan bir insanın düşüncelerindeki değişim! Yine de, seçmek için nedenleri, niyeleri ve nasılları anlamak çok önemlidir… Bu sebeple, bu iki yolun – direnç ve kabullenme, bizi nereye götürdüğüne bir bakalım.

 

Lütfen bir süredir sizi zorlayan bir durumu düşünün; bir şekilde çözdünüz veya hâlâ çözülmeyi bekliyor. Ben buna, tepkinizi veya yanıtınızı bekleyen bir uyaran diyorum. Diğer bir ifadeyle, bu, zorlayıcı durumlara karşı olan tutumunuzdur. Lütfen tutumunuzu anımsayın. Hangi yolu seçtiniz, otomatik bir direnç tepkisi mi, yoksa bilinçli bir kabullenme yanıtı mıydı? Bunlar birbirlerinden oldukça farklıdır. Her biri, sizi tamamen farklı yönlere götürür. Farkı deneyimlemek için, sizi küçük bir alıştırmaya davet etsem… eğer oturma pozisyonundaysanız, ayağa kalkın ve bir duvar önünde bir adım uzaklıkta durun. Yazı yazdığınız kolunuzu kaldırın, avuç içinizi duvara yerleştirin. Avucunuzla duvara dokunarak, duvarın soğukluğunu, dokusunu ve hareketsizliğini hissedin. Şimdi duvara baskı uygulayın; tüm gücünüzle duvarı itin. Avcunuzda, kolunuzda ve omzunuzda hissettiklerinize dikkatinizi verin. Hafifçe; biraz daha güçlü; ya da tüm gücünüzle bastırdığınızda her ne oluyorsa gözlemleyin… Bu size nasıl hissettiriyor; duvar hâlâ hareketsiz mi duruyor, yoksa sanki duvar sizi geri itiyor gibi mi geliyor?

 

“Nasıl geri itebilir ki? O sadece bir duvar; hareketsiz bir duvar!” Bunu merak ediyor olabilirsiniz. Lütfen, bir anlığına durun ve avcunuzdaki, kolunuzdaki ve omzunuzdaki hislerinize dönün ve dikkatli bir şekilde duvardan gelen hafif bir geri itme algısını hissedin. Ne kadar güçlü bastırırsanız, gücü o denli yüksek hissedersiniz; daha hafif basınç uyguladığınızda, geriye daha az bir direnç hissedersiniz; tümüyle bıraktığınızda ise (hiç bastırmadan hafifçe dokunduğunuzda), omzunuzda, kolunuzda ya da avcunuzda herhangi bir basınç hissi yaşamazsınız. Gerçekten, cansız, hareketsiz bir duvar ile karşılıklı bir güç alış-verişi yaptınız. Peki, bir uyaranla karşılaştığımızdaki tutumumuzu düşündüğümüzde, tüm bunların anlamı ne?

 

Direnç gösteren tutumu benimsediğimizde neler olur? Durdurmaya, görmezden gelmeye veya bir kenara itmeye çalışarak direndiğimiz uyaran, eş yükseklikte bir güç ile bizi geri iter. Duvarın direncini gözlemlerken; sizin direncinize kıyasla biraz daha güçlü olsa bile, duyularınızı üst kol ve omzunuzda hissedebilirsiniz. Baskıyı bıraktıktan sonra, güç artık var olmasa da etkisi yine de sizinledir. Bunun sebebi; bizler anlık duyu ve olayların daha az bilincindeyizdir, dolayısıyla tepkimizden belki de saatler günler sonra etkiyi hissederiz. Direnç yolunu seçtiğimizde başka neler olur? Yargılama, etiketleme veya iyi-kötü, doğru-yanlış vs. olarak kategorize etme gibi otomatik tepkiler aracılığıyla, fiili gerçekliği görmezden gelmeyi seçtiğimiz ve onun hayatımıza girmesini engellemeye çalıştığımız, olumsuz duygular döngüsüne gireriz. Kendimizi durumu geçici olarak hafifleten ancak gerçeklik algımızı bozan hikâyeler uydururken bulabiliriz. Bu yol, düşünce, duygular, gözlemler, açıklık vb. kaynaklarımızı yönetme becerimizi kaybetmemize sebep olur. Bir bakıma, işlevselliğimizi, dışsal çevre ile olan etkileşimlerimizin minimum seviyede kaldığı kapalı bir sistemin içerisine kapatırız veya daraltırız.

 

Şimdi de kabullenme yolunu seçtiğimizde neler olabileceğine bakalım… Tüm işlevsellik süreci, bireylerin bilinçli bir yanıt vermeyi benimsediği tamamen farklı bir yola sebep olur. Bu yolda, gözlemle, almaya hazır bir açık farkındalıkla, keşfetmeye yönelik merakla ve yargılayıcı olmayan tutumla, kendimizi olumsuz duygu döngüsünden çıkarırız; durumla baş etmeye istekli ve sorumluluk alma gücüne sahip olduğumuz “nötr” alana doğru yönlendiririz. Hareketlerimiz ve onların sonuçlarından sorumlu hissederiz; çünkü düşünce, duygular, gözlemler, açıklık vs. gibi kaynaklarımızı dikkatlice gözlemleyerek ve bilinçli olarak yöneterek, tasarlanmış bir eylem planı ve davranış biçimini seçeriz. Burada, açık bir sistemde işlevselliğimizi genişleterek kendimizle ve başkaları ile sağlıklı ilişkiler kurarız.

 

Psikolog Barbara Fredrickson, bu mekanizmayı Genişlet ve Oluştur Teorisi (Broaden-and-Build Theory) aracılığıyla açıklar. Bu teori, olumsuz duyguların ve zorlayıcı durumların, kişinin düşünce ve hareket kapasitesini engellediğini ve kısıtladığını iddia eder. Bu durum, hızlı ve sonuca götüren hareketlere sebep olur. Bu hareketler veya “tepkiler”, beraberinde anlık fayda veya zarar getirebilir. Halbuki, olumlu duygular hâlinde ya da güven hissinde, kişinin düşünceleri ve eylem süreci genişler. Zihnin ürettiği düşünceler ve eylemler, daha fazla potansiyel sonuçlar doğurur; bu genişlemiş hâl, kişilerin daha fazla alternatif düşünce ve eylem üretmelerine, ve daha uzun süreli psikolojik, fizyolojik, zihinsel ve sosyal kaynaklarını sağlamalarına yönelik kapasitelerini geliştirmektedir. Özetle, direnç yolu düşünce ve eylem kapasitemizi daraltıp engellerken, kabullenme yolu kapasitemizi genişletmek ve inşa etmek için gerekli altyapıyı üretir. Böylece, içinde var olduğumuz an bizim için her ne sunacaksa, onu kabul etmek ve sonra olumlu bir dönüşüm ve iyi-oluş için o şekilde davranmak çok daha iyidir.

 

Kabullenme iki ana kavramı kapsar: ‘koyvermek’ (let go) ve ‘oluruna bırakmak’ (let be). Bu kavramlar bağışlamak ve unutmakla da ilişkilidir. İki senaryo düşünelim. Senaryo 1: Trafiğin en yoğun olduğu saatlerde araba kullanıyorsunuz. Rotayı kontrol etmenize rağmen, bile bile yoğun trafiğe girdiniz. Yanlış seçiminiz yüzünden hüsran dolu hissediyorsunuz, kendinize kızıyorsunuz ve son dönüşü yapmamış olmayı diliyorsunuz! Belki de, “keşke bu dönüşü yapmasaydım” diyerek olumsuz duyguların içine sürükleniyorsunuz ve gideceğiniz yere varana kadar kendinizi yargılıyor veya azarlıyorsunuz. Kendinize bu davranışı hak edecek ne yaptınız? Pek çok alternatifin arasından seçim yaptınız ve seçiminizle devam ettiniz! Ne yazık ki, seçiminiz yanlış bir seçime dönüştü! Tam tersi de olabilirdi. Bu arada, bu şu gerçeği değiştirmez; siz aslında seçiminizi yaparken diğer alternatifleri bıraktınız. Yani, siz onları çoktan koyverdiniz! Neden şimdi yanlış kararlar vermenin getirdiği olumsuz duyguları bırakmanız bu kadar zor? Kendimize hatalar yapmak için izin verip kendimizi bağışlamıyor muyuz? Bunu yapmamızı kim engelliyor? Bağışlama ve kabullenme için kendimize yasaklar koyan da izin veren de bizleriz. Uzun lafın kısası; kabullenme, bağışlama ve koyverme ile doğrudan ilişkilidir!

 

Senaryo 2: Yine trafiğin en yoğun olduğu saatlerde araba kullanıyorsunuz; her zamanki rotanızı seçtiniz. Maalesef, bir saatten fazla süredir aynı noktada, trafiğe takıldınız! Herhangi bir yöne hareket edemiyorsunuz, hüsrana uğramış, bunalmış hissediyor ve durumdan kurtulmak istiyorsunuz. Yapabilecek hiçbir şeyiniz yok ve trafik açılana kadar beklemek zorundasınız. Bu, yanlış zamanda yanlış yerdeymişsiniz gibi görünen, istenmeyen bir durum; belki de değil! O an orada olmanızın yanlış karar veya seçiminizle hiçbir ilgisi yok. Bu demek oluyor ki koyvereceğiniz hiçbir şey yok (seçim, karar veya eylem). Sadece, o belirli anda orada bulunmanız gerektiği gerçeğini kabul etmeye ihtiyacınız var! Buna karşı mücadele etmek yerine, neden oluruna bırakamıyorsunuz? Eckhart Tolle, şimdiki zaman ne barındırıyorsa, sanki bu bizim seçimimizmiş gibi kabul ederek; her zaman şimdi için çalışmayı, ona karşı çalışmamayı öğütler; çünkü mucizevi bir değişim fırsatı burada yatar. Yani, sadece bir kereliğine, bir ara verin ve durumu oluruna bırakın! Her ne varsa ona teslim olun! Bu, ihtiyacınız olan tüm düşünce, fikir ve kaynakların size gelmesine izin verecektir. Yani eğer koyveremiyorsanız –yapabiliyorsanız mutlaka yapın- oluruna bırakın!

 

 

Şimdi sizi, bir uyarana karşı, kabullenme süreci ile ilgili size yardımcı olacak pratik bir araçla tanıştıracağım. Bu 5 adımdan ibaret basit bir yöntem: Ara ver (pause), Nefes al (inhale), Fark et (notice), Anlamlandır (articulate), ve Yanıtla (respond), yani ANFAY. (İngilizce akronimi: PINAR)

  1. Zorlayıcı bir durum –uyaran, ile karşılaştığınızda uğraştığınız her neyse kısa bir Ara verin, bütün düşünceleri, eylemleri veya duyguları kısa bir süreliğine bırakın (A).
  2. Bu mola, olası dramadan bir adım geriye çekilmeniz için size bir fırsat verir. Bir anlık ‘olayın dışında olduğunuzda’ birkaç Nefes alın; nefes alırken temiz havayı vücudunuza alın ve nefes verirken zehirli düşünceleri, hisleri, etiketleri, yargıları, sonuçları ve hatta niyetleri bırakın (N).
  3. Bir kez zehri dışarı attığınızda, içinde var olduğunuz anın size sunduklarını gözlemlemek ve doğal olarak fark etmek için kendinize izin verirsiniz. Kendinize izin vermeniz, içinizde olanlar (duygular, bedensel algılar, düşünceler, beklentiler, niyetler, tutumlar vs.) ve durumda olanlar hakkında size farkındalık kazandırır. Bu aşamada, tüm ihtiyacınız, Fark etmek, gözlemlemek ve her ne geliyorsa kabul etmektir (F).
  4. Şimdi, gözlemlerinizi açıkça anlamlandırmanın ve onları sorgulayarak, muhakeme ederek ve hedef oluşturarak ifade etmenin tam zamanı. Bu Anlamlandırmanız sonucunda, tasarlanmış eylemlerinize yönelik yeni içgörüler oluşturursunuz. Niyetinizin daha fazla farkında olur, yapmak üzere olduğunuz eylemlerin sonuçları üzerinde çok daha fazla kontrole sahip olursunuz (A).
  5. Son adımda ise, bir tepki yerine, bilinçli, otokontrol sahibi ve Yanıtlayıcı tutum ile harekete geçmeye hazır olursunuz. Bu kabullenme veya direnç yolunu seçmenize bağlıdır (Y).

 

Unutmayın, “pratik yapmak mükemmelleştirir” her zaman küçük adımlar ile mümkündür… İhtiyacımız olan tek hatırlatıcı Ara vermektir! Bir kez ufak anlık bir arayı hatırlayabildiğimizde, sıkıntı anları, mücadeleler veya zorluklar, kalan her şey birbirini izler…

 

Her denemenizin tadını çıkarın; öğrenmenin tadını çıkarın; ve hayatın tadını çıkarın!

Kabul Et ya da Yok Ol…

Sorunlarımızın çok derinden içimizi yediği bazı zamanlarımız olmuştur. Bu gibi zamanlarda etrafımızı saran evrenin büyüklüğü ve bizlerin çok küçük olduğu gibi ufak bir detayı unuturuz. Ufak varoluşumuza kıyasla, yaşadığımız neşe ve üzüntüler, başarı ve kaygılar, kesinlik ve karışıklıklar, ya da çözüm ve anlaşmazlıklar, evrenin enginliği yanında tamamen önemsiz görünebilir. Bu kozmik perspektifle bakınca, deneyimlediklerimiz tamamiyle önemsiz görünebilir ancak bireysel açıdan, bu bizim göz ardı edemeyeceğimiz gerçekliğimizdir. Nasıl bir ikilem ama! Bir yanda evren karşısında olan önemsizliğimiz; diğer yanda bizim varoluş gerçekliğimiz. Ne yapabiliriz ki? Bir denge var mı? Evrendeki boyutumuza rağmen kendimizi önemli hissedebileceğimiz bir yol var mıdır? Evet var! Kabullenmek!

 

Her ne oluyorsa, her ne olabilecekse kabul etmek… Bu, iyi ya da kötü, büyük ya da küçük, keyifli ya da sevimsiz, başarı ya da başarısızlık; gerçekliğimizde her ne varsa onu kabullenmek. Kabullenme bize özgür bir nefes anı verir ve bizi devam etmek için yeni enerjiyle besler. Yapıcı seçimler üretme, gerçekliğe sağlıklı karar vermeyi getirme gibi yeni seçenekler oluşturabilmek için altyapı meydana getirir. Özünde kabullenme, varolan gerçeklikten bir adım geriye giderek vizyon ve strateji netliği kazanmak, ve daha sağlam ve edilen harekete geçmek için birkaç basamak öne doğru ilerlemektir. Kabullenmenin karşıt tutumu ise dirençtir; nefes almaya, düşünmeye direniriz ve her ne varsa onu durdurmaya çalışırız.

 

Dalgaları durduramazsınız, ama dalgalarla sörf yapmayı öğrenebilirsiniz.” – John Kabat-Zinn

 

Bu ileri-geri adımlar arasında, birkaç temel prensip vardır: niyet, tutum ve açıklık. Önceki makalelerde, niyet ve tutumun bazı belirli hareket ve eylemlerimizde yaşam rotamızı nasıl belirlediğinden (Makaleler için tıklayınız: Yaşamınızı Nasıl Sürmek İstersiniz? Tesadüfen veya Tasarlanmış… & Bana Tutumunu Göster, Sana Yolunu Göstereyim!); alıcı dikkat ve farkındalığın hayatımıza nasıl neşe ve mucizeler getirdiğinden (‘Dikkat’e Dikkat) söz ettim. Niyet bize bir doğrultu (amaç/hedef) ile yol gösterirken, tutum süreç içinde bizi yönlendirir ve kabul bize netlik, detaylı vizyon kazandırır. Yargılayıcı, dirençli ya da yaklaşan gerçekliği kabullenici olmak veya olmamak tümüyle bizim tercihimiz. Ya hayatımızdaki dalgalara/fırtınalara karşı direnç göstererek veya onları görmezden gelerek boğuşmaya devam ederiz; ya da onların varlığının açık gerçekliğini kabullenerek, hayatta kalma yolları bulmayı öğreniriz! Dolayısıyla, niyet ve yargılayıcı olmayan alıcı kabullenme tutumu birbiriyle çok yakından ilişkilidir.

 

Peki kabullenme nedir? “Kabul” kelimesinden türemiş bir kavramdır, fakat aslında ortaya koyduğundan çok daha geniş bir anlamı vardır. Etimolojik olarak, kökeni Latince acceptare (accipere) olan ve “bir şeyi kendine almak”, “isteklice almak veya kabul etmek” ya da “çaba sarf etmeksizin elde etmek veya teslim almak” anlamlarına gelen bir kelimedir. Üzerine biraz daha düşünürsek, kabullenmenin olduğu bağlamda doğal olarak bir açıklık vardır! Yani, kabullenme, verme hareketinden gelen bir alma eylemi içerir; aynı zamanda bu derin bağlamda başka tutumlar da içerir: affetmek, unutmak, anlamak, empati yapmak, kucaklamak, vazgeçmek ve bırakmak!

 

Kabullenmenin en basit örneklerinden birini düşünelim. Birinin size güzel bir hediye verdiğini hayal edin. Boyut, değer ya da uygunluk olarak düşüncelerinizin ötesinde. Sevinç ile gözünüz kamaştı! Hediyeye bayıldınız! Ne yaparsınız? Memnuniyetle kabul eder, “Teşekkür ederim” dersiniz; belki de kibar bir jestle bir buket çiçek ile karşılık verirsiniz. Şimdi sizi başka bir durumu düşünmeye davet ediyorum: yakın bir arkadaşınız işinizi ve kişisel hayatınızı ne kadar iyi dengeleyebildiğiniz hakkında size iltifat ederek, etrafınızdaki insanlarla güçlü bağlantılar oluşturduğunuzu ve yaşamınızı pozitif bir bakışla sürdürdüğünüzü söyledi. Nasıl cevap verirdiniz? Muhtemelen, açık gönüllülükle tamamını kabul ederdiniz! Bu kez de işyerinizdeki yöneticinizin, okuldaki hocanızın, çok da samimi olmadığınız yan komşunuzun, ya da uzaktan akrabanızın size “sağlam” bir geribildirimde bulunduğunu düşünün. Size işinizi ve kişisel hayatınızı iyi dengeleyemediğinizi, etrafınızdaki insanlarla güçlü bağlantılar kuramadığınızı ve hayata karşı pozitif bakış açınızı koruyamadığınızı söyledi… Tepkiniz ne olurdu? Hepsini açık gönüllükle kabul eder miydiniz; hatta devamını sorar mıydınız?!

 

 

Büyük olasılıkla, kabullenmeniz ilk durumdaki kadar kolay olmazdı. Peki neden? Tabi ki size geribildirim veren, sizin cevabınızla çok şey yapabilir. Genelde, derin güvenilir bir ilişkide, aldığımız geribildirimlere karşı daha fazla kabullenme tutumuna sahip oluruz. Yine de, nereden geldiği ya da içeriği –pozitif ya da negatif olması önemli midir? Aslında hiç de değildir! Pozitif veya negatif geribildirim almakta zorlanan pek çok insan vardır; özellikle ne kadar iyi göründükleri, belirli kıyafetlerle ne kadar güzel oldukları; ya da yeni stillerinin ne kadar güzel olduğu belirtildiği zamanlarda. Basitçe, samimi bir şekilde “Teşekkürler…” demek yerine, pozitif görünüşlerine mazeret bulmaya çalışırlar. Bu, genelde, öz-farkındalık ve öz-onaylama eksikliği sebebiyle olur. Biliyorum; çünkü ben de onlardan biriydim! Dolayısı ile, mesele bizim geribildirimlere verdiğimiz tepkide değil; mesele kendimizi olduğumuz gibi kabul etme kapasitemizle, kendimizi üstünlük ve zayıflıklarımızla, başarı ve kusurlarımızla, güvensizliklerimiz ile birlikte ve sonunda bir bütün olmamızla ilgili. Brian Tracy diğerlerine verebileceğimiz en büyük hediyenin koşulsuz sevgi ve kabullenme olduğunu söyler. Ben buna bir ekleme yapıyorum: başkalarından gelmesini beklemeden önce biz kendimize bu hediyeyi verebiliriz; kendimizi koşulsuz kabul edebilir ve sevebiliriz!

 

Başkalarına verebileceğin en büyük hediye, koşulsuz sevgi ve kabuldur.” –Brian Tracy

 

Hepimiz koşulsuz sevgi ve kabullenme yetileriyle donanmış olsak dahi, neden kendimizi, diğerlerini ve etrafımızdaki şeyleri oldukları gibi kabul edemiyoruz? Farkındalık (mindfulness) açısından kabullenmenin doğrudan dikkat, farkındalık, açıklık, niyet ve tutum ile ilişkili olduğunu düşünecek olursak, bizler çoğu uyarıcıyı iyi ya da kötü şeklinde etiketleme ve gelen unsurlara yargılayıcı bir tutumla direnç gösterme eğilimindeyiz. Aslında, bunu kendimizi olabilecek kötülükten korumak adına yapıyoruz. Tıpkı, çift yüzlü bir kılıç gibi, kendimizi olumsuzluktan korumaya çalışırken, aynı derecede kendimizi olabilecek olumlu şeylerden de ayırıyoruz. Unutmayın, her şey ikiliklerle (dualite) gelir, kendimizi birine kapattığımızda, diğerine de kapatırız! Daha basitçe söylemek gerekirse, etiketleme yaptığımızda ve kesin yargıyla karar verdiğimizde, pozitife doğru yönelme eğilim olasılığımız azalıyor. Başka bir deyişle, kendimizi bir şekilde etiketlenmekten özgür bırakmadığımız sürece, hayatın bize sunduğu alternatifleri, seçimleri ve güzellikleri yaratmamıza yardımcı olacak uyaranları yakalayamayacağız; çünkü ihtiyacımız olan dikkat ve farkındalığımızın açık olmasını önlemiş olacağız. Gözlerimizi, kulaklarımızı ve duyusal becerilerimizi, gerçek anlamda, hayatın tüm mucizelerine kapatmış oluruz.

 

Diğer yandan, kabullenebildiğimizde, daha fazla direnç ve mücadelenin olmadığı teslim olma noktasına geliriz. Tam da o anda, iyiye veya kötüye dirençli olmadığımız için, faydalandığımız etkenlere karşı daha kabul edici oluruz; varoluşlarının daha da fazla farkında oluruz; hayatımıza getirecekleri olasılıkların farkında olmak için zihnimizi geliştiririz; ve sonunda niyetimize yönelik davranış biçimlerini daha iyi kurarız. Böylece, kabullenme bizi yeni olasılıklara ve en nihayetinde yeni şanslara kapı açarken, direnç ve kabullenmeme bize kapıları ve yolları kapatır, ve en nihayetinde bizi yok olmaya doğru giden çıkmaz yola götürür. Eminim ki bu basit gerçeği bilmek, yok olmak yerine kabullenme yolunu seçme açısından değerlidir.

 

NOT: Bu makale kabullenme algısına dokunmak ve kabullenmeyi konsept olarak anlamak için bir aracı olma amacıyla yazılmıştır. Çok açık ki, ne kelimeler ne de makaleler bu konseptin özünü derince analiz etmek için yeterlidir. Baştan sona çalışmak ve anlamak çağlar almıştır, belki Doğu’nun Zen felsefesi –Farkındalık (Mindfulness) aracılığıyla, belki Yahudi geleneklerinin felsefik anlayışıyla –Kabbalah (ulu yaşam ve varoluşu anlama ve tanımlamayı arayan; bireyleri ve dünyayı gelişmek için bir bütün olarak yönlendiren eski bir ruhani bilgelik); ya da İslam içindeki tasavvuf aracılığıyla –Sufizm (doğruluğu sadece kendini düşünmemeyi deneyimleyerek gerçeği arama). Ayrıca, Kabbalah, kelimesi etimolojik olarak, İbrani kökü kabel (fiil olarak lekabel) ile “teslim alma” veya “kabul etme” anlamlarına gelir. Tüm bu çerçeveye rağmen, şu çok açıktır ki: bütün mistik felsefeler daha iyi bir yaşam ve tüm türler için daha sağlıklı bir varoluşu ararlar. Tıpkı bizler gibi!

Neyi Bilmediğini Biliyor Musun?

İnsanlık tarihi boyunca, insanoğlu, çoğunlukla da filozoflar, bilginin özünü, bizim düşünce sistemimizi ve bilgiyi nasıl işlediğimizi sorguladılar. Muhtemelen, Sokrates’in ‘Bildiğim tek şey hiç bir şey bilmediğimdir’ aforizması tüm zamanların en iyi bilinen felsefi alıntılarından biridir. Sokrates aslında mutlak kesinlik ile hiçbir şeyin bilinemeyeceğini ama belirli şeyler hakkında emin hissedilebileceğini vurgular. Fakat, bu tartışmaya açıktır, özellikle bildiklerimizi nasıl bildiğimizi felsefi bir bakış açıyla analiz edersek. Ben Bilgi kuramını (Theory of Knowledge) dikkat ve farkındalık (mindfulness) perspektifiyle tartışacağım; farkındalığın, öğrenme mekanizmasıyla nasıl ilişkili olduğunu, yani enformasyonun (information) bilgiye (knowledge) nasıl dönüştüğünü açıklayacağım.

 

Günümüzde, enformasyon ve bilgi en değerli varlık olmuştur. Bilgi soyut formuna rağmen, toprak, makine gibi herhangi bir somut araçtan daha değerlidir. Tarihte geriye baktığımızda, güç sahipleri için en değerli varlık 20. yüzyılda teknoloji devrimi ile silahlar, taşıtlar ve aletler; 19. yüzyılda sanayi devrimi ile birlikte makineler; ve 13. – 18. yüzyıllarda orta çağda toprak olarak görülüyordu. Bugün, bu somut araçlardan hiç biri, ne toprak ne makine ne de teknolojik aygıtlar, enformasyon ve bilgi kadar değerli değildir. Dahası, Uber, Airbnb, Facebook ve Whatsapp gibi günümüzün öncü şirketlerini ve piyasa değerlerinin enformasyon ve bilgi yönetimine dayandığını gözönünde bulundurduğumuzda, bu argüman kendi kendini haklı çıkarmakta. Geleceğe baktığımızda, güç aracı, enformasyona, bilgiye, büyük verilerin (big data) yönetimine ve kolektif bilgiye (collective knowledge) doğru dönüşmektedir. Yakın zamanda, 20 yıldan daha da kısa bir süre içinde, bizler hayatımızı yapay zekâ (artificial intelligence, AI) ile “keyifle” paylaşacağız, robotlar bizim yerimize işlerimizi yapmaya başlayacak, ve artık enformasyon ve bilgiye sahip olmak esas geçerli nitelik olmayacak.

 

Hayal kırıklığınızı ve çaresizliğinizi uzaktan hissediyorum. Bizler bu duruma ya gözlerimizi kapatacağız ya da bu acı gerçeği kabul edeceğiz. Eğer bu durumla ilgilendiyseniz ve daha fazla bilgi almak isterseniz, size Noah Yuval Harari’nin 2018 Dünya Ekonomi Formundaki son konuşmasını izlemenizi öneririm. Yine de, amacım, dünya kendi gelişim hızıyla ilerlerken, tüm acı gerçekle beraber enformasyon ve bilgiyle ilgili yapabileceklerimize dair ışık tumak ve bunun aydınlık tarafını paylaşmak.

 

Beni tek kelimeyle şaşırtan bir diğer tuhaf acı gerçek ise Epistemoloji (bilgi kuramı) alanındaki ‘çok yeni olmayan’ gelişmelerdir. Jean Piaget, Joseph Jaworski, Ernst von Glaserfeld, Jere Confrey gibi bilim insanları sahip olduğumuz asıl bilginin gerçekte doğru olmayabileceğini ileri sürmüş ve bilginin öznel olduğunu iddia etmişlerdir. Onlar bilgi teorisini ve öğrenme mekanizmalarını Yapısalcı yaklaşım içinde (Constructivist approach) açıklıyorlar. Bu yaklaşım, öğrenenleri aktif bireyler olarak görmektedir; bilgiyi çevreden pasif olarak almak yerine; gözlem, etkileşim ve nesnelerle olan deneyimlerine dayanarak, yeni bilgiyi inşa eder ve içselleştirirler. İşte, enformasyonu bu şekilde bilgiye dönüştürmekteyiz. Bu süreç, insandan insana farklılık gösteren “deneyimsel gerçeklik” üzerine kurulduğu için, bilgi de öznel olarak kabul edilir. Yani, ‘yeni’ bilgi ve öğrenme anlayışına göre, bildiğimiz şeyler mutlak kesinlikle doğru olmayabilir. Bu sayede, geçerliliğini araştırarak bilgimizi sürekli olarak gözden geçiririz. Ama nasıl?

 

Öğrendikçe, ne kadar çok şey bilmediğimi fark ediyorum.’

                                                                                                           – Albert Einstein

 

Ne bilmediğimizi bilebileceğimiz bir yol var mı? “Bilmediğimi bilmiyorum” ne anlama geliyor? Bilgimizin nasıl farkında olabiliriz? Kulağa bir tuzak gibi geliyor: bilmediğini bilmiyorsun! Bu tuzak gibi görünen durum Albert Einstein’ın ünlü sözlerini akla getiriyor – ‘Öğrendikçe, ne kadar çok şey bilmediğimi fark ediyorum.’ Aslında, bildiğimizi bildiğimiz ve bilmediğimizi bildiğimiz olgular, dev bir buzdağının sadece açık ve net görünen ucudur. Buzdağının altında bilinmeyenle dolu bir dünya yatıyor!

 

Bu yüzden, bilinmeyendekini yüzeye çıkarmanın anahtarı dikkat ve farkındalıktır. Farkındalık bizi net açık bir alanda tutar, ve dikkat bilgiyi işleme mekanizmasında bize yardımcı olur. Bilgimizin farkındalığını genişletebilmek için, bizi sarmalayan enformasyon öbeklerine dikkat etmemiz gerekir. Söylemesi kolay! Çünkü, sürekli olarak değerli ya da değersiz adeta bilgi bombardımanına maruz kaldığımızda, ya dikkatimizi veririz, veyahut görmezden geliriz. Bizim dikkat etme ya da görmezden gelme tutumumuz, içerik, ihtiyaçlar, ilgi alanımız veya bazen rastlantılara dayalı değişiklik gösterir. Sıklıkla kendimizi bir reklam panosu, kitap kapağı, gazete başlığı, sosyal medya gönderisi, internet bağlantısı veya dedikodu gibi rastgele çeşitli enformasyon akışlarıyla karşılaşmış olarak buluruz; ve bir enformasyon parçasını bilgiye dönüştürmeye yönelik dikkatimizi tetikleyen bir etkisi bulunmaktadır.

 

Bu süreç, bilinçli yeterlilik olarak adlandırılan öğrenmenin dört aşamasından geçer. James Atherton bu süreci bir kişisel farkındalık aracı kullanarak açıklamıştır. Bu araç başkalarını ve kendimizi daha iyi anlamak için kullanılır (Johari Window – Joe Luft and Harry Ingham, 1955). Atherton, “bilme ve bilmeme” sorunu için Johari penceresini (Johari Window) modelleyerek; bilinçli yeterlilik çerçevesinde bilgiyi açıklamıştır (aşağıdaki şekle bakın). Bilinçli bir yetersizlik seviyesinden bilinçli bir yeterliliğe ulaştığımız zaman bilgi edinimi gerçekleşir; yani “bilmediğimizi bilme” alanından (Kör) “bildiğimizi bilme” alanına (Açık) geçtiğimizde öğrenme meydana gelir.

 

Şimdi, canınızı sıkan tuhaf fiziksel ya da duygusal bir duyumun olduğu zamanı düşünün; varlığının farkındaydınız fakat duyumun gerçekte nasıl olduğunu bilmiyordunuz; ya da onu anlamlandıramıyordunuz. Yeterince dikkat ve farkındalığınızı verseniz, duyumu bilinçli olarak tanımlama aşamasına geçebilir ve etrafınızı kuşatan bu duyumu hissetmeye ve bilmeye başlardınız.

 

 

‘Yetkinliğin dört aşamasında “bilme ve bilmeme sorunu

 

Yukarıdaki örnek basit olsa da, daha karmaşık ve zorlu iş, içimizde varlığından bile haberdar olmadığımız fiziksel ve duygusal duyguları tanımlamaktır. Bu gizli alanda duran bilinmeyendir (Gizli). Stresli ve zor bir gününüzü düşünün. Hoş olmayan deneyimler yaşadınız ve nihayet günün sonunda, “sakince” oturarak akşam yemeğinizi yiyorsunuz. Aniden omuzlarınızda ve sırtınızda tutulma hissetmeye başlıyorsunuz, başınızı yana doğru çevirmekte zorlanıyorsunuz. Bu his, muhtemelen yaşadığınız stresli günün bir sonucudur. Bu stresli gününüzde, muhtemelen kaslarınızda bir çeşit gerginlik yaşadınız, ancak ne hissettiniz, ne de farkındaydınız. Tüm gün boyunca oradaydı fakat bilinçsiz yeterlilik seviyesinde gizlenmişti. Bu gerilim beklenmedik bir şekilde, dikkatinizi çeken çok daha kötü bir acı ile kendini gösterdi. O andan itibaren, acı (enformasyon parçası), kaynağını ve çözümünü bulmaya yönelik farkındalığınızı yeniden canlandırmak için tetikleyici bir aracı oldu.

 

Bilinçsiz yetersizlik seviyemize atıf yapmak için daha fazla örnek üretebiliriz. Örneğin, hiç dağ tırmanışı ya da tüplü dalış yaptınız mı? Çince bir kitap ya da film senaryosu yazdınız mı? Bir düğün pastası veya muazzam bir kraliyet yemeği pişirdiniz mi? Bunları nasıl yapacağınızı veya herhangi bir ilginiz olup olmadığı konusunda fikriniz dahi yok. Belki bunları öğrenmek ve yapmak isteyebilirsiniz. İlginç olan şu ki, yukarıdaki satırları okuyana kadar fikrin kendisi dahi aklınıza gelmemiş olabilir.

 

Bu bilinmeyen bilinçsiz yetersizlik alanı, okyanus kadar derindir. Milyonlarca fikir, etkinlik veya yetkinlik burada derinlerde saklıdır. Herşey, dikkatinizin bir fikir, farkındalık, ya da cazibe noktasına takılacağı “rastgele” bir uyarıcıya bağlıdır; ve oradan öğrenme sürecinin başlangıç noktasına bilinçli yetersizlik alanına gidecektir. Bir fikir, bilgi parçası veya beceri seti bilinçli yetersizlik alanına (Blind) düştüğü anda, bilgi edinme fırsatını yaratacak ve açık alanı genişletecektir. Elbette ki, bilginin inşa edilmesinde gözlem, etkileşim ve deneyim sürecinde ilerlemek, bizim tercih ve ilgimize bağlıdır. İşte bu noktada Açık alana geçebilir veya Kör alanda kalmayı seçebiliriz. Bu tarz bilgi transferi yolu –ister manuel, bilişsel veya fiziksel– her türlü beceriler ve yetkinlikler uygulanabilir. Bildiğini bilmek konusuyla ilgili daha fazla bilgi edinmek için linkteki Atherton’ ın makalesini okuyabilirsiniz.

 

Eğer buraya kadar okuduysanız, “bildiğini bilmek” konusunun bu günle olan bağlantısı hakkındaki gerçeği öğrenmeyi hakettiniz; veya bu konuda neden farkında olmamızın önemli olduğunu. Bugün bilgi ve bilgi yönetimi, bir güç aracıdır. Bu gücü elinde tutmada sorumlu olmak için, kişi öncelikle kendini bilmeli, ve kendi becerilerinin ve yeterliliğinin farkında ve dikkatli, olmalı; ve sonra diğerlerini bilmek ve yönetmek için yetkin olmalıdır. Mindfulness –dikkat ve farkındalık– uygulamaları, bilinmeyen alanda saklı olanları ortaya çıkarmaya yarayan en güçlü araçlardan biridir, ki bu bireyi öz-keşif yoluyla bilinçli yetkinliğe yönlendirir.

 

Bu nedenle, bir sonraki meditasyon seansınızda, meditasyon sürecinin bilinmeyen içinde gizli kalanları yüzeye çıkarmasına ve belirmesine izin vermenizi öneriyorum. Beklenmedik uyarıcıların ortaya çıkması için kendinize izin verin, odaklanmış olan dikkatinizi ona verin, Zen felsefesinin de dediği gibi, farkındalıkla “elinizde tutun.” Yeni bir bilgi parçasına olan bu dikkat ve farkındalık sizi netliğe, yani açık bölgeye (Clear Zone) yönlendirecektir. Bunun sonucu olarak da, enformasyonu, keşif, gözlem, etkileşim ve deneyim yoluyla bilgiye aktaracaksınız.

Tadını çıkarın!

Bana Tavrını Göster, Sana Yolu Göstereyim!

Yin-Yang, Çin felsefesinde, zıt güçlerin nasıl olduğunu tanımlayan büyüleyici bir semboldür. Örneğin; siyah-beyaz, karanlık-aydınlık, sıcak-soğuk, iyi-kötü gibi birbirine bağlı ve birbirini tamamlayıcı güçler…Bu zıtlıklar genellikle birlikte anılırlar. Bu sayede, birbirleriyle olan ilişkileri yoğunlaşır ve birbirlerini anlamsal olarak güçlendirirler. Mesela, soğuk sayesinde sıcağı hissedebiliriz. Veyahut, karanlık olduğu sürece, ışığı algılayabiliriz. Karanlık arttıkça, ışığı betimleme yeteneğimiz de artar. Yin-yang’da olduğu gibi, bu zıt kuvvetlerin varlığı dualite olarak adlandırılır. Etrafımız, kusursuz bir dengenin varolduğu dualitelerle kuşatılmış durumdadır.

 

Hayattaki bu muhteşem dengeye rağmen, maalesef, bu dengeye olan dikkatimizi kaybetme veya bunun varlığından bihaber olma eğilimindeyiz. Bunun nedenini merak ettiniz mi? Bu soruyu yanıtlamadan önce, denge derken neyi kastettiğimi açıklığa kavuşturmakta fayda var. Anlamsal olarak denge; (1) birinin veya bir şeyin dik ve sabit kalmasını sağlayan eşit bir ağırlık dağılımı; veya (2) farklı elementlerin eşit veya doğru oranda bulunduğu bir durumdur. Denge veya dengesizlik anlayışımız, içsel kaynaklarımızı yönetme kapasitemizle alakalıdır. Bu içsel kaynaklar, öz-farkındalık, özgüven, öz-düzenleme, özerklik (otonom olma), özgünlük, umut, esneklik, (öz) şefkat, şükran vs. Çevremizdeki unsurların enerji, zaman, ağırlık, dikkat ya da önemini eşit ya da orantısal olarak paylaştıramadığımız durumlarda, en iyi işleyişimiz ve refahımız için hayati önem taşıyan bu kaynakları yönetme gücümüzü yavaş yavaş kaybederiz.

 

Dengemizi sağlayan veya kaybettiren şey nedir? Karşılaştığımız ya da deneyimlediğimiz her olayı, konuştuğumuz ya da sahip olduğumuz bir duyguyu ya da fikri düşünün. Ne yaparız? Bir kararla otomatik olarak değerlendirir ve sonuçlandırırız. Çevremizdeki her şeyi değerlendirir ve yargılarız. Yaşamımızdaki fenomenlere karşı, çoğu zaman olumlu ya da olumsuz ve bazen de tarafsız olan kendimize has bir tavrımız vardır.

 

Bunu basit bir örnekle açıklayalım: +13 santigrat dereceyi gösteren bir termometre düşünün. Nispeten, deneyimlerimize ve bulunduğumuz çevreye dayanarak, olumlu ya da olumsuz bir yargıya varma eğilimindeyizdir. Bu yargı süreci boyunca, sıcak veya soğuk, iyi ya da kötü, hoş ya da sevimsiz değerlendirmesi yaparak bir yargısal sonuca varırız. Fakat bu yargısal sonuçlar, termometrenin +13 santigrat dereceyi gösterdiği gerçeğini değiştirmez. Benzer bir şekilde, daha karmaşık ve duygusal olarak zorlayıcı durumlarda, mesela, kendimizle veya bir başkasıyla yaşamış olduğumuz bir fikir çatışması ya da anlaşmazlık olduğunda, kendimizi, şiddetli tepki gösterirken ya da barışçıl bir tavır sergilerken bulabiliriz. Dolayısıyla ne kadar çok duygusal olarak tetiklenmişsek; o denli az pozitif veya tarafsız bir tavır sergileme eğiliminde oluruz.

 

Öyleyse tavır, veya tutum, nedir? Anlamsal olarak, “bir şey hakkında düşünülmüş bir düşünce ya da duygudur”. Halk arasında ise tavır; bir olguya karşı verdiğimiz yanıt; yani cevap verirken takınmış olduğumuz duygu, düşünce veya davranış şekli olarak tanımlanır. Hayatta karşılaştığımız şeylere karşı belirli bir tutum tarzını benimseyerek dengeyi sağlayabiliriz: -negatif veya pozitif; İyi ya da kötü; faydalı ya da tehdit edici; veya nötr. Ne kadar çok olumsuz tavra sahip olursak, o kadar çok dengeden uzaklaşırız. Aslına bakarsak, doğamız gereği, genetik olarak olumsuz bir eğilime yani “olumsuzluk önyargısına” sahibiz. Zihnimiz, bizi güvende tutmak için, karşılaştığımız olumsuzlukları tehdit veya tehlike olarak algılamada oldukça başarılıdır. Aynı zamanda, bu olumsuzluklara karşı bizi savaş durumuna sokar veya duruma göre olumsuzluklardan kaçabilmemize yardımcı olur. Doğal eğilimimize rağmen, duygusal olarak zorlu durumlarda dahi, arzu edilen belirli tutumu yönetme ve benimseme yeteneğine sahibiz.

 

İşte burada altın değerinde bir soru geliyor: hayatımızda kusursuz bir dengeyi sürdürebilmek için nasıl bir tavır benimseyeceğiz?

 

Bu soruyu Jon Kabat-Zinn dikkat ve farkındalık (mindfulness) bakış açısıyla, yani mevcut andaki deneyimlere yönelik bilinçli bir dikkatle, yargısız bir tutumun önemini vurgulayarak açıklamaktadır. İlginç bir şekilde, odaklanmış bir dikkat uygulaması sırasında, hoşumuza giden ya da gitmeyen pek çok şeyi keşfediyoruz. Dikkatimizin farklı düşüncelere sürüklendiğini fark ettiğimizde kendimizi olumsuz bir tavırla eleştiriyoruz. Benzer şekilde, uygulamada başarılı olduğumuz sırada kendimizi övüyoruz; bu sefer de dikkatimiz zaten olumlu bir yargıya sürüklenmiş oluyor! Her iki durumda da, aklımız ve dikkatimiz dalıp gider, ve düşüncelere veya hikayelere daima sürüklenecektir. Ne olumlu ne de olumsuz yargı, ancak tarafsız bir tutum pratiğimizi kolaylaştıracaktır; ve sayesinde zihnin dalıp gittiğini fark edip onu geri getirebiliriz. Tıpkı +13 santigrat derece örneğinde olduğu gibi, zihin dalgınlığı durumuna karşı tavrımızın objektif (tarafsız) olması gerekir. Yeni keşiflere, yeni deneyimlere ve yeni duygulara karşı bu türden bir tavrı benimseyebildiğimiz zaman, pozitif düşünmeye daha elverişli olabiliriz.

 

 

Bana tavrını göster, sana yolu göstereceğim!

 

Sonuç olarak, optimum işleyiş ve mutluluğumuz davranışlarımızı düzenleyebilme yetimize dayanmaktadır. Eylemlerimiz ve davranışlarımız, niyet ve tutumumuzla doğrudan bağlantılıdır. Önceki makalemde (Hayatınızı nasıl yönlendirmek istersiniz? Rastgele veya Bilerek mi?), niyetimizin, aldığımız sonuçlara veya neticelere nasıl etki edebileceğini elimden geldiğince açıklamaya çalıştım. Eylemlerimiz ya da davranışlarımız niyetimizi ortaya koyuyor. Aynı şekilde, tavrımız, davranışlarımızın özelliklerini tanımlamakta ve istenen sonuca giden yolu belirlemektedir.

 

Bu kavramları doğrusal bir sırayla gösterecek olursak, önce niyetle başlamalıyız, ardından tutumla devam edip, daha sonrasında bizi sonuca götürecek olan eylem veya davranışla sonlandırmamız gerekir. [Niyet -> Tutum -> Eylem / Davranış -> Sonuç.] Dolayısıyla, bir sonuca ulaşma niyetimiz, eylemlerimiz ve sonuçlarımız üzerinde belirleyici bir role sahip olsa da, davranışımızla bağlantılı olan tavrımız, nihai sonucun kalitesini belirlemede hayati bir etkiye sahiptir.

 

Uzun lafın kısası, artık, tavrımızı düzenleme konusunda yeteneklerimizi geliştirebileceğimizi biliyoruz, neden olmasın ki! Böylelikle hedeflerimize yönelik niyetimizi ve davranışlarımızı belirleme süreci boyunca, arzu edilen bir tavır benimseyerek hayatımızın seyrini kolaylaştırabiliriz. Çevremizde neler olup bittiğine dair algımızı ve kendimizi yönetebilme yeteneği ile yaratıldık. Önemli olan çevremizde ne olduğu değil, buna nasıl tepki verdiğimiz! Bu nedenle zihnimiz, negatiflikleri, başarısızlıkları, kusurları, tehditleri, vb. olumsuzlukları saptamaya devam ederken, bilinçli olarak tarafsız bir tavır benimsemeyi seçebiliriz, yani karşılaştığımız durumları nesnel ve olduğu gibi kabul edebiliriz. Bu tavrın hayati bir önemi vardır; zihnin kendi başına iş yapmasına izin vermediğimiz ve idareyi elimize aldığımız sürece. Böylelikle, büyük bir dengesizliğe karşın, yani tüm olguların moral bozucu görünmesinden ziyade daha hoş görünecekleri mükemmel bir denge kurmuş oluruz.

 

Şimdi bunu bir uygulama ile taçlandıralım; pratik yapmak her zaman iyidir! Sizi bir sonraki meditasyon uygulamasına, özellikle tavrınızı gözlemlemeye davet ediyorum. Her nefes alış-verişinizde, nefesinize dikkatlice odaklanmanızı, ve zihniniz duygu, düşünce veya hikayelere dalıp gittiğinde tavrınızı ve nasıl bir tepki verdiğinizi gözlemlemenizi istiyorum. Uygulama sırasında hangi tutum içinde olduğunuza dikkat edin; şefkatle (pozitif) mi, yoksa yargısal mı (olumsuz)? Ya da tamamen tarafsız (nötr) bir tutum içinde misiniz? Her keşifle (olumlu-olumsuz-nötr), zihninizi kendi hareketlerine karşı nazik, merhametli ve mümkünse tarafsız bir tavır benimsemeye davet edin ve onu eğitin.

Hayatınızı Nasıl Yönlendirmek İstersiniz? Rastgele ya da Bilerek…

“Olmak ya da olmamak! İşte bütün mesele bu!” Bunlar Hamlet’in iki uç nokta, yani yaşam ve ölüm arasındaki düşüncelerinin meşhur sözleriydi. Hamlet, aslında varoluşunun amacını sorgular, yaşamdaki anlamı araştırır. Shakespeare, tüm zamanların dahisi, Hamlet’in sözlerinin her daim geçerli olacağını bilmiyor olabilirdi. Ancak öyle görünüyor ki bu doğru! Bizler de kendimizi, ara sıra, varoluş anlamını sorgular ve çokça yaşam amacımızı merak ederken bulmuyor muyuz! Benim açımdan, doğum ve ölüm arasında olan şey hayatın özüdür, bu yüzden elimizden gelenin en iyisini yapmalıyız. Ve bizim tüm varoluşumuz, niyetlerimize dayanmaktadır. Bu niyetler: yaşamak, keşfetmek, öğrenmek, zevk almak ve yaşamanın en iyisini yapmaktır!

 

Niyetimiz kendi gerçekliğimizi yaratır.” – Wayne Dyer

 

Bunun nasıl olabileceğini merak ediyor olabilirsiniz… Başlamadan önce, ilk olarak, niyetin neye yol açtığını açıklamakta yarar var. Carol Ryff’in belirttiği gibi, niyet, bilinçli bir yaşamla doğrudan ilintilidir; ve amaçların net bir şekilde anlaşılmasını ve yön duygusunu içerir. Jon Kabat-Zinn’e göre niyet, yaşama amaçlı bir şekilde bağlanmayı ve tepki vermeyi ifade eder. Bilinçli niyetle, yaşamımıza yön veriyoruz, hedefler belirliyoruz ve ne olacağını ve neyi deneyimleyeceğimizi seçiyoruz. Yaptığımız ya da -yapmadığımız her seçim, yaşamın gidişatını belirleyen bir çeşit niyet içerir. Geleceği yaratan tohum da işte bu niyetten geçer.

 

Çalıştığınız yerdeki son toplantıyı düşünün; ya da biriyle yaptığınız son konuşmayı. Nasıl gitti ya da konuşmaya ne ile başladınız? Rastgele bir yön ve sonuç aldığınızı mı düşünüyorsunuz; yoksa dilediğiniz sonuca yönelik amaçsal bir dizi fikir ve eyleminiz mi oldu? Muhtemelen –rastgele değil, amaçlı yani -bilinçliydi! Bir toplantıda otururken veya konuşmaya dahil olurken, istenilen sonucu belirleyen bu bilinçli niyettir. Gary Zukav der ki, bilinçli veya bilinçsiz olarak, seçtiğimiz niyete dayalı “temel yaratıcı eylemler” gerçekleştiririz, ve sorumluluğunu üstlendiğimiz sonuçlar elde ederiz.

 

Niyet tohumdur, eylem bitkidir ve sonuç çiçektir!

 

İş planları gibi somut durumlarda, bunları belirleme ve eyleme geçirme anlamında, niyetlerimiz konusunda daha net bir farkındalığa sahibiz. Halbuki, kendimiz ya da önemsediğimiz biri ile çözülmemiş bir mesele gibi duygusal olayların söz konusu olduğu durumlarda, somut durumların aksine niyetlerimiz konusunda daha düşük bir farkındalığa sahibiz. Bu niyet-eylem adımlarını bilinçle izlemediğimizde, kendimizi nasıl vardığımızın farkında bile olmadan bir neticeyle karşı karşıya bulabiliriz. Bu noktada, neticeden memnunsak şanslı sayılız; ama mutsuzsak, neticeyi değiştirmeyi deneriz.

 

Peki ne yapabiliriz? Otomatik olarak yaşamaya, yolumuzun rastgele seçilmiş tutum ve davranışlarla belirlenmesine izin vermeli miyiz? Yoksa, kontrolü ele alıp kendimiz için seçmeli, yürümeyi istediğimiz yolları çizmeli, ve bizi eyleme ve daha sonra da arzuladığımız sonuçlara götürecek tutum ve davranışlarımızı mı şekillendirmeliyiz? Eğer seçiminiz birincisi ise, başka herhangi bir eyleme gerek yoktur; önceden yaptığınız gibi yaşamaya devam edin! Ancak, ikincisini tercih ediyorsanız, o halde okumaya devam edin!

 

Her niyet enerjiyi harekete geçirir, farkında olsanız da olmasanız da!”       – Gary Zukav

 

Jon Kabat-Zinn, Shauna Shapiro, Ellen Langer ve Denise Reid gibi araştırmacılar, niyetin önemini mindfulness (dikkat ve farkındalık) alanı çalışması içinde vurgulamaktadır. Genel olarak, farkındalık halinin, şu anda mevcut olana dair amaçlı bir dikkat içerdiğini öne sürmektedirler. Bu bilim insanları, her birinin farklı tanımlaması olsa da, niyeti, farkındalık alanı çalışmasının ayrılmaz bir bileşeni olarak vurgulamaktadırlar. Örneğin: “bilinçli niyetle dikkatini vermek” (Reid, 2011), “Niyet ve farkındalığa bilinçli dikkat…”(Langer&Moldoveanu, 2000) ve “bilinçli niyetle, belirli bir şekilde dikkatini verme…” (Kabat-Zinn, 1994). Farkındalık üzerine yapılan bilimsel araştırmalar, “mevcut ana bilinç ve niyetle yargılamadan odaklanma” halinin (Kabat-Zinn, 1994), sakin, dengeli ve rahat bir zihin durumuna; ve fiziksel, psikolojik, duygusal olarak sağlık ve esenliğe yol açtığını göstermektedir.

 

Günlük dilde, dikkat ve farkındalığın (mindfulness) hayati bir bileşeni olan “niyet”, sağlığımız ve esenliğimiz için önemlidir. Farkındalık hali veya farkındalık uygulamalarında dikkat etme eyleminin, rastgele değil, bir amaç, gaye ya da kararlı bir yön içermesi önerilmektedir. Şimdi, kısa bir farkındalık uygulaması düşünün… Nefes alışınıza odaklanma… Eylem dikkatimizi nefese vermek… Niyet ise dikkati nefeste tutabilmek… Zihnimiz düşünce, fikir veya duygu yoğunluğuyla nefesten uzaklaştığında, odağımızı yeniden nefes üzerine geri çekeceğiz. Zihnin, gündemindeki farklı düşünce, zaman ve mekana sürüklenirken, bizim işimiz, bilinçli niyetimizle, onu geri getirmek olacak!

 

Dikkati nefes üzerinde tutma niyetiyle nefese odaklanmak, dikkat ve farkındalık (mindfulness) uygulamalarından biridir. Peki, bu pratikler bize ne tür fayda sağlıyor? Bunlar, niyetimizle ilgili farkındalığa vesile oluyorlar. Hareket halindeki enerjimizi açıkça fark edebilme berraklığı kazandırıyor; seçimlerimizi bilinçli bir şekilde yapmamıza ve sorumluluğu üstlenmemize yardımcı oluyor; ve neticesinde daha az şaşkın ve daha memnun olmamızı sağlıyor!

 

 

İşte size bir uygulama örneği. Çok basit… Rahat bir koltuğa, omurga ve sırtınız düz olacak şekilde, gözleriniz kapalı –ya da yarı açık (dikkatinizi çeken uyaranlardan kaçınmak maksadıyla!) oturun; omuzlarınızı, kollarınızı ve ellerinizi serbest bırakın; ve derin bir nefes alın… bırakın… Derin bir nefes daha alın ve tekrar bırakın… Son bir nefes daha alın; bu sefer nefesinizi yavaşça bırakın! Nefesiniz, daima sizinle, şimdi ve burada olan şeydir. Bu işlemi, mevcut ana kilitlenmek için kullanın. Nefes alıp verirken, dikkatinizi nefesinize odaklayın… Her nefes alışınızda göğsünüzün yükselişini gözlemleyin; ve her nefes verişinizde ise alçaldığını… Burun deliklerinizden soluduğunuz serin havanın ve nefes verişinizde göreceli ılık havayı hissedin… Zihninizin düşüncelere kaydığını fark ettiğinizde, artık uzaklaşıp gittiğini hissedin. Bu uygulamadaki amaç, odağı nefes üzerinde tutmak olduğundan, odağınızı yavaşça nefesinize doğru tekrar geri getirin.

 

Uygulama esnasında, bir zamanlayıcı kullanıp beş dakikaya kadar programlayabilir ve her iki üç günde bir, kademeli olarak birer dakika kadar süreyi arttırabilirsiniz. Egzersizin tadını çıkarın!

Herşeyin Başı Farkındalık!

Nerede bir açmaz veya istenilenin dışında bir durum cereyan etse, mantık silsilesinin son vardığı nokta ‘eğitim’ olur; ve ‘Herşeyin başı eğitim!’ deriz. Başta öğrenme ve teknik olarak bilgi sahibi olma anlamında kullansak da, düşünce, tutum ve davranışı da kapsayan bir ‘eğitim’dir asıl ifade ettiğimiz. 20 yıla yakın eğitimcilik geçmişime dayanarak, katılıyorum ki eğitim şart! Ancak, biz insanoğlunun eğitimden daha öte bir olguya daha ihtiyacı olduğuna inanıyorum. Gerçekten, ‘herşeyin başı…’ diye başladığımız ama ‘eğitim’ diye devam edemediğimiz bir durumla karşı karşıyayız. Zira, eğitim kendi başına yetmiyor. Dahası gerekiyor. O da farkındalık. Bence, toplumsal gelişim ve refah için farkındalık şart!

Bir an durup, büyük icatları ve teknolojik gelişmeleri başlatmış ünlü mucit ve bilim insanlarını düşünün. Kuşkusuz, eğitim sayesinde insanoğlu olduğu yerden çok daha ileri gidiyor. Ancak, bu noktada başarı ve gelişimi salt eğitime dayandırmak yerine, kişilerin muazzam bir dikkat, gözlem, analiz, farkındalık, kabul ve niyet sürecinden geçerek ulaştığını düşünmekteyim. Dikkat ederseniz, yukarıda saydığım bir çok aşama mindfulness (dikkat ve farkındalık) ilkeleriyle -dikkat, farkındalık, yargısız gözlem, niyet ve kabul, bire bir örtüşüyor.

Mesela, Wright kardeşleri bisiklet üretimi ile uğraşan, mühendislik eğitimine dahi sahip olmayan iki kardeş, tarihe ilk uçan insanlar olarak girdiler. Başarılarını neye borçluydular? Einstein, örneğin, ilkokulda öğretmeninin ‘öğrenme zorluğu var’ ve ‘çok zeki değil’ söylemine karşın, ortaya attığı bilimsel teoriler (örn. meşhur izafiyet teorisi; kütlesel çekim dalgaları teorisi) bugün ardı ardına ispatlandı. Newton, dalından düşen elmaya hiç bir şekilde farkında olmayıp, veya farkında olduğu halde dikkatle gözlem ve analiz etmeye koyulmasaydı, bugün ağırlık ölçümü ve yerçekimi konularında  nerede olurduk acaba…

Örnekler saymakla bitmez. Tüm bu buluşlar, bilim insanlarını daha fazla çalışmaya, irdelemeye, gözlemlemeye ve üretmeye itiyor. Ancak, mindfulness bakış açısıyla buluştukları ortak nokta benim gözümde son derece net: Mucitlerin ve bilim insanlarının başarı kaynağı, dikkat ve farkındalık seviyelerinin yüksek oluşu; merakla ve sabırla olguya odaklanmaları; ve içinde bulundukları durumu müthiş farkındalıkla, yargılamadan ve olduğu gibi kabul ediyor olmalarıdır. Aynı mindfulness uygulamalarındaki öğretilerde olduğu gibi.

Günlük yaşamda, birer Einstein, Newton veya Wright olmamız beklenmiyor, ne de onlar gibi tarih sayfalarına girmemiz… Ancak, her birimizin kendi yaşamının hikayesini yazdığını düşünecek olursak, kendimiz için ses getirecek başarı getirebilmemiz -hatta hayatta kalmak için, en başta dikkat ve sonrasında farkındalık şart diyorum. Yani, kendimizi bilmemiz, tanımamız, anlamamız ve yönetebilmemiz yoluyla kendimizin farkında olalım yeter. İlgi alanlarımızı, becerilerimizi, arzularımızı, gerçekleştirmek istediklerimizi, sahip olduğumuz ve ihtiyacımız olan kaynakları, ve yaşamımızın banisi olan değerlerimizi keşfetmek ve farkında olmak için de, biraz dikkat, biraz gözlem ve analiz, ve büyük miktar da yargısız kabul içinde olmak yeter de artar bile. Bunun için de anda kalın yeter!

 

 

‘Dikkat’e Dikkat

Çoğumuz küçük yaştan beri, “Dikkat!” uyarılarıyla yetişmişizdir. Önümüze, arkamıza, etrafımıza, gelene gidene dikkat etmemiz söylenmiştir. Neden? Amaç, kendimizi olası tehlikeden veya etrafımıza zarar vermekten sakınmak. Londra’nın metrolarında tren kapıları açılıp kapanana kadar platformda anons edilen meşhur “boşluğa dikkat” –“Mind the gap” uyarısı da, pek farklı amaç taşımıyor. Mindfulness ile uğraşalı beri, bu ‘dikkat’ olayına dikkat vermeye başladım. Odaklandıkça, dikkatle ilgili yeni düşünceler ve anlayışlar kazanmaya başladım. Ve kendime sorduğum asıl soru, dikkatimizin genelde nerede olduğu ve gerçekte nerede olmadığı!

Dikkat deyince, akla dikkatsizlik geliyor. İlginç bir şekilde, dikkatimiz yerinde olmadığında çokça hatalar yapıyoruz. “Yaptığım aptallığa bak!” dediğimiz oluyor. Sonra da “dikkatsizlikten oldu” deyiveriyoruz. Asıl kaynak dikkatsizlik veya dikkat eksikliği mi, yoksa yeterli ve hakkettiği dikkati vermemek mi? “Farkı ne?” diyeceksiniz. Sizce, ‘soğuk değil’ ile ‘sıcak’ arasında fark var mı? Dikkatsizlik ile dikkat vermeme arasında da, çok ufak da olsa, fark var. İşte benim derdim o ufacık fark, ve o farkin farkındalığından hayatımda fark yaratmak.

Şunu gözlemledim ki, çoğu sıkıntılar -ruhsal, bedensel veya psikolojik, hepsi zihnimizin fazlasıyla dolu oluşundan ve yaşanan olaylara ve deneyimlere dikkatimizi vermeden yaşıyor ve hayatın harika unsurlarını kaçırıyor olmamızdan kaynaklanıyor. Hiç gideceğiniz bir yere farkında olmadan gidip sonra da “neden buraya geldim?” diye şaşırdığınız oldu mu? Veya, son derece iyi bildiğiniz bir ortamda, bir objeyi sanki ilk defa görmüşünüz gibi “bu burada var mıydı?” dediğiniz oldu mu? Peki ya sizi çevreleyen unsurlardaki detayları ve canlılığı sorguladığınız oldu mu? Bir anlığına dünyayı yepyeni bakış ve farkındalıkla görebilmeyi ister miydiniz?

O rutin, otomatik, ve alışılmış tutum-davranışınızdan sıyrılarak, sizi dikkatinizi dikkatinize vermeye davet etsem.. Yani, belirli bir yöne, bilinçli şekilde odaklanmanızı istesem…

Uygulama çok basit: Bulunduğunuz herhangi bir ortamda, gözlerinizi kapatıp iki-üç derin nefes alıp veriniz. Gözlerinizi açmaya hazırlanırken, şu ana kadar ortamla ilgili tüm bildiklerinizi kenara bırakarak, gözlerinizi dünyaya ilk defa açıyormuşunuz gibi açınız. Çevrenizi ilgi, dikkat ve merakla inceleyiniz. Ne görüyorsunuz? Ne gibi detaylar gözünüze çarpıyor? Renklerin canlılığı gözünüze nasıl geliyor? Eskisine kıyasla ne gibi farklılıklar gözlemliyorsunuz? Her detayı incelerken, adeta göz hapsine alır gibi, dikkatinizi ve tüm ilginizi veriniz; ve her seferinde değişik bir parçasını arayınız. Belki fark göreceksiniz, belki görmeyeceksiniz; varlığını veya yokluğunu teyid etmekten öte, farketmenin keyfine varınız.

Farkettiğiniz her detay hayatınıza yeni renkler, canlılıklar ve yaşam kaynağı olarak değer katacaktır. Bu küçük dikkat çalışması, günlük koşturmaca içinde detayları yakalama becerinizi arttıran, ana odaklanmanızı kolaylaştıran, hafızanızı güçlendiren, ve düşünce ve karar alma gibi bilişsel becerilerinizi yeniden yapılandıran basit ama etkili bir ‘anda kalma’ alıştırmasıdır.

Bu alıştırmayı dilediğiniz her ortamda –evinizde, evinizin sokağında, işyerinizde, daima geçtiğiniz sokakta, yollarda; çok iyi tanıdığınız veya tümüyle yabancı olduğunuz mekanlarda, kısacası heryerde uygulayabilirsiniz. İşin püf noktası, detaylara tüm dikkatiniz, ilginiz ve merakınızla odaklanmanız… ve, kendinizi farkındalığınızın sizi götürdüğü yöne doğru nazikçe bırakmanız.

Dikkatiniz anda, her anınız efsane olsun!