Kabul Et ya da Yok Ol…

Sorunlarımızın çok derinden içimizi yediği bazı zamanlarımız olmuştur. Bu gibi zamanlarda etrafımızı saran evrenin büyüklüğü ve bizlerin çok küçük olduğu gibi ufak bir detayı unuturuz. Ufak varoluşumuza kıyasla, yaşadığımız neşe ve üzüntüler, başarı ve kaygılar, kesinlik ve karışıklıklar, ya da çözüm ve anlaşmazlıklar, evrenin enginliği yanında tamamen önemsiz görünebilir. Bu kozmik perspektifle bakınca, deneyimlediklerimiz tamamiyle önemsiz görünebilir ancak bireysel açıdan, bu bizim göz ardı edemeyeceğimiz gerçekliğimizdir. Nasıl bir ikilem ama! Bir yanda evren karşısında olan önemsizliğimiz; diğer yanda bizim varoluş gerçekliğimiz. Ne yapabiliriz ki? Bir denge var mı? Evrendeki boyutumuza rağmen kendimizi önemli hissedebileceğimiz bir yol var mıdır? Evet var! Kabullenmek!

 

Her ne oluyorsa, her ne olabilecekse kabul etmek… Bu, iyi ya da kötü, büyük ya da küçük, keyifli ya da sevimsiz, başarı ya da başarısızlık; gerçekliğimizde her ne varsa onu kabullenmek. Kabullenme bize özgür bir nefes anı verir ve bizi devam etmek için yeni enerjiyle besler. Yapıcı seçimler üretme, gerçekliğe sağlıklı karar vermeyi getirme gibi yeni seçenekler oluşturabilmek için altyapı meydana getirir. Özünde kabullenme, varolan gerçeklikten bir adım geriye giderek vizyon ve strateji netliği kazanmak, ve daha sağlam ve edilen harekete geçmek için birkaç basamak öne doğru ilerlemektir. Kabullenmenin karşıt tutumu ise dirençtir; nefes almaya, düşünmeye direniriz ve her ne varsa onu durdurmaya çalışırız.

 

Dalgaları durduramazsınız, ama dalgalarla sörf yapmayı öğrenebilirsiniz.” – John Kabat-Zinn

 

Bu ileri-geri adımlar arasında, birkaç temel prensip vardır: niyet, tutum ve açıklık. Önceki makalelerde, niyet ve tutumun bazı belirli hareket ve eylemlerimizde yaşam rotamızı nasıl belirlediğinden (Makaleler için tıklayınız: Yaşamınızı Nasıl Sürmek İstersiniz? Tesadüfen veya Tasarlanmış… & Bana Tutumunu Göster, Sana Yolunu Göstereyim!); alıcı dikkat ve farkındalığın hayatımıza nasıl neşe ve mucizeler getirdiğinden (‘Dikkat’e Dikkat) söz ettim. Niyet bize bir doğrultu (amaç/hedef) ile yol gösterirken, tutum süreç içinde bizi yönlendirir ve kabul bize netlik, detaylı vizyon kazandırır. Yargılayıcı, dirençli ya da yaklaşan gerçekliği kabullenici olmak veya olmamak tümüyle bizim tercihimiz. Ya hayatımızdaki dalgalara/fırtınalara karşı direnç göstererek veya onları görmezden gelerek boğuşmaya devam ederiz; ya da onların varlığının açık gerçekliğini kabullenerek, hayatta kalma yolları bulmayı öğreniriz! Dolayısıyla, niyet ve yargılayıcı olmayan alıcı kabullenme tutumu birbiriyle çok yakından ilişkilidir.

 

Peki kabullenme nedir? “Kabul” kelimesinden türemiş bir kavramdır, fakat aslında ortaya koyduğundan çok daha geniş bir anlamı vardır. Etimolojik olarak, kökeni Latince acceptare (accipere) olan ve “bir şeyi kendine almak”, “isteklice almak veya kabul etmek” ya da “çaba sarf etmeksizin elde etmek veya teslim almak” anlamlarına gelen bir kelimedir. Üzerine biraz daha düşünürsek, kabullenmenin olduğu bağlamda doğal olarak bir açıklık vardır! Yani, kabullenme, verme hareketinden gelen bir alma eylemi içerir; aynı zamanda bu derin bağlamda başka tutumlar da içerir: affetmek, unutmak, anlamak, empati yapmak, kucaklamak, vazgeçmek ve bırakmak!

 

Kabullenmenin en basit örneklerinden birini düşünelim. Birinin size güzel bir hediye verdiğini hayal edin. Boyut, değer ya da uygunluk olarak düşüncelerinizin ötesinde. Sevinç ile gözünüz kamaştı! Hediyeye bayıldınız! Ne yaparsınız? Memnuniyetle kabul eder, “Teşekkür ederim” dersiniz; belki de kibar bir jestle bir buket çiçek ile karşılık verirsiniz. Şimdi sizi başka bir durumu düşünmeye davet ediyorum: yakın bir arkadaşınız işinizi ve kişisel hayatınızı ne kadar iyi dengeleyebildiğiniz hakkında size iltifat ederek, etrafınızdaki insanlarla güçlü bağlantılar oluşturduğunuzu ve yaşamınızı pozitif bir bakışla sürdürdüğünüzü söyledi. Nasıl cevap verirdiniz? Muhtemelen, açık gönüllülükle tamamını kabul ederdiniz! Bu kez de işyerinizdeki yöneticinizin, okuldaki hocanızın, çok da samimi olmadığınız yan komşunuzun, ya da uzaktan akrabanızın size “sağlam” bir geribildirimde bulunduğunu düşünün. Size işinizi ve kişisel hayatınızı iyi dengeleyemediğinizi, etrafınızdaki insanlarla güçlü bağlantılar kuramadığınızı ve hayata karşı pozitif bakış açınızı koruyamadığınızı söyledi… Tepkiniz ne olurdu? Hepsini açık gönüllükle kabul eder miydiniz; hatta devamını sorar mıydınız?!

 

 

Büyük olasılıkla, kabullenmeniz ilk durumdaki kadar kolay olmazdı. Peki neden? Tabi ki size geribildirim veren, sizin cevabınızla çok şey yapabilir. Genelde, derin güvenilir bir ilişkide, aldığımız geribildirimlere karşı daha fazla kabullenme tutumuna sahip oluruz. Yine de, nereden geldiği ya da içeriği –pozitif ya da negatif olması önemli midir? Aslında hiç de değildir! Pozitif veya negatif geribildirim almakta zorlanan pek çok insan vardır; özellikle ne kadar iyi göründükleri, belirli kıyafetlerle ne kadar güzel oldukları; ya da yeni stillerinin ne kadar güzel olduğu belirtildiği zamanlarda. Basitçe, samimi bir şekilde “Teşekkürler…” demek yerine, pozitif görünüşlerine mazeret bulmaya çalışırlar. Bu, genelde, öz-farkındalık ve öz-onaylama eksikliği sebebiyle olur. Biliyorum; çünkü ben de onlardan biriydim! Dolayısı ile, mesele bizim geribildirimlere verdiğimiz tepkide değil; mesele kendimizi olduğumuz gibi kabul etme kapasitemizle, kendimizi üstünlük ve zayıflıklarımızla, başarı ve kusurlarımızla, güvensizliklerimiz ile birlikte ve sonunda bir bütün olmamızla ilgili. Brian Tracy diğerlerine verebileceğimiz en büyük hediyenin koşulsuz sevgi ve kabullenme olduğunu söyler. Ben buna bir ekleme yapıyorum: başkalarından gelmesini beklemeden önce biz kendimize bu hediyeyi verebiliriz; kendimizi koşulsuz kabul edebilir ve sevebiliriz!

 

Başkalarına verebileceğin en büyük hediye, koşulsuz sevgi ve kabuldur.” –Brian Tracy

 

Hepimiz koşulsuz sevgi ve kabullenme yetileriyle donanmış olsak dahi, neden kendimizi, diğerlerini ve etrafımızdaki şeyleri oldukları gibi kabul edemiyoruz? Farkındalık (mindfulness) açısından kabullenmenin doğrudan dikkat, farkındalık, açıklık, niyet ve tutum ile ilişkili olduğunu düşünecek olursak, bizler çoğu uyarıcıyı iyi ya da kötü şeklinde etiketleme ve gelen unsurlara yargılayıcı bir tutumla direnç gösterme eğilimindeyiz. Aslında, bunu kendimizi olabilecek kötülükten korumak adına yapıyoruz. Tıpkı, çift yüzlü bir kılıç gibi, kendimizi olumsuzluktan korumaya çalışırken, aynı derecede kendimizi olabilecek olumlu şeylerden de ayırıyoruz. Unutmayın, her şey ikiliklerle (dualite) gelir, kendimizi birine kapattığımızda, diğerine de kapatırız! Daha basitçe söylemek gerekirse, etiketleme yaptığımızda ve kesin yargıyla karar verdiğimizde, pozitife doğru yönelme eğilim olasılığımız azalıyor. Başka bir deyişle, kendimizi bir şekilde etiketlenmekten özgür bırakmadığımız sürece, hayatın bize sunduğu alternatifleri, seçimleri ve güzellikleri yaratmamıza yardımcı olacak uyaranları yakalayamayacağız; çünkü ihtiyacımız olan dikkat ve farkındalığımızın açık olmasını önlemiş olacağız. Gözlerimizi, kulaklarımızı ve duyusal becerilerimizi, gerçek anlamda, hayatın tüm mucizelerine kapatmış oluruz.

 

Diğer yandan, kabullenebildiğimizde, daha fazla direnç ve mücadelenin olmadığı teslim olma noktasına geliriz. Tam da o anda, iyiye veya kötüye dirençli olmadığımız için, faydalandığımız etkenlere karşı daha kabul edici oluruz; varoluşlarının daha da fazla farkında oluruz; hayatımıza getirecekleri olasılıkların farkında olmak için zihnimizi geliştiririz; ve sonunda niyetimize yönelik davranış biçimlerini daha iyi kurarız. Böylece, kabullenme bizi yeni olasılıklara ve en nihayetinde yeni şanslara kapı açarken, direnç ve kabullenmeme bize kapıları ve yolları kapatır, ve en nihayetinde bizi yok olmaya doğru giden çıkmaz yola götürür. Eminim ki bu basit gerçeği bilmek, yok olmak yerine kabullenme yolunu seçme açısından değerlidir.

 

NOT: Bu makale kabullenme algısına dokunmak ve kabullenmeyi konsept olarak anlamak için bir aracı olma amacıyla yazılmıştır. Çok açık ki, ne kelimeler ne de makaleler bu konseptin özünü derince analiz etmek için yeterlidir. Baştan sona çalışmak ve anlamak çağlar almıştır, belki Doğu’nun Zen felsefesi –Farkındalık (Mindfulness) aracılığıyla, belki Yahudi geleneklerinin felsefik anlayışıyla –Kabbalah (ulu yaşam ve varoluşu anlama ve tanımlamayı arayan; bireyleri ve dünyayı gelişmek için bir bütün olarak yönlendiren eski bir ruhani bilgelik); ya da İslam içindeki tasavvuf aracılığıyla –Sufizm (doğruluğu sadece kendini düşünmemeyi deneyimleyerek gerçeği arama). Ayrıca, Kabbalah, kelimesi etimolojik olarak, İbrani kökü kabel (fiil olarak lekabel) ile “teslim alma” veya “kabul etme” anlamlarına gelir. Tüm bu çerçeveye rağmen, şu çok açıktır ki: bütün mistik felsefeler daha iyi bir yaşam ve tüm türler için daha sağlıklı bir varoluşu ararlar. Tıpkı bizler gibi!

 

1 cevap

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir