En Kötü Karar Kararsızlıktan İyidir

(Yazarı sesli dinlemek için tıklayın.)

Geçen yazımda, İstanbul’a uçma konusundaki kararlılığımızın dayanılmaz “hafifliğini” kaleme almıştım. Her ne olursa olsun, er ya da geç uçmayı kafaya koyuşumuzun hikayesiydi. Şanslıydık… kararlılığın ve niyet etmenin müthiş itici gücünü arkamıza alarak yol aldık… Bir yandan, belirsizlik içinde yerimizde saydık; diğer yandan, kararlılığımız sayesinde şartlar lehimize işledi ve sağ salim muradımıza erdik. Geriye doğru bakıyorum da… diyebilirim ki, belki de şansımız istediğimizi bilme ve o yönde gösterdiğimiz kararlılıktı. Ne yazık ki, belirsizliğin hakim olduğu şu dönemde böylesine cesur ve kararlı olmak pek de kolay değil. Bir çok yakınım müthiş kararsızlık içinde, kalsam mı gitsem mi (“should I stay or should I go?!”) ikilemi yaşıyor… Genelde kararsızlığa kolayca düşebilen yapımdan olsa gerek, belirsizliğin yarattığı şu “kararsızlık” olgusunu analiz etmeye koyuldum.

Öncelikle, Covid-19 vakaları halen devam ederken, bölgesel kısıtlamalar yeniden gündemdeyken, ve belirsizlik halen hakimiyetini sürerken, seyahat etmeye kalkışmak ne kadar doğru, tartışılır! Karantinaya yakalandığımız yerde kalmayı seçtiğimiz ve alternatiflerin peşinden gitmekten vazgeçtiğimiz gibi, belki de yeni normalin içinden geçerken olduğumuz yerde kalmayı seçmeliyiz. Ancak, yaz mevsimi, tatil ihtiyacı, hatta alışkanlıkların getirdiği dürtüler ile kıpraşma, hareketlenme ve yer değiştirme arzusuna giriyoruz. Hele ki, çevremizden birilerin yazlıklarına, tatil yerlerine gidişini gördükçe, içimizdeki mini kıpırtılar büyük hareketlenmelere dönüşüyor. Bedenimiz “kalk gidiyoruz!” diyor; zihnimiz “dur hele; nereye, nasıl, hangi koşullarda, ya bir şey olursa…” ile bizi adeta koltuğa mıhlıyor. İşte asıl kıyamet bundan sonra kopuyor… Mantık ile duygular arasında ezeli savaş başlıyor!

Soruyorum, kaçınız, şu son bir kaç ay içinde, küçük veya büyük ölçekte, bir karar alma çabasıyla bu savaşı yaşadınız? Kuaföre/berbere giderken mesela; köşedeki kafede arkadaşınızla bir kahve içmeye yeltenirken; açık havada bir restoranda yemek yeme planı yaparken; uçağa binip seyahate gitmeye yeltenirken…. veya, yakınlarınızı gördüğünüzde bedeninizin sarılma güdüsüyle atılırken! Hedef ne olursa olsun, eminim ki duygu ve beden “hadi” diyorken, zihin “bir daha düşün” ile uyararak, arzunuzdan vazgeçirecek bin bir sebep yaratmıştır… korku ve endişe tohumlarını sisteminizin her bir köşesine dağıtmıştır… ve bir kaç tutum ve davranış arasında gidip gelmişinizdir. Mesela, (1) kararı ertelemiş, zihinsel savaşı uzatmışınızdır; (2) olaydan vazgeçip, yerinizde kalmayı seçmişinizdir; (3) “seni dinlemeyeceğim” deyip kafanızın dikine gitmişinizdir; veya (4) karşıt argümanlar üretip harekete geçmişinizdir… Ama bir yandan da, tüm bunlar olup biterken, içinizde bir şüphe, endişe, ve bir şeyleri kaçırma duygusuyla karışık “hayat akıp geçip gidiyor… nereye kadar böyle devam edebilir…” düşüncesiyle içinizdeki savaşı sürdürmüşünüzdür. Bunların hepsi, karar alma açısından çok iyi güzel de, asıl mesele, aldığımız kararla bütün olup olmayışımız… Karar alsak da kararsızlık halen içimizde bir kurt gibi bizi kemiriyorsa bir yerlerde yanlışımız var demektir.

Ooooofff ooofff…. ne korkunç bir his… değil mi? Sıkışmışlığın başka bir formda tezahür edişi… Bir seçim yaptığımızda, diğer seçenekleri ardımızda bırakamama sıkıntısı… Adeta aynı anda iki yerde olma isteği… Veya “ekmeği hem yiyim, hem de bütün kalsın” refleksi… Ne aynı anda iki yerde olabiliriz, ne de yediğimiz ekmek bizi hem doyuracak, hem de bütün kalacak! Kabul ediyorum; istemesek de kendimizi kısıtladığımız bir dönemden geçiyoruz… Neyin doğru, neyin yanlış olduğunu bilmediğimiz; neyin hayırlı, neyin sakıncalı olabileceğini kestiremediğimiz; hatta, neyin risk almaya değer, neyinse vazgeçilesi olduğuna dair emin olamadığımız ikilemlerle dolu bir dönem… O yüzden de, kararsızlık içinde olmak çok normal!

Tamam normal da… nasıl ve nereye kadar, böylesi bir kararsızlık ve ikilemde yaşayabiliriz ki? Bu olma halinde yaşamak hiç de sağlıklı değil. Bundan arınmanın bir yolu olmalı! Bir şekilde zihnin, bilinç ve farkındalıkla durumu ele alıp, en iyi şekilde yönetmesine olanak sağlamalıyız; ve duygu-beden-zihin dengesini yakalamalıyız… Peki ya nasıl? Geçmişte çokça yaşadığım ve tanıdığım bir duygu olduğundan olsa gerek, kararsızlık ile kararlılık arasındaki ince çizgiyi çok net görür oldum. Aldığım kararlarla bütün olamadığım ve diğer seçenekleri ardımda bırakamadığım zamanlarda, durumu duygu-düşünce analizinden geçirerek, zihinsel süreçler devreye sokuyorum. Bu sayede rahatlatıyorum… Hem kararsızlık girdabına kapılmaktan kendimi korumuş oluyorum, hem de kararlarımda bütünlüğümü sağlıyorum. Demesi kolay… yapması da kolay… Hepsi şu basit motto üzerine kurulu:
“Direnme, akışta ol… Zıtlaşma, birleş… Tartışma, sor ve anla!

1. Ne istediğini iyi bil: “Gideceği limanı bilmeyene hiç bir rüzgardan hayır gelmez” sözünü hatırlayıp, gerçekten neyi istediğini farkında ol ve o doğrultuda, ona ulaşma maksadıyla hareket et.
2. Risk-Kazanç analizi yap: Aldığın riskler karşısında edineceğin kazanç, keyif, kayıp veya kederin farkında ol. Arzu ettiğini gerçekleştirme uğruna nelerden vazgeçmeye hazır olduğunu, ve neler kazanacağının bilincinde ol.
3. Olasılıkların farkında ol: Her bir kararın arkasında olasılıkların uç noktalarda cereyan etme ihtimali olduğunun farkında ol. Aldığın riskler ve sonuçlar istediğin şekilde gidebildiği gibi, tümüyle dışında da gerçekleşebilir. Kendini her tür sonuca hazırla ve teslim et.
4. Pozitif bakışı seç: İşler ters gidebildiği gibi, harika da gidebilir. Çekim Yasasını esas alıp, aydınlık ve olumlu senaryoya odaklan; tercih ettiğini hayatına taşı.
5. Yeni köye yeni adet getir: Yeni normali eski alışkanlıklarınla yaşama çabasından vazgeç. Yeni alışkanlıklar edinmeye açık ol. Yaşadığın dönemin geçmiş yıllardan farklı olduğunu, ve yaptıkların ile yapacaklarının da farklılaşacağını kabul et; beklentilerini de o yönde kurgulayarak harekete geç.
6. Adaptif ol: Kararına bağlı ol, ama bağımlı olma. Kararının arkasında dururken, şartların değişebileceğini hatırlayıp, bukalemun gibi durumla beraber değişime ayak uydur.
7. Basit yaşa: Hayat kısa; keder, dert ve tasalanmayla geçirmek için fazlasıyla kısa. Aynı konu etrafında fazla kafa ve enerjini vermek yerine, basit düşün; kısa dönemli kararlar al. Bir yanlış varsa, konu yeniden karşına çıkacak ve yeni analiz ve değerlendirmeye açılacaktır.
Özetle, kararsızlık bizi mahvetmeden, “en kötü karar kararsızlıktan iyidir” felsefesiyle yola devam…

29 Temmuz 2020

Belirsizlik Sularında Kararlılıkla Yüzmek

(Yazarı sesli dinlemek için tıklayın.)

Yaz geldi; hayatımız basitleşecek yerde, her zamankinden daha da karmaşıklaştı… Korona ile beraber, öyle bir döneme uyandık ki, yeni normali “normal” yaşamaya kalkmanın hayal olduğunu düşünüyorum. En ufak bir sosyal birliktelik için hala türlü önlemler alıyorken, bir yerden bir yere seyahat etme planları yapmak bile başlı başına bir iş haline geldi. Neden mi? Yeni normali eski alışkanlıklarımızla yaşamaya yeltendiğimiz için! Artık kabul etmeliyiz… Korona öncesi rutinimizin geçersiz olduğu bir dönem bu… Bilinmezliklerle beraber, kararsızlıkların, zihinsel ve duygusal karmaşıklığın baş gösterdiği bir dönem… Bir yandan olduğun yerde kalma diğer yandan hareket etme isteğinin yaşandığı bir dönem… Öyle ki, seçeneklerin ve alternatif sahibi olmanın bir lüks olmaktan çıktığı, huzursuzluk ve kaygı yarattığı bir dönem. En basit kısa süreli bir seyahat bile “köklü” bir karar verme sürecinden geçirtiyor insanı… İçimizdeki zihinsel ve duygusal enerjiyi emebiliyor… Sırf bu sebeple, bugünlerde, bütünsel (bedensel-zihinsel-duygusal) dengemizi muhafaza etmeye her zamankinden daha çok ihtiyacımız var.

İşte, bu durumu –son bir kaç haftadır canlı kanlı deneyimleyişimi paylaşmak istedim… Her şey, THY’nin Barcelona’dan kalkan ilk tarifeli uçuşuyla İstanbul’a yaz tatili için dönmeye kalkışmamızla başladı. Çoğunlukla merak konusu, uçuş öncesi ve sonrası terminallerde olan biten, uçuş süresince yaşananlar gibi konular… oysa ki, bence asıl mesele uçmanın kendi değil… asıl mesele Korona zamanında uçmaya niyetlenmenin inanılmaz ağırlığı… Uçuşun kendisi çok rahattı. Her iki terminal de hayalet şehir denecek kadar boştu. Check-in, duty free, güvenlikten ve pasaporttan geçiş gibi tüm işlemler sosyal mesafe kuralı çerçevesinde, son derece sakin ve rahat şekilde yürüdü. Uçakta, binişten inişe, terminalden çıkışa kadar sessizlik, sakinlik, ciddiyet, mesafe ve saygı hakimdi. Özetle, tereyağından kıl çeker gibi İstanbul’a geldik. Keşke tüm uçuşlar hep böyle olsa.

Dediğim gibi, asıl mesele uçma değil… bir paket olarak uçmak işin en kolayı. Asıl zorluk, uçana kadarki sürede yaşadığımız zihinsel ve duygusal karmaşa, çektiğimiz kararsızlık, şartlara bağlı belirsizlik, ve tümünün yarattığı huzursuzluk… tabir-i caizse, akan suların durduğu, tıkandığı, hatta sonunda “eehhh yetti gayri… artık akışına bırakıyorum, ne olacaksa o olsun” dediğimiz anlar… Her ne kadar “belirsizlik” olgusuyla tanışık olduğumuzu zannetsek de, hiç de öyle değilmişiz… Yeni normalin değişken, belirsiz, karmaşık ve muğlak düzeninde yaşama çabası sonucunda ya topluca kafayı yiyeceğiz, ya da filozof olacağız.

Öncelikle, salgının hala hakim olduğu dönemde seyahat etmek, olduğun yerden kıpırdamak çok da akılcı değil. Amaaa, milyonlar –kendim de dahil– ne yapıyor, akılcı tarafı bırakıp alışkanlıklarının peşine düşüyor. Boşuna “alışmış kudurmuştan beterdir!” demiyoruz; mantık ve sağduyu eski alışkanlıklarımız karşısında yerle bir olabiliyor. Biz de, milyonlar gibi, yaz tatili, aile ve arkadaş özlemi ve ertelenen işler yüzünden, Temmuz’da İstanbul’a dönmeyi kafaya koymuştuk. Öyle ki, henüz sınırların açılacağına ve uçuşların başlayacağına dair kesinlik yokken, İspanya Başbakanı Pedro Sanchez’in “1 Temmuz 2020’de sınırları turizme açacağız” lafına dayanarak, hayret edici bir kararlılıkla 1 Temmuz gününe biletimizi aldık.

Biletimizi aldık, uçup uçmayacağımızı net bilmeden… ve bekledik… THY’den iptal haberi gelir mi diye… ilk 15 dakika geçti, ses yok; 1 saat geçti, ses yok; ertesi günlerde de hiç bir haber maber yok! Bir yandan şaşkın, bir yandan heyecan içinde, son güne kadar iptal mesajı gelebilir diye diken üstünde bekledik. Nitekim, karantinaya girişimizin ilk günlerinde bilet aldıydık; ama 15 dakika geçmeden iptal mesajı aldığımız için, her tür habere hazırlıklıydık. Ne ilginç ki, son güne kadar iptal mesajı gelmedi… Kendimizi “uçuşunuz iptal edilmiştir” mesajına öylesine hazırlamıştık ki, 1 Temmuz’u sabır ve farkındalıkla bekledik.

Vakit yaklaştıkça sağdan soldan bilgi akışları başladı. THY’nin uçuşa başlayacağı ülkelerin listeleri tarihleriyle dolaşmaya başladı… Bir listede İspanya için 1 Ağustos diyordu… Bir başka listede 1 Temmuz… Arada, 23 Haziran’a kurtarma uçuşu konunca kafamız iyice karıştı… Saniyeler içinde bir “uçuyoruz” dedik, bir “kalıyoruz” dedik… Son güne kadar uçma ile kalma arasında boşlukta öylece kaldık. Sürekli “uçacak mıyız, kalacak mıyız; işlerimizi halledebilecek miyiz, edemeyecek miyiz; ailemizi görecek miyiz, görmeyecek miyiz; yazlığa gidecek miyiz, gitmeyecek miyiz…” gibi sorularla meşguldük. Kafamız uyuşmuş halde, “öyle olursa böyle olur, olmazsa şöyle olur” gibi aptalca, havada kalan, hiç bir kesinliği olmayan kararlar aldık.

Kurtarma uçuşuyla uçmak istemediğimizi biliyorduk; 1 Temmuz’da uçamama riskini de almıştık. Ancak Haziran 20-21 sağdan soldan uçuş iptal haberleri geliyordu. Bize halen gelen bir şey yoktu. Hatta, aynı günün 14:40 uçağının iptal haberi, ardından bizim 11:50 uçağının 12:00’ye alındığı mesajı gelince, “işte buduuuur…. uçuyoruuuuuzzzz….” diyebildik. Ama yine de, henüz ülkeler arası sınırlar açılmamışken, İspanya’da olağan üstü hal yeni kalkmışken, İspanya-Türkiye arasında dolaşım mutabakatına varılmış haberi henüz gelmemişken, son mesaj bizi muğlak durumdan kesinliğe taşımaya yeterli değildi. 30 Haziran günü online check-in yapana kadar, uçmak ile kalmak arasındaki arafta rahatsızca gidiş hazırlıklarımızı yapmaya devam ettik. Tabii, bu kadar basit bir soruyu yanıtlayamamak; kısa vadeli tek bir karar dahi verememek; her karar aşamasında “hımmm… belki…” ile konuyu askıya almak ilginç ötesi bir deneyim oldu. Bu bana, tam anlamıyla anda kalmayı, anı yaşamayı, ve bir sonraki ana yaklaştıkça o an için karar almayı öğretti.

Her şeye rağmen, şu bir gerçek ki, bu 4-5 haftalık zaman aralığı yeniden bir çok şeyi sorgulatır oldu… Bir gün sonra uçup uçmayacağımı kesin bilemediğim, her an iptal haberinin gelebileceği, kesinlik mefhumunun ortadan kalktığı bir dönemde, “nasıl plan yapabilirim; kendimi nasıl programlayıp karar alabilirim; hayatıma hakim olduğum hissini ne kadar taşıyabilirim” sorgulamaları yarattı… Bu sorgulama sürecinin sonunda, hayatım üzerinde o kadar da kontrolümün olmadığını, ancak yaşam kesitlerinde “özgür irade” denilen sanal ile gerçeklik arası bir noktanın olduğunu, ve benim için özgür iradenin ancak Mindfulness prensipleri (dikkat, farkındalık, niyet, kabul, teslimiyet gibi tutumlar) üzerine kurulu seçimlerden ibaret olduğunu anladım… Doğrusu, bu prensiplere dayalı duygu-düşünce-davranış sistemi kurduğum için işin içinden aklı selim ve yüzüm gülerek çıkabildim, çıkıyorum…

Sonuçta, uçuşu gerçekleştik… İstanbul’a vardık… İşlem tamam, bitti gibi görünse de, belirsizlik sularında yüzmek son bulmadı… Dünya düzenini etkileyen Covid-19 gibi olgular var olduğu sürece, ve bizler eski alışkanlıklarımıza sıkı sıkıya bağlı, hatta esiri olduğumuz müddetçe, bu yolculuk son bulmayacak. Korkacak veya yapacak bir şey yok! Deneyimleyip başarıyla atlattıktan sonra, işler kolay… Derin sularda yüzmeyi başaran, her denizde her zaman yüzebilir… yeter ki suya girsin!

İstanbul’dan Shirli
15 Temmuz 2020

Bahçemizde Gizli Anlam

(Yazarı sesli dinlemek için tıklayın.)

Zaman zaman, hayatımızın bir pamuk ipliğine bağlı olduğunu düşünürüz. Her an her şeyin olabileceğini son üç ay çok canlı deneyimledik. Ancak, tüm karmaşasına rağmen hayatımız, pamuk ipliğine değil de, iki sihirli unsura bağlı: “olumlu sosyal ilişkiler” ve “hayatta anlam ve amaç duygusu.” Harvard Üniversitesi’nde 75 yıl yürütülen mutluluk araştırmasına göre, sahip olduğumuz ve yürüttüğümüz güçlü sosyal ilişkiler bizi sağlıklı ve mutlu kılıyor. Diğer yandan, 60 yıldır yürütülen anlam ve amaç araştırmalarına göre, anlam ve amaç sahibi olanların çok daha dayanıklı (resilient) oldukları, zorluklarla başa çıkabildikleri, ve zor şartlara uyum sağlayıp (adaptation) hayatta kalabildikleri görülmüş. Asıl ilginç olan, anlam ve amaç duygusunun zor durumlarda ortaya çıktığı; ve korunma ile sağ kalmaya hizmet ettiği… İkinci Dünya Savaşında Nazi Soykırımından (Holocaust) kurtulanların ortak noktası, kuşkusuz ki, bulundukları şartlara rağmen var olmak için anlam ve amaç bulmuş olmalarıdır.

Şu son üç aydır, içinden geçtiğimiz durumlara baktığımda, gerek sosyal ilişkiler, gerekse anlam ve amaç bakımından önceki dönemlere kıyasla, adeta bir sınavdan geçiyoruz… Her birimiz kendi çapında bir gelişim kat etti. Sosyal mesafeye rağmen, sosyal bağlarımızı geliştirdik; uzaklığa rağmen, eskisinden çok daha yakın ve derin ilişkiler oluşturduk… İçinde bulunduğumuz durum karşısında, zorluk derecesi ve yetilerimiz ölçüsünde, tutum ve davranışlarımızı farklılaştırdık… Olaylar ve olgulara takıntılı, kaygılı, veya yanlı bakmanın yanı sıra, kendimizi tarafsız gözle bakmaya eğittik… Bir çoğumuz yeni alışkanlıklar, uğraşlar, veya denemeler içine daldı; yeni anlam ve amaçlar edinmeye başladı… Belirsiz ve değişken şartlara uyumlanarak dayanıklılık becerilerimizi arttırdık… Tüm bunlar sayesinde, Covid-19 dalgasından olabildiğince sağlıkla ve huzurla çıkabildiğimizi düşünüyorum… Hatta, bahsi edilen ikinci dalgaya –ki dilerim olmayacak, fiziksel, mental ve psikolojik anlamda daha dengeli ve sağlam vaziyette hazırız.

Peki ya, bunları yaptık da, kolay mı oldu? Tabii ki olmadı! Ciddi emek verdik… Hayatta anlam ve amaç edinmek, bulmak, veya sahibi olmak, hele ki bu zor dönemin içinden geçerken, pek de kolay değil.. ama, gördüğümüz gibi mümkün… Hayatın anlamını arayan bir gencin hikayesinden yola çıkarak, nasıl mümkün olabileceğini anlatayım… Hikaye, Paulo Coelho’nun Simyacı kitabında geçiyor…

Günlerden bir gün, hayatın anlamını arayan bir genç, köyün yaşlı bilgesine gider ve hayatın anlamını sorar. Bilge, “sana yanıtını veririm, ama önce bir sınavdan geçmen lazım” diyerek, eline içi zeytinyağı dolu bir kaşık verir; ve “şimdi çık, bahçede bir tur at, ve tekrar buraya gel… amaaaa, dikkat et; kaşıktaki zeytinyağı eksilmesin!” der.

Genç, bilgenin dediğini yapar; kısa süre sonra yüzünde başarı tebessümüyle geri gelir… kaşıktan bir damla bile eksilmemiştir! Bilge, “bravo evladım, hiç yağ eksilmemiş” deyip, “peki bahçede ne gördün?” diye sorar… Genç “kaşıktan başka yere bakmadım ki!” demekle kalır. Bilge genci yeniden bahçeyi dolaşmaya, bahçeyi incelemeye gönderir; elinde zeytinyağlı kaşıkla… Kısa süre sonra, genç bilgenin yanına döner ve bahçede gördüğü güzellikleri büyülenmiş şekilde anlatır… kaşığın içindeyse yağ kalmamıştır… Bilge, gülümseyerek “Hayatın anlamı, senin bakışlarında gizlidir. Hayat senin bakışınla anlam kazanır…” der. Sadece bir noktaya odaklanırsan hayatın akıp gider, farkına varmazsın… Halbuki, görebileceğin tüm güzelliklerin tam ortasında yaşarken, görememek ne büyük kayıp! Hayata anlam katan şey, hedefe odaklanmış haldeyken bile, çevrende olanı görmek, güzelliğinden istifade etmek, ve içinden yaşama dair zenginlikler çıkarmaktır…

Peki nasıl yapacağız; bir yandan hedefe odaklanmış vaziyetteyken, bahçemizde olanı biteni görmeyi nasıl başaracağız, diyorsanız… Zihninizi eğiterek… Ara sıra şu küçük adımları uygulayarak: (1) bir anlık durarak; (2) yaptığınız işten elinizi dikkatinizi çekerek; (3) gözlerinizi kapatıp, bir nefes alıp vererek; (4) gözlerinizi yeniden açıp etrafınıza merakla bakarak… (5) nerede olduğunuzu, ne yaptığınızı, ve neden yaptığınızı bir defa daha hatırlayarak… ve belki de (6) “neden” sorunuza yeni yanıtlar arayarak… İster var olanı tazeleme ihtiyacı içinde olun, ister yeni anlam ve amaç arayışında olun; yeni gözle baktığınız ve gördüğünüz her şey, size hayatınızın anlamına ve amacınıza –“neden”inize dair ip uçları sunacaktır…

“Yaşamak için neden’i olanlar, hemen hemen her nasıl’a (koşula) katlanabilir” (Those who have a “why” to live, can bear almost any “how”) der Nietzsche. Yaşamda neden’i bulduğumuzda nasıl’ı kolaylıkla kurgulayabiliriz. Kaçınılmaz acılara rağmen, mutluluğu, hayatımızı anlamlı kılarak yakalayabileceğimizi söyler Viktor Frankl… Anlam ve amaç edinmenin sanıldığı kadar uzaklarda ve erişilmez büyük şeyler olmadığını; aksine, hayatı anlamlı kılmanın farklı yolları olduğunu; ve anlamı (1) bir eser yaratarak veya bir iş yaparak; (2) bir deneyim yaşayarak veya biriyle etkileşerek; veya (3) kaçınılmaz acıya bir tavır geliştirerek yaratabildiğimizi söyler…

Özetle, şu yeniden canlanma ve hayata dönüş dönemimizde, hedefe kilitlenmiş halde yaşamımızı sürdürürken, anlam ve amacın kaşığımızdaki zeytinyağında gibi görünse de, esasında bahçemizde gizli… Hedefe ilerlerken yaşadıklarımızda gizli… deneyimlediklerimizde gizli… ve olgular karşısında geliştirdiğimiz tavırlarımızda gizli…

Dr. Shirli Ender Büyükbay
3 Haziran 2020

Yeni Deneyimlere Yelken Açma Vakti

(Yazarı sesli dinlemek için tıklayın)

Geçtiğimiz iki ay içinde, iki yılda deneyimleyebileceğimiz değişim ve dönüşümü (transformasyon) yaşadık; ve belki de hayat boyu alamayacağımız dersler aldık. Yaşantımız, alışkanlıklarımız, ve hayata bakış açımız tepeden tırnağa değişti. 2020’nin ilk haftalarına kadar, mutlak kesinlik içinde yaşıyormuşçasına, her adımımız planlanmış, ajandamız programlanmış, seyahatlerimiz gün-saatiyle belirlenmiş, gerekli tüm biletleme, rezervasyon gibi düzenlemeler tamamlanmış vaziyette, uzun vadeli yaşıyorduk. Birden bire, görünmeyen mikroskobik bir organizma düzenimizi yerinden etti; doğru bildiğimiz her şey değişti; yeni kazanımlarla, yeni düzene doğru yol alıyoruz…

Geçtiğimiz bu süreçte neler öğrendik; neleri farklı görmeye başladık; neleri var olduğu halde göremezken görür olduk; ve neleri görmezden gelmeye başladık? Algıda seçicilik gibi; olgular, burnumuzun dibinde olduğu halde, ilgi alanımızın dışında olunca dikkat alanımızın da dışında kalıyor, ve görmüyoruz. Halbuki, “neye bakarsan onu görürsün.”

Bu süreçte nelerin farkına vardım?
(1) Meğer, kişisel bakım alışkanlıkları temel ihtiyaçlar kadar önemli, bakım hizmetleri gıda tedarikçileri kadar hayati konumdaymış. Normalleşme sürecine giren tüm ülkelerde ilk etapta faaliyete geçen kuaförler ve berberler oldu; ardından diğer küçük işletmeler, dükkanlar, kafeler hizmete başladı.
(2) Etkili ve empatik iletişim ile, karşılıklı saygı ve sevgi becerilerimizi geliştirdik. Geçtiğimiz iki ayda sosyal mesafeye rağmen, sosyal bağlar daha da güçlendi. Aile fertleri daha fazla birlikte vakit geçirdikleri gibi, paylaşımın derinliği ve kalitesi arttı. Bir arada oyunlar oynama, film izleme, sohbet etme gibi yeni alışkanlıklar edindik. Kendine vakit ve alan ayırma kavramı şekil değişti, ve aynı alan içinde alan açabilmeyi öğrendik.
(3) Hayatımızda nelerin gerçekten önemli olduğunu yeniden hatırladık. Hayat sokakta değil de evde cereyan ettiği için, huzuru, mutluluğu, başarıyı, gücü dışarıda değil, içimizde aradık; ve bulduk! Anne-babamızı haftada bir ararken, her gün arar olduk; uzun sohbetler edip günün akışında onları hayatımızın içine aldık.
(4) Neredeyse tüm hanelerden (en az) bir aşçı doğuverdi… Ekmekler, lahmacunlar, mantılar, karnıyarıklar, sarmalar, Adana/Urfa kebaplar, karides tempuralar, ramazan pideleri, simitler denendi, yapıldı, yendi; sosyal medyalarda fotolar gezdi; biri yer, (biri bakar :)), diğeri de yapar oldu!
(5) Spritüel varlığımız ve farkındalığımız arttı. Kolektif bir bilinç, birlik, beraberlik kavramları önem kazandı. Evrende var olan en büyük gücün sevgi olduğunu, ve nihayet hak ettiği değeri görmeye başladık. Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için “varım” tutum ve davranışı yaygınlaştı.
(6) Hayatın kendine has kuralları olduğunu, her ne kadar ona hakim olduğumuzu zannetsek de, kontrolümüzün o kadar da olmadığını anladık. Bir mikroskobik tanecik, insanın o kadar da “büyük” olmadığını, bizden daha büyük bir gücün varlığını, ve karşı gelmek yerine uyumlanmamız gerektiğini yüzümüze vurdu.

Geriye bakıyorum da, alışkanlıklarımızın esiri olmuşuz… Yeni denizlere yelken açmak yerine, bildiğimiz güvenli koyumuzda kalmayı tercih etmişiz; aynı şeyleri yapmaya, yemeye, ve konuşmaya devam etmişiz. Aynı düşünceler, aynı hisler, ve aynı deneyimlerin etrafında, kısır döngü halinde yaşamışız. Korktuklarımızın başımıza geldiği gibi, “asla…”ların da geleceği kaygısıyla kontrolü elden bırakma cesareti gösterememişiz. Amaaa…. “eski normal” dedikleri tanıdık hayat geride kaldı… Hayat bizi korkulara, asla’lara, ama’lara rağmen, koydan dışarı itiyor… Artık halatları çözme ve yelkenlinin rüzgarı alarak yola çıkma vakti geldi.

Bu karantina dönemi, bir tırtılın kelebek olarak doğana kadar kendini yenilemek için kozasında geçirdiği vakit gibi, hepimize bir geçiş dönemi oldu… Şimdi kozamızdan çıkma vakti; kanatlanma, “yeni normal”in getireceklerine, ve yeni deneyimlere yelken açma zamanı… bizi neyin beklediğini bilmeden… Uuuuhhhhh…. bir korku sardı, değil mi? Bilinmezliğin korkusu! Ama merak etmeyin… bununla da baş edecek becerilerimiz ve bilgeliğimiz içimizde, bizimle. Paulo Coelho, Zahir kitabında bunu şu sözlerle harika ifade ediyor: “Yapman gereken tek şey, dikkatini vermek; öğretiler daima hazır olduğunda gelir; ve işaretleri okuyabilirsen eğer, bir sonraki adımı atman için ihtiyaç duyduğun tüm bilgiyi edinirsin.”

Doğanın yeniden uyandığı bahar ve yaz mevsimiyle beraber, bizler de yeni deneyimlere yelken açıyoruz bu günlerde… yeni sularda, yeni dalgalarla… yaşam sürmeyi öğreniyoruz! Peki ya “yeni normal” nasıl olacak? Nasıl olmasını istiyorsak, yeni alışkanlıklarımız da öyle olacak. Gelen şartlara uyumlanarak olacak. Katı, “asla” tarzı tepkilerden uzak, esnek, “neden olmasın” tarzında düşüncelere kayarak olacak. Korku, endişe, kaygı duygularını hiçe saymadan –aksine onları kucaklayarak, ve merak, özgüven, öz-şefkat, ve öz-sevgiyi yanına arkadaş alarak olacak. Her koşulda, yeni suların eski durağan olanlara kıyasla daha canlı, daha verimli, ve daha hayat dolu olduğunu hatırlayarak olacak… Ve, “her ne gelecekse, hoş gelsin, buradayım, hazırım, varım!” ile hayatı kucaklayarak, yeni normali özgürce kucaklayacağız. Mindfulness’ın babası John Kabat-Zinn’in dediği gibi, “Dalgaları durduramazsın, ama dalga sörfü yapmayı öğrenebilirsin.”

Dr. Shirli Ender Büyükbay
20 Mayıs 2020

Dikkatimizi Neye Veriyorsak Enerjimizi Ona Veriyoruz

(Yazarı sesli dinlemek için tıklayın)

Bilimsel araştırmalar, strese neden olan ana faktörlerin belirsizlik, bilgi eksikliği, ve kontrol kaybı olduğunu öne sürmekte. Kuşkusuz, günlük yaşamda zaman-zaman bu faktörlerden birini veya ikisini aynı anda deneyimlediğimiz olmuştur. Ancak, üçü-bir-arada ☺, hele ki uzun süreli, belki de ilk defa deneyimliyoruz. Büyük ölçüde stres, kaygı, endişe, ve korku duygularıyla sarmaş dolaşız. İlginç olan, bu duygularla baş etmede, bilişsel mekanizmaları -yani olaylara anlam yükleme ve karar verme çabası içinde düşünce sistemlerimizi kullanıyoruz. Kısa süreliğine duygularımızı teskin edebilsek de, her yeni bilginin denkleme girişiyle dengeler şaşıyor, yeniden denge arayışına giriyoruz…

Özetle acele karar veriyoruz! Neden? Çünkü, zihnimiz bizi anlam yüklemeye ve belirsizliğin içinden çıkarmaya itiyor. Belirsizlik içinde yüzmek o denli rahatsız edici ki, karar verme suretiyle adeta bir dala tutunuyoruz… ne dalın sağlamlığını, ne de ucunu bucağını bilmeden. Yaptığımız, varsayımlara dayalı olası sonuçlar kurgulamak; hayal gücümüzün yettiği ölçüde. Oysa, hayat sınırsız olasılıklarla dolu… Oldukça eski bir hikaye bunu çok güzel anlatıyor… Adı “Acele Karar Vermeyin.” Rivayete göre Çin düşünürü Lao Tzu’ya ait. Ana mesaj “Acele karar vermeyin! Hayatın küçük bir dilimine bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının…”

Hikaye özetle şöyle… Köyün birinde yaşlı bir adam varmış… çok fakirmiş, ama dillere destan bir beyaz atı ve tek bir oğlu varmış. Kral atı karşılığında büyük bir servet teklif etmiş, ama yaşlı adam “bu at benim için bir at değil, bir dost; insan dostunu satar mı?” hep dermiş. Bir sabah kalkmışlar, at yok. Köylüler “seni ihtiyar bunak, bu atı sana bırakmayacakları çalacakları belliydi; krala satmadın, ve şimdi ne paran var, ne de atın…” demişler. İhtiyar “karar vermek için acele ediyorsunuz; tek bildiğimiz at kayıp; ondan ötesi sizin yorum ve verdiğiniz karar. Atın kaybolması talih mi talihsizlik mi, henüz bilmiyoruz; çünkü bu olay henüz bir başlangıç…” demiş.

15 gün sonra beyaz at, peşinde 12 vahşi atla beraber geri gelmiş. Köy ahalisi ihtiyara gelmiş, ve ne kadar haklı çıktığını, atının kaybolmasının talihsizlik değil, aksine talih kuşu olduğunu söylemiş. İhtiyar “karar vermek için yine acele ediyorsunuz; tek bildiğimiz, atımın geri döndüğü; ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz…” demiş.

Bir hafta sonra, atları terbiye ederken ihtiyarın oğlu düşmüş, bacağını kırmış, köylüler “aaahh vaaahhh, ne büyük talihsizlik, fakirdin, şimdi eskisinden daha fakir, zavallı olacaksın” sözleriyle ihtiyara gelmişler. Yaşlı adam köylülere yine acele karar verdiklerini söylemiş; ama ahali onun için “bunak” deyip dalga geçmiş. Kısa süre sonra savaş patlak vermiş, tüm gençler askere alınmış, ihtiyarın oğlu dışında. Köylüler ihtiyarın başına toplaşıp ne kadar haklı olduğunu, oğlunun bacağının kırılmasının talihsizlik değil, bir şans olduğunu öne sürmüşler. Yaşlı adam yine “siz erken karar vermeye devam edin; ancak ne olacağını kimseler bilemez… Bilinen tek bir gerçek var, o da, benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde… Bunların hangisi talih, hangisinin şansızlık olduğunu sadece zaman ve olaylar gösterecek…” demiş.

Hikaye köyde hala devam ediyordur; belki yaşlı adam köylülere uyup erken karar vermeye başlamıştır; belki de köylüler acele karar vermekten vazgeçmiştir… Kim bilir! Kesinlikle bildiğim şu ki, acele karar verirken kurgumuz da hayal gücümüzün derinliğiyle sınırlı olduğu; ve, deneyimlerimiz ile zihnimizden geçirebildiğimiz fikirlerle doğrudan ilintili olduğu. Oysa, başımıza gelebilecekler sınırsızdır; hatta mucize dediğimiz olaylarla doludur… Bulunduğumuz konumda bütünü göremesek de, onlar bütünün parçaları olarak gelirler; biri diğerini tamamlayarak, bir mükemmeli yaratmaya hizmet ederler.

İşte, asıl mesele, belirsizlik içinde olduğumuzda, parçalar halinde gelen olayları anlamakta meraklı ve sabırsız davranmamız; ne getireceklerini, bizim için hayırlı-hayırsız, talihli-talihsiz, iyi veya kötü sonuçlarını bilmek istememiz. Bilginin gelmediği durumda ne yapıyoruz; hayal gücümüzün sınırları çerçevesinde boşlukları kendimiz dolduruyoruz… Çoğunlukla, bu işlemi de, akla gelen ilk senaryoyla tamamlama, başka olasılığa açık kapı bırakmama eğiliminde oluyoruz… Merak ediyorum, köylülerden biri olsaydık “aaahhh… ne harika ki değerli atın yok olmuş, bir bakarsın 12 vahşi atı peşinden getirir…” gibi bir senaryo kurgular mıydık? Sanmıyorum!

Bu hikaye tabii ki bir kurgu… Ancak, film şeridi gibi gözden geçirdiğimizde, emin olun ki, hayatımızda örnek olacak olaylarla dolu… Büyük talihsizlik gibi görünüp verdiği acılara rağmen, çoğu olayın sonradan paha biçilmez değerde kazanımlar doğurduğunu biliyoruz! O nedenle Lao Tzu acele karar vermemeliyiz der; “…karar aklın durma halidir; karar verdiğimizde, akıl düşünmeyi dolayısıyla gelişmeyi durdurur. Buna rağmen, akıl insanı daima karara zorlar; çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir, ve insanı huzursuz yapar. Oysa gezi asla sona ermez; bir yol biterken yenisi başlar; bir kapı kapanırken başkası açılır…”

Özetle, bugünlerde özellikle, üç stres faktörüyle bir arada yaşarken, yaşadığımız olayların neye haberci olduğundan bihaber, çok fazla anlam ve hüküm vermekten kaçınmalı, her olayı tek-tek ele almaya özen göstermeli, ve acele karar vermemek için kendimize fırsat vermeliyiz… olanları merakla izlemeli… ve mucizelerin cereyan etmesine imkan vermeliyiz. İlla da karar vermek durumunda isek, süreci mümkün olduğunca yavaşlatmalı ve uzatmalıyız. Dikkatimizi neye veriyorsak, enerjimizi de ona veriyoruz!

Barcelona’dan Shirli

Hikayenin aslına http://www.siirparki.com/haftoy5.html linkten ulaşabilir, veya Judith Liberman’ın şahane anlatımıyla hikayeyi dinleyebilirsiniz. https://www.instagram.com/tv/B_UIRPrqwQB/?igshid=9s2w1kplg8ou

Pozitif Farkındalıkta Ustalaşmak

(Yazarı sesli dinlemek için tıklayın.)

Derler ki, hocanın dediğini yap, ama yaptığını yapma! Siz zaten ne yapacağınızı biliyorsunuz; ama ben yine de vurgulayayım… dediğimi de yaptığımı da yapabilirsiniz, çünkü emin olun ki, ne diyorsam onu da aynen yapıyorum. Şimdi de günlük yaşamımda uyguladığım bir pozitif farkındalık araçlarından (uygulamalı) birinden bahsedeceğim… hatta sizi uygulamalı yolculuğa çıkaracağım; kendinizin prova edip test edebileceğiniz, sonuçlarından da hoşnut kalırsanız hayatınıza uyarlayabileceğiniz bir uygulama… özetle, sizi pozitif farkındalıkta ustalaşmaya davet ediyorum…

İçinde bulunduğumuz şu Koronalı günler gibi, sıkıntılı zamanlarda, herhangi bir olgunun pozitif tarafını, olumlu düşünce biçimini veya iyimserliği seçmek çok da kolay değil; biliyorum… hele ki, alışmış kudurmuştan beterdir misali, zihin sadece negatife kaymaya alışık olunca, “bir yöne dönen çarkı durdurup diğer tarafa dönmesini nasıl sağlarız?” sorgulaması çok da doğal. “Eh, demesi kolay, peki ya yapmaya gelince… nasıl olacak… hadi bakalım!” diye meydan okuyor olabilir zihniniz…. Bu noktada, sizi bir anlık durmaya, tüm bu soruları kenara bırakmaya, ve şu ilk satırları okuyarak yönergeleri takip etmeye davet ediyorum… sonrasını sonraya bırakalım.

Italik ile satırları okuduktan sonra, tableti, telefonu, veya ekranı elinizden bırakmanızı ve okuduklarınızı harfiyen uygulamanızı isteyeceğim… Hazır mıyız?

Şu anda, oturuyorsanız oturduğunuz yerden veya olduğunuz yer neresiyse oradan kalkıp ayrılmanızı, ve evinizde en az girdiğiniz, en az vakit geçirdiğiniz bir odayı seçmenizi, ve oraya gitmenizi istiyorum. Bu erzağınızı sakladığınız depo odası olabilir, ayda yılda bir yakınınızı misafir ettiğiniz oda olabilir, çok az kullanılan küçük banyo/tuvalet olabilir, terasınız bile olabilir. Benim ilk aklıma gelen depo odasıdır… Çok işimin olmadığı, ancak kısa süreliğine girdiğim, işimi görüp çıktığım, pek duygusal anlam yüklemediğim bir odadır… Sizin de elbet vardır.

Odanızı seçtiyseniz, henüz girmeden önce, kapı ağzında gözlerinizi kapatın… odayla ilgili geçmiş izleriniz veya bağlarınızdan bir anlık kendinizi koparın… hazır olduğunuzda gözünüzü açın. Amacınız odaya bir “ilk gözle” bakabilmeyi sağlamak. İlk gözle bakmaktan, odada bulunan her şeye merakla, keşfetme arzusuyla, nelerin var olduğunu sanki ilk defa bakıyormuşçasına, tüm dikkatinizi vererek bakmak demek…

Buraya kadar tamam mıyız? Sorular varsa (ki her zaman vardır; sorgulamayı bırakmaz o zihin!), onları “kenara park etmeyi” ve devam etmeyi seçin… durmak yok, yola devam!

Gözlerinizi açtığınızda, “ilk gözle” baktığınız odanızı keşfe başlayın… tüm odayı baştan aşağı tarayın… olanları inceleyin… objelerin duruşlarını, diziliş şekillerini gözlemleyin… eşyaların duruş şekillerinden, renklerine, komşuluk ettikleri diğer parçalarla yarattıkları bütünlüğe kadar, en ince detaya bakın… hangi objeler hangileriyle gruplanmış… oluşan renk gruplaşmaları… alakalı veya alakasız, güzel ya da çirkin, uyumlu veya uyumsuz, simetrik veya asimetrik, eğri veya düz…. her ne gözlemliyorsanız, sadece fark edin… zihninizin tamamıyla bakarak gözlerinizle görün… isterseniz objelere dokunun; odada olan kokuyu koklayın; sessiz kalarak odada var olan seslere kulak verin; mutfak gibi bir yerdeyseniz etrafınızdakileri elinize alıp dilinizin ucuyla tadına bakın…

Yeterince vakit geçirdiyseniz, odanızda olanları 5 duyunuzla yeteri kadar algı hapsine aldıysanız, odadan çıkın… ve okumaya başladığınız yerinize geri dönün…

Nasılsınız? Artık koltuğunuzdasınız… konfor alanınıza geri geldiniz… rahat olup, kocaman bir “bravo”yu hakkettiniz… zira, bir dönüşümün ilk adımlarını attınız. Biliyor musunuz ki, transformé olmak demek, daha önce hiç geçmediğiniz yollardan gitmek demek! Ve siz, bir ilki yaptınız, ve her zaman girdiğiniz tanıdığınız odanızı, yepyeni bir dikkat ve farkındalıkla deneyimlediniz…

Peki şimdi ne olacak…. Şu an, konforlu alanınızda otururken, odadaki deneyimlerinizi bir gözden geçirmeye ne dersiniz… Odada neler dikkatinizi çekti; var olanlar mı, olmayanlar mı… uyum mu, uyumsuzluk mu… renk ve objelerin gruplaşma ahengi mi, alakasızlığı mı… odanın genel düzenli oluşu mu, yoksa olmayışı mı… peki ya, odayı gözlerinizle tararken, içinizden geçen düşünceler nelerdi… gayri ihtiyari orasını burasını düzenleme dürtüsü beliriverdi… belki asimetrik, eğri veya tersi yüzüne dönmüşleri düzeltme ihtiyacı… veya “aaa, bu da ne arıyor burada…” ile karışık bir hayret ve şaşkınlık duygusu… Sorun kendinize… En çok dikkatinizi ne çekti?

Sizi bilemiyorum ama, ben bu alıştırmayı her yapışımda, ilk “düzeltilecek” objeler gözüme çarpar; “sen de mi buradasın” dediğim eşyalarımı bulurum. Ama emin olabilirsiniz ki, zihin yapımız öyle programlanmış ki, bulunduğumuz ortamda var olan hata, eksik, bozukluk, yamukluk, eğrilik, uyumsuzluk, vs., aklınıza başka ne geliyorsa, onlardır ilk gözümüze çarpan. Gazete köşelerinde ilk kötü haber dikkatimizi çeker; bir yazı metninde imla hatalarını hemen görürüz; veya bir odaya girdiğimizde, en dip köşede kalsa dahi, ahengi bozanı “şak” diye görürüz.

Çok ilginçtir ki, bunların tersi olan her tür algı (uyum, düzen, güzel, doğru, vs.) detaylı incelemeye kalkınca görünmez oluyor. Duygusal, psikolojik ve bilişsel anlamda denge içinde olduğumuz zamanlarda, çok da detaylı bakmadığımız için, her şey bütünsel olarak HARİKA görünür… ama sıkıntılı dönemde, kendimizi tehdit altında hissettiğimiz zamanlarda, korkuların içimizi sardığı dönemlerde, olguları bütün olarak almak nerdeeee…. her şeyi en ince detayına kadar, kılı kırk yararak, ölçüp biçer anlamlandırmaya çabalarız. O nedenle, pozitif farkındalıkta usta olmak için, gözümüzü dört açıp, 5 duyumuzla birden taramalı, olumlu tarafları cımbızla çekmeye bakmalıyız. İlk başlarda çaba istese de, hele bir göz alıştı mı, işimiz kolaylaşıyor… zihin bir defa ehlileşmiş oluyor.

Şimdi, sizden yeniden o odaya girmenizi, ve olan objelere, gerçekte var olanlara, uyumlu veya uyumsuz, eğri veya düz, alakalı veya alakasız, her ne şekilde konumlansalar da, oldukları halde görmek üzere ikinci bir gözle bakmanızı istiyorum… Sizi odanıza bütünsel bakmaya davet ediyorum… salt pozitif bakışla değil… bütünüyle… odanıza unsurlarıyla barışık ve uyum içindeki haliyle, bir bütün olarak bakın. Bu ikinci gözle bakışta neler görüyorsunuz acaba….

Bu arada, bu yazıyı okuyana kadar, o odayla ilgili her hangi bir duygusal eğiliminizin olmadığını hatırlatırım… odanız ve içindekileriyle ilgili ne olumlu ne de olumsuz bir algı biçiminiz yoktu…. tümüyle nötr bir bakış açısıyla girdiğinizi hatırlatırım… Hiç bir beklentinizin bulunmadığı bir yerden, odak noktanızda dahi olmayan bir oda ve içindeki objelerden bahsediyoruz… Ya diğer odalar… merak ediyorum… şu anda oturduğunuz odayı dikkatle tarayacak olsanız, ilk gözle ve ikinci gözle bakacak olsanız, neleri görür ve farkına varırsınız?

Bulunduğunuz mekan, ortam, veya alan, parçalarıyla her ne şekilde yerleşmişse de, mükemmel bir düzenek içinde olduğuna; sizinle uyumlu, sizin de onunla uyumlu olduğunuza; ve sizin vazgeçilmez parçanız olduğuna emin olun. Bütünsel bakış açısından baktığınızda, her şeyin –uyum ve uyumsuzluğun, eğri ile düzün, alakalı ve alakasızın, yani tüm karşıtlıkların (duality), beraberce yer aldığı bir düzenekte olduğunu göreceksiniz. Girdiğiniz odanız gibi; şu anki yaşam alanınız gibi; hatta sürdürdüğünüz yaşamınız gibi! Mühim olan nereden baktığınız!

Barcelona’dan Shirli
21 Nisan 2020

Neyi Seçiyorsak Onu Yaşıyoruz

Geçen yazımda, bu köşenin var olanı görebilme yetimizi geliştirmeye dönük hikayeler, anekdotlar, ve fikirlerle dolu olacağını yazmıştım. Biraz “Pozitif Farkındalık” (İngilizcesi Mind the Positive)’dan bahsetmek istiyorum. Bunu bir düşünce hareketi veya yaşam felsefesi olarak görün. Arkasında her hangi bir filozofun olduğu bir olgu değil de, Psikoloji, Pozitif Psikoloji, Mindfulness, Duygusal Zeka, Nöroloji, Kuantum Fizik gibi bilimsel dallara dayanan bir yaşam felsefesi diye görün…

Pozitif farkındalık (mind the positive) deyince aklınızda ne uyanıyor merak ediyorum… Doğrusu, sözcüklerin bir araya getirdiği anlam kendilerinden daha derin…. özünde, pozitife bak; olumlu senaryolara yüzünü dön; zihnin var olan (iyiyi) tara ve bul; karanlığın yanında aydınlık gözleri kamaştırsa da, ışığa bir defa çıktıktan sonra, her yer hep aydınlık…. işte, pozitif farkındalığın özü aşağa yukarı bu!

Bunların hepsi çok soyut… farkındayım. Analitik düşünce sistemiyle kurgulu zihinlere bu laflar çok fazla havada veya ütopik geliyordur. Hak veriyorum. Babamla, 83 yaşında, bu mevzuları her konuştuğumuzda, ikimiz de başka dünyaların insanıymışız gibi hissediyoruz ☺. Ama, 50 senelik babamla, ve bu yer kürede yaşayan her bir bireyle aynı dünyanın insanı olduğumuzu kaygılarımız, sevinçlerimiz, korkularımız, başarılarımız, yenilgilerimiz, yeterli veya yetersiz hissettiğimiz zamanlarda, ortak duygularımızda buluştuğumuzda anlıyoruz…. Şu sıra da, milyarlarca insanı birleştiren bir olguyla karşı karşıyayız… Koronavirüsü ve bizde yarattığı korku!

Covid-19 hayatımıza gireli beri, hepimizin yaşam biçimi, alışkanlıklar, rutin, veya ihtiyaçlar bambaşka oldu. Eskiden günde ortalama 3-5 kez, o da çoğunlukla yemek öncesi el yıkarken, şu anda, en az 10-15 kez yıkıyoruz… Dışarıdan getirdiğimiz veya ısmarladığımız yiyecek malzemelerini bin bir temizleme ve dezenfekte etme süreçlerinden geçiriyoruz; bazıları balkonda bir gün bekletip de içeri alıyor. Bunların hepsini tek bir motivasyonla yapıyoruz… kendimizi virüsten korumak, güvende tutmak… daha da ötesinde, bir huzurla “işte tamam, buraya kadar; korona bu eve girmez artık!” diyebilmek için…

Şimdi asıl soru şurada başlıyor… Aldığım önlemler ne kadar yeterli? Ne ölçüde ve hangi kimyasallarla dezenfekte etmek bu işi “tamamdır!” noktasına getirecek? Ne zaman ve nasıl “yeter” olacak? Kim için, benim için mi, yoksa Korona için mi? Bu sorulara cevap vermek yerine, başka vurucu bir düşünceyi ortaya koymak istiyorum: Algımızda kendimizi Korona’dan korumaya ne kadar yeterli görüyoruz? Çünkü, kendimizi yeterli görmediğimiz sürece, yaptıklarımız ve aldığımız önlemler hiç bir zaman yeterli gelmeyecek, ve biz hali hazırda günde 10 kez elimizi yıkarken, yurtta yükselen vaka sayılarını gördükçe belki günde 15-20 defaya çıkaracağız; aldığımız önlemleri daha da sıkılaştıracağız…. Dipsiz bir kuyunun içine doğru tüpsüz dalıştan farksız!

Hayatta yaptığımız her şey, olayları nasıl algıladığımızla ve hangi duygu ve düşünce sistemleriyle ele aldığımızla ilgilidir; bu doğrultuda yaşantımız takındığımız tutum ve davranışlarımızla başlar, devam eder. Korona, gözümüzle baktığımızda görünürde olmayan, ama hislerimizle burun buruna olduğumuz bir şey… virüs diyesim var, diyemiyorum; bakteri diyesim var diyemiyorum… Onun adı içimizdeki korku! Yaşamımıza giren, evimize dadanan, bizi terörize eden bir şey. İşte o korku duygusu bize yaptıklarımızı, yapış biçimiyle yaptırıyor… Ama nereye kadar… dibi ne?

Öncelikle, korku duymak kadar doğal ve insanca bir şey yok. Her canlı korku duygusunu tanır, bilir, ve onunla yaşar. Korku duygusu kendini korumaya almak için kişinin içinden gelen bir sinyaldir. Bir hayal edin, uçurum kenarında ayak uçlarınızla durduğunuzu… ilk tepkiniz, aşağı düşmemek için bir adım geri atmak olmaz mı? Hangi duygu var orada… korku! Peki ya küçük bir çocuğun minnacık eliyle dans eden mum alevine değmek istemesini düşünün… hangi duygu var orada… Merak var! Aleve dokunduktan ve yandıktan sonra yeni bir korku hayatında doğmuş, ve alevle ilgili merak da ölmüş olur; ne zaman alev görse, uzak durur…
Sonuçta, belli ölçüde korku bizi korumak için var… kötü deneyimler ve negatif olaylardan esinlenerek, başımıza gelmemesi için koruyucu bir sinyaldir… fakat, fazlası zarar! Korku negatiften beslenir… ve hep koruma güdüsünden, yeni korkular doğurmaya devam eder. Senaryoların en kötülerini gerçekmiş gibi zihnimizde canlandırtır; olmamış bir senaryoyu olmuş gibi bize yaşatır… Bu duyguyu tanımalı, onunla arkadaş olmalı, ama evimize, yatağımıza, özelimize, en yakınımıza almamalıyız… Yani, bir yerde ona dur demeliyiz.

Nasıl…. Gelin bu durumu başka bir tarafından ele alalım… negatif yerine pozitif taraftan bakarsak… yokluk kıtlık kulvarından değil de, varlık ve bolluk yolundan bakarsak… işimiz kolaylaşır! Korkularımıza rağmen değil de, korkularımızla beraber…. onlarla daha güvende olacağımızı bilerek… korkularımızı hiçe saymadan, varlığıyla farkında olarak, barışık ve bütün olarak, “ben alabileceğim tüm önlemleri alıyorum, yapabileceğimin en fazlasını yapıyorum, elimden fazlası gelseydi yapardım…” diyerek…. bu yolla, Korona tehdidine karşı kendimizi güvende ve kendimize güven duyarız… O öz-güven duygusu, kendi içimizde yaratabileceğimiz en büyük en güçlü antikordur!

Halbuki, çoğunlukla ne yapıyoruz…. Önlemlerimizin yeterli olmadığı düşünce sarmalı içinde boğuşuyor; “ne yaparsam yapayım Korona’dan acaba yeterli ölçüde kendimi koruyor muyum…” şüphesiyle içimizi kemiriyor; haberlerde, son gelişmelerde kötü senaryoları takip edip korkumuzu negatifle besliyor; kendimizi yetersizlik, kıtlık ve yokluk cephesine itip, bilmediğimiz ve görmediğimiz bir şeye karşı mücadele veriyoruz. Neden içimizde bir zehri yaşatmak ve beslemek yerine, yetimiz varken öz-kaynaklarımızda bulunan antikorları üretmeyelim? Neden yaşam mücadelelerimize, kıtlık ve yokluk cephesinden değil de, bolluk ve varlık cephesinden bakmayalım? Bunu seçmek, bilinçli bir şekilde tercih etmek bizim elimizde!

Sonuçta, söylemeye çalıştığım şu ki, Korona veya bizi zora sokan benzer durum karşısında tek değil, iki seçeneğimiz var; işler iyi de gidebilir, ters de gidebilir. Önemli olan bizim duruşumuz, nasıl baktığımız, nasıl davrandığımız. Karanlık senaryoyu düşünüp, olabilecek en kötüyü gözümüzün önünden geçirip canlandırmak, önlem ve hazırlık yapmak bir yana, tümüyle negatife kilitlenmek ve sadece olumsuz senaryoların başımıza geleceğini düşünmek, kendimize yapacağımız en büyük zarar. Bu arada, tümüyle pozitife kilitlenip, hiç bir şey yokmuş gibi “her şey yoluna girecek, her şey çok güzel olacak….” ile kendimizi kandırmak, akılsızca iyimserlik takınmak da ciddi zarar.

Yaşam ustalığı, ikisinin arasında bir denge tutturmak. Var olanı olduğu gibi görebilmekte, kendi çabamızla üzerimize düşeni yapmakta, ve önce kendimize sonra da bizi çevreleyen kozmik enerjinin bilgeliğine güvenmekte yatar. O bilgeliğin özünde bir mükemmeliyet var, kusursuz düzen var, güzellik var, iyilik var, aydınlık var, bolluk var… Her birimizin bu bilgelikten bir nebze nasibimizi almış, o bilgelikle bu günlere kadar gelmiş olduğumuzu hatırlamalı, o bilgeliğin içinde var olana odaklanmalıyız.

İşte, pozitif farkındalık felsefesi bu!

Barcelona’dan Sevgiler.
14 Nisan 2020

Pozitif Farkındalık

İçinden geçtiğimiz şu “acayip” günleri düşündükçe, insan kendine “nasıl oldu da, böyle bir senaryonun içine düştük?” diyor… Gerçekten de acayip bir senaryo! Kimin aklına gelirdi ki, Covid-19 salgınından kendini ve çevresindekileri korumak adına 2 milyar insan haftalarca evinde duracak… Koronavirüsünün saldığı korku, “koronoya” haline dönüştüğü bu zamanda, fiziksel sağlığımızın yanında, psikolojik, ruhsal ve mental sağlığımızı iyi ve yerinde tutmamız her şeyden daha önemli bence.

Esasına bakarsak, henüz tam ne olduğunu anlayabilmiş değiliz… Öyle bir senaryo içindeyiz ki, senaristin kim olduğunu merak etmeden duramıyoruz… bir (grup) insan mı, yoksa doğanın kendisi mi; onu dahi bilmiyoruz… Gerçeklerin su yüzüne çıkması belki de yıllar alacak… Ancak her tür spekülasyona, komplo teorilerine veya medyada yayınlananlara rağmen, akıl sağlığımız ve huzurumuzu sürdürülebilir kılmak için, kendimize bir “gerçek” seçip yolumuzda ilerliyoruz…

Hiç düşündünüz mü; niye bir seçim yapma gereği içindeyiz? Bu seçimi bizi zorlayan ne peki; kendimiz mi, yoksa zihnimiz mi?! Zihnimiz tabii! Zihin daima bir seçim yapmaya iter; ikilem, kararsızlık veya belirsizlik içinde olmaktan hiç hoşlanmaz… Hatırlayın, en son ikilemde kaldığınız anı… içinizde yaşadığınız o garip iç-kemiren duyguyu… bir türlü yola devam edememenin yarattığı huzursuzluğu… hangi seçimin en iyi olduğu ve en iyiyi doğuracağı merakıyla karışık kaygıyı… veya, üç beş adım sonrasının olasılıklarına karşı müthiş endişe ve korkuyu… “Ahh bir seçim yap da yolumuza devam edelim!” dürtüsüyle rahat vermez.

İnsan, sağlıklı, akıllı, ve var olan verileri açıklıkla analiz etme yetisine sahip. Ancak bu, kullandığı veriler ve kendine temel aldığı yöntemlerle çok bağıntılı. Soyut ve anlaşılması zor olan kavramalar bunlar… Şöyle basite indirgeyelim… Bizler, kendisi için en iyi olanı seçme eğiliminde olan varlıklarız. Haksız mıyım? Örneğin, markete gider, en körpe meyveyi, en taze sebzeyi, hatta daha iyidir diye en pahalı olanı seçme eğilimi gösteririz. Daha ötesi, sadece görünene kanmayıp, gerçekten en tatlısını almak ve beslenmek istemez miyiz? Karpuzu keserek alışımız, belki de, en çarpıcı örnek!

Peki, her daim bu kadar ince eleyip sık dokuyarak mı yapıyoruz seçimlerimizi? Bir sorunla karşı karşıya iken, aynı eğilimde miyiz? Bir düşünün… Sizin veya yakınlarınızın izlediği düşünce süreçlerini gözden geçirin… gözlemleyin… genellikle akla gelen senaryolar hangi yönde seyrediyor? …sanki hiç bir şey olmamış ve kaldığımız yerden devam edeceğimiz bir “mutlu son” mu; yoksa karanlık tarafın galip geldiği, “en kötü” senaryolu son mu? Veya, ikisinin arasında, kabul edilebilir, yaşanabilir, hatta ne derece zor olursa olsun, adapte edilebilir “yeni bir yol” mu?

Bireysel özellikler ve karakter farklılıklarından bağımsız, psikoloji ve nöroloji alanındaki bilimsel araştırmalar diyor ki, bizler olumsuza, en kötü senaryoya, var olan yanlışa veya noksana, hatta azlık/yokluk/kıtlık gibi olumsuz düşünme biçimlerine eğilimliyiz… Ama…. Yine aynı bilim dalları çok harika bir haber daha veriyor… Bizler öyle güçlü varlıklarız ki, doğru yönlendirmelerle zihnimizi eğitebilir, olumluyu, kabul edilir ve yaşanır senaryoyu, var olanı, hatta ve hatta bolluğu görebilir hale gelebiliriz. Ama nasıl?

İşte bunun cevabı ilerleyen haftalarda bu köşede yer alacak… “Pozitif Farkındalık” köşesi, var olanı görebilme yetimiz üzerine yoğunlaşacak hikayeler, anekdotlar, veya fikirlerle döşeli bir mecra olacak… Özellikle şu zorlu günlerde, en iyi sebze-meyveyi seçer gibi, zihnimizi bilinçle ve farkındalıkla, olası olumlu senaryoları seçmeye ve düşlemeye yönlendirmeye eğitebileceğiz…

Duygu, düşünce ve davranışlarımızın uyum içinde olduğu bir “huzur”, “esenlik”, ve “mutluluk” içinde bir yaşantı kim istemez ki…. Quantum fizikçileri der ki, “bizler kendi gerçeğimizi kendimiz yaratırız…” Bu durumda iş bize düşüyor! Var mısınız? Ben varım!

Dr. Shirli Ender Büyükbay
8 Nisan 2020 – Barcelona

Takipçilerin Gözüyle Liderleri Anlamak

En eski çalışmalardan bu güne kadar, liderlikte tartışılan asıl mesele liderlerin figürü, özellikleri ve etkili rolleri olmuştur. Fakat takipçilerin rolleri hakkında çok az şey söylenmektedir. Bir lider sadece kendi otoritesinin ve etkisinin takipçileri tarafından kabul edilmesiyle liderdir. John C. Maxwell’e göre bu Etki Kanunu’dur; “Eğer insanları etkileyemezseniz, o zaman sizi takip etmeyecektirler. Ve eğer insanlar takip etmezlerse, siz bir lider değilsinizdir.” Liderleri tek başına analiz etmek, sınırlı anlam sağlayacaktır. Bu nedenle, liderleri takipçileriyle birlikte ve birbirleri üzerindeki etkileriyle değerlendirmeliyiz. Takipçiler bir liderin etki rolünde kilit pozisyonundadır. Yönetici ve ekibi, siyasetçi ve seçmenleri, köşe yazarı ve okuyucuları, veya sınıf öğretmeni ve öğrencileri gibi liderler ve takipçileri bir bütünün ayrılmaz parçalarıdır. Liderlerin, takipçilerinin özelliklerinin farkında olmaları, kim olduklarını ve onları takipçi yapan unsurları bilmeleri, kendilerini daha etkili liderlere dönüştürecektir. Madalyonun diğer tarafından bakarak, liderlere takipçileri aracılığıyla bir öz-düşünüm (self-reflection) sağlayarak yeni bir anlayış ve farkındalık getirmeye çalışacağım; ve her liderin, takip edilirken aynı zamanda kendilerinin de bir takipçi olduğunu, ve bir liderin veya kendi liderliğinin takipçisi olduğunu hatırlatmaya çalışacağım.

 

Pozitif Gelişim Yaklaşımıyla Üstün Liderlik başlıklı önceki yazımda, üstün liderlik için pozitif gelişim yaklaşımının öneminden bahsettim, ancak nasıl olacağını açıklamadım. Öyleyse, neden şimdi incelemiyoruz… İlk olarak, herhangi bir gelişim yaklaşımı, pozitif olsun veya olmasın, kişisel farkındalık ile başlar ve öz yönetim ile devam eder. Liderin gelişimini bir tarafa bırakalım, bunlar kişisel sağlık ve amaca yönelik işleyiş için önemli bakış açılarıdır.

 

Şimdi sizden kendinize bir lider olarak yeni ve farklı bir bakış ile bakmanızı istiyorum. Liderlik tarzınıza bir göz atın. Takipçileriniz kimler? Takipçilerinizin kendilerine has yetenekleri, becerileri, bilgileri ve deneyimleri vb. özellikleri gözlemleyin. Sadece düşünün… Sizi bir araya getiren nokta nedir? Bu, belki iş yerinde milyon dolarlık bir proje, sivil yardım kuruluşunda bir sosyal yardım projesi, veya sosyal sorumluluk gönüllüsü olarak bir güçlendirme programı, veya tüm ekip üyelerinin hem lider hem de takipçi olduğu kendi kendini yöneten bir takım olabilir.

 

Bu demek oluyor ki, siz takipçileri olan bir lider olmakla birlikte, kendi liderliğinizin takipçisi olan bir takipçi de olabilirsiniz. Kulağa tuhaf gelebilir… Peki, sorumluluk duyduğunuz ve ona karşı sorumlu olduğunuz bir tek kişi varsa, sizce kimdir? Sizsiniz! Siz kendi liderliğinizin eşsiz takipçisisiniz. Kendinizi böyle apayrı bir rolde düşünmeniz oldukça olağandışı! Kendinize kendi liderliğinizin eşsiz takipçisi olarak bakmak belki de kendinizi bir lider olarak keşfetmeniz için değerli bir fırsat olabilir. Asıl soru şu: Nasıl? Lütfen takipçilerinizden liderler yaratmak için attığınız adımları düşünün. Mümkün olan en iyi niyetinizle, takipçilerinizin kim oldukları, ne oldukları, ne olmak istedikleri ve hayatta neler yapmak istediklerine dair keşfetmeleri için çaba göstermeleri ve mücadele etmelerine yardımcı olmaktasınız. Bu amaç için, siz onları çalışmaları ve gelişmeleri için teşvik etmekte, başarı hedefleri için rehber olmakta; başarılarında ödüllendirmekte, başarısızlıklarında eleştirmekte ve aksiliklerde onlara yardım temin etmektesiniz. Bunlar, aynı zamanda, kendiniz için attığınız adımlar değil mi? Siz aslında kendi kendinize liderlik etmektesiniz. Bu yüzden, lider takipçi ilişkisine gelindiğinde, sizler kendi takipçilerinizden farklı değilsiniz. Bu bağlamda, mükemmel bir kişisel örnek olarak siz ve takipçilerinizle bir bütünün ayrılmaz iki parçalarısınız.

 

Kendi kişisel örneğiniz, sahip olduğunuz en güçlü liderlik aracıdır.” -John Wooden

 

Her ne kadar, bir lider veya takipçi olarak kendimizin şu anki rolünü algılasak ve temellendirsek de, aslında farklı bağlamlarda, zamanlarda ve koşullarda biz her ikisinde de aktif rol almaktayız. Örneğin, hayatta belirli bir noktada bir doktor hasta olur, bir satış elemanı müşteri olur ve herhangi bir lider başka bir liderin takipçisi olur… Örneğin, bir şirket CEO’su doktorunun karşısında lider değil hasta rolünü üstlenecektir! Şimdi bu bakış açıyla bakarak, size takipçi tarzınızı ve sahip olmak istediğiniz tarzı keşfetmeye davet ediyorum… Kendinizi, bir liderin, takipçinin ve hatta hiçbir etkisi olmayan basit bir gözlemcinin rolünde olduğunuz çeşitli bağlamların, zamanların ve durumların içine koyun. Keşifleriniz kendinizi daha iyi tanımanıza ve anlamanıza yardım edecek; mücadele ettiğiniz dürtülerinizi bulmanızı sağlayacak; aldığınız risklerin farkında olmanıza destek olacak; ve bugüne kadar yaptıklarınız ve cesaretle kalkışabileceklerinize dair ışık tutacaktır.

 

Gerçek liderler, halklarının özgürlüğü için her şeyi feda etmeye hazır olmalıdır.” – Nelson Mandela

 

Bu keşfin parçası, bir lider veya bir takipçi olarak, kendiniz ve başkalarının iyiliği için cesaret etmeye ne kadar hazır olduğunuzu anlamaya hizmet eder. Zira, güçlü liderler başkalarının iyiliği, refahı, özgürlüğü, hakları, hayatları vb. için kendilerini riske atanlardır. Liderler öncülük yaptıkları insanlardan daha fazla vazgeçmeye gönüllü olmalıdırlar; hatta öncülük yaptıkları insanlar için vazgeçmelilerdir. Öncü liderler, halklarının önünde sadece takipçileri için bir yol açmakla kalmaz, aynı zamanda da halkları için zorlu veya acil bir durumda kendilerini riske atar ve feda ederler. Duygusal zekaları yüksek olan takipçiler bu durumu görürler; ve takipçilerdeki bu farkındalık daha yüksek sadakate yol açar.

 

‘‘Kendinize davranış şekliniz, diğerleri için standartları belirler.’’ – Sonya Friedman.

 

O halde, buradan ne çıkarabiliriz? Şunu kabul etmeliyiz ki, takipçilerimiz ne ise, biz de oyuz. Ortak niteliklerimiz nedeniyle birbirimizi takip ederiz. Ortak özelliklerimiz sayesinde benzerlikler ve bağlar kurarız. Bu paylaşılan nitelikler aracılığıyla birbirimizi yansıtır, etkiler ve yönetiriz. Bizi bir araya getiren belirli durumlara ragmen, ortak değerlerimiz, paylaştığımız inançlarımız ve motivasyonumuz nedeniyle birbirimize bağlı ve sadık kalırız. Liderleri ve takipçileri birbirine sadık kılan işte budur. Bu özel sebepten dolayı, ‘‘kendinize nasıl davranılmasınız istiyorsanız, siz de o şekilde davranmalısınız.’’(Luke 6:31). Şimdi bu bakış açısı içinde, sizi hem bir lider hem de bir takipçi olarak; kişisel niteliklerinize dikkat etmeye, liderlikte ve takipçilikte kendi tarzınızı gözlemlemeye, kendinize ve başkalarına karşı merhamet, şefkat ve empati gibi daha olumlu tutum ve davranış pratiği yapmak için düşünmeye davet ediyorum. Bu sizi daha büyük bir lider seviyesine getirebilir ki; bu da üstün liderliktir!

 

Ve son olarak, üstün liderliğin (ve takipçiliğin) kişisel farkındalık ve öz- yönetim aracılığıyla olduğunu vurgulamak için Çinli Taocu filozof Lao Tzu’nun bilge sözleriyle yazımı sonlandırmak istiyorum; “Başkalarını bilmek zekâdır; Kendini bilmek gerçek bilgeliktir. Başkalarına hâkim olmak güçtür; Kendine hâkim olmak gerçek güçtür.”

Pozitif Gelişim Yaklaşımıyla Üstün Liderlik

Günümüzün zorlu dünyasında lider olmak oldukça zor bir roldür. Kişisel sorumluluk, bağlılık ve istek gerektirir. Liderlik, güç kullanmak yerine başkalarını güçlendirmeyi içerir. Görev ya da iş pozisyonundan bağımsız olarak, liderlerde, iç kontrol odağından türetilen bir sorumluluk ve sahiplenme duygusu vardır. Çoğu lider, iş gereklilikleri nedeniyle liderlik rolünü üstlenir, ve “işleri doğru yapmak” yerine “doğru olanı yapar!” Bu arada bazıları, sorumluluk duygusu, bağlılık ve yaptıkları işe gösterdikleri özenden dolayı, görevinin ötesinde ve daha fazla inisiyatif alarak yetkinin ötesinde liderlik rolü üstlenir. Ben onları üstün liderler olarak adlandırırım. Bu üstün liderler kimler olabilir? Onları diğerlerinden farklı kılan nedir? Sen nasıl onlardan biri olabilirsin? Yeteneğin mi, güç kaynağın mı, motivasyonun mı? Belki de tutkun…

 

Kısa bir süre önce, liderlik araştırmaları liderliği yöneticilerden ayırarak açıklamaya çalıştı. Bugün ise, liderlerin insancıl ve olumlu gelişim yaklaşımını vurgulayarak, liderler arasında daha detaylı farklılaşmayı ortaya koymaktadırlar. Uzun yıllar süren araştırma ve inceleme, “doğmuş veya olmuş liderlerin” ikilemini çözmek, liderlerin güç kaynaklarını anlamak ve takipçileri etkilerken oynadıkları kritik rolleri tanımlamak için çabalamıştır. Aslında, anlaşılmıştır ki, yöneticiler pozisyonlarına bağlı güçleri aracılığıyla düzen ve tutarlılık üretirlerken –örn. planlama, organizasyon, kadrolama, denetim ve problem çözme gibi; liderler hem pozisyonel hem de kişisel güç kaynaklarını kullanarak değişim ve hareket üretirler –örn. vizyon ve yön oluşturma, insanları yönlendirme, ilham verme ve güçlendirme gibi. Buna ek olarak, liderlik gelişime açık, bazılarının doğuştan sahip, bazılarının ise uygun gelişim yöntemleriyle lider olabileceği bir kişisel özellik olarak tanımlanmıştır. Bu nedenle, hümanist yaklaşımlarla, bilimsel ve teknolojik gelişmelerle, sosyal ve iş yaşam kültüründeki değişimlerle ve daha fazla sorumluluk duygusu için artan taleple, liderlik ve liderin rolü değişmeye başlamış, ve insan becerilerinin, kaynaklarının ve tutumunun beslenmesi ve gelişmesine doğru önem kazanmıştır.

 

‘‘Liderlik, gücün kullanılmasıyla değil, liderler arasındaki güç duygusunu artırma kapasitesiyle tanımlanır. Liderin en önemli işi daha çok lider yaratmaktır. ”

                                                                                                         –Mary Parker Follet.

 

Bugün, liderlerin rolü “lider-takipçi ilişkisi” yerine “lider-takipçi güçlendirme” yönünde ilerlemekte, ve bu da kendi takipçilerinden özüne-bağlı ve adanmış yeni liderler yaratmaktadır. Burada “Nasıl?” sorusu yatar. Üstün liderlik sergilemeniz beklenirken, nasıl bir yandan toplumun ihtiyaçlarını karşılayacak, ve de takipçilerinizi –yani yönettiğiniz takımı, güçlendireceksiniz? Bu hayli büyük bir zorluk… Ki lider olmak zaten yeterince zorken! Doğal olarak, üstün liderlik yeteneğinizin ötesindeymiş gibi görünebilir. Gerçek şu ki, yeteneğinizin ötesinde değil! Aslında, özgünlük, sosyal ve duygusal zekâ, kendine bağlılık, farkındalıklı tutum ve tutku gibi kişisel yetenek ve özellikleri bir arada geliştirmeniz ve somutlaştırmanız yeterlidir! Bu özellikler, esasında, liderliğiniz için kaynak olarak kullandığınız ‘Kişisel Gücünüzün’[1] temeli. Hiçbir lider öylece bir gecede doğmamıştır, fakat olumlu gelişim yaklaşımıyla, lider olabilir!

 

İsterseniz, şimdi “nasıl” sorusuna geri dönelim. Araştırmaya göre[2], umut, iyimserlik, esneklik, öz-yeterlilik gibi yüksek düzeyde pozitif psikolojik kapasiteye, öz-farkındalık ve öz-yönetim becerilerine sahip liderler, otantik liderlik sergilemede daha fazla yeteneğe sahip. Otantik liderlik şekli sahici, şeffaf bir ilişki ve gelecek yönlü davranışlar içerir; ve değişim yaratma ve yeni liderler çıkarmanın kritik unsuru olan motive etmeyi ve güçlendirmeyi sağlar. Belki de uygulama alanında en önde gelen örneklerden biri Google’ın Kendini İçinde Ara (Search Inside Yourself)[3] liderlik programıdır. 2007’den beri Google, Mindfulness[4] (dikkat ve farkındalık) uygulamaları ile işbirliği içinde çalışanlarında sosyal ve duygusal zekâyı geliştirmektedir. Neden mi? Google’da harika iş performansı, üstün liderlik ve mutluluğu yaratmak ve yakalamak için.

 

Her şey duygusal zekânın ve farkındalığın sihirli dokunuşunu tanımlayarak başladı. Bu becerilerin insanları; olumlu çalışma ortamı yaratan, duygularını ifade eden, sahici ve daha girişken, daha arkadaş canlısı ve demokratik, iş birliği yapan, daha sempatik, ‘eğlenceli’, daha çekici ve güvenilir[5], ve daha iyi liderlere dönüştürdüğünü; ve bu uygulamaların farkındalıklı bir tutum oluşturduğu, otokontrolü ve yönetim becerisini geliştirdiği ve empati, farkındalık, merhamet, açık sözlülük, merak, yargılama olmadan kabullenme[6] gibi içselleştirilmiş pozitif tutum ve davranışları teşvik ettiği saptanmış.

 

‘‘Yaptığınız şey bir fark yaratıyor, ve sizin ne tür bir fark yaratmak istediğinize karar vermeniz gerekiyor.’’

                                                                                                            –Dr. Jane Goodall

 

Hepsi bu değil! Aslında, bu tür müdahaleler üstün liderlik için bir diğer önemli kişisel özelliği –kendine veya özüne bağlılığı desteklemekte ve geliştirmektedir. Özüne bağlı lider yaptığı işe yönelik çok yüksek bir sorumluluk, özveri ve hesap verme duygusuna sahiptir. Öyle ki, kişi için, kendi performansı en az yarattığı sonuç kadar önem arz etmektedir [7]. Bir bakıma, kişinin içinde gizli kalmış tutkuyu ortaya çıkarır. İngilizce’de ‘calling’ olarak geçen bu tutku, ezber bozmak için enerji, güç ve motivasyon, anlamlı ve amaçlı işlere zaman ve çaba ayırma, yapmak istenileni yapabilmek için yollar bulma, ve yapmakta olduğu şeylerin ‘doğru olduğu’ hissini taşımayı içerir! Yani, olumlu gelişmeye yönelik bu tür müdahaleler, sadece mevcut liderlerde özgünlük ve üstün liderlik becerilerinin gelişmesine değil, aynı zamanda yeni ve daha fazla liderin yaratılmasına da hizmet etmektedir.

 

‘‘Beni en çok etkileyen kişi, büyük işler yapan değil, ama bana büyük işler yapabileceğimi hissettiren kişidir.’’

                                                                                                           –Mary Parker Follet.

 

Follet[8], yıllar önce, takipçilerin liderlere dönüşmesinde ve liderlik için ilham vermesinde, liderin rolünün önemini ifade etti. Onun sözlerinin üzerinden tam 100 yıl geçmesine rağmen, hem akademi hem de uygulama dünyası hala liderin etkileyici rolünü tartışmakta, ve üstün, yetkin ve güçlendirici liderleri yaratmanın yollarını araştırmaktadır. Esasında geçtiğimiz yüzyılda son derece ilerlediğimize inanıyorum. Şöyle ki, takipçi üzerinde güç kullanımından çok takipçilerin gücünü arttırıldığını, pozisyona bağlı gücü kullanmadan çok kişisel güce ağırlık verildiğini, ve etki aracı olarak otorite veya yetkiden çok ortak gelişim ve büyüme için bilginin kullanıldığını söyleyebilirim.

 

Ve şimdi, kendinizi, ve varoluş durumunuzu merak ediyor olabilirsiniz… Bir lider olarak kendinizi nerede görüyorsunuz? Belki kişilerde liderlerin ortaya çıkmasını sağlayan etkileyicisiniz. Belki üstün bir lider tarafından yaratılmış bir etkileyicisiniz… Belki de, güçlendirici bir liderin önderliğinden yoksun, kendi liderlik becerilerinizi geliştirmek için çabalayan ve bu yolda tek başına ilerleyen bir kişisiniz. Göreviniz veya yetki alanınız ne olursa olsun, kesinlikle lider rolünde bir etkileyicisiniz. Bunu nasıl mı bilebilirim? Çünkü bu satırları sonuna kadar okudunuz! Ve ben, yine inanıyorum ki, pozitif gelişim yaklaşımı yolculuğunu seçtiğinizde, sizin için önemli olana karşı bağlılık seviyenizi ve farkındalığınızı geliştirdiğinizde, empati, farkındalıklı tutum, merhamet, minnettarlık gibi olumlu özelliklerinizi pozitif psikoloji kapasitelerinizle birlikte yeşerttiğinizde, içinizde saklı üstün lider doğal bir şekilde ortaya çıkacak, serpilecek ve gelişecek.

Başarılar ve keyifli yolculuklar!

 

Nasıl mı?

  • Sizin için önemli olan kaynaklarınızın, becerilerinizin, yeteneklerinizin, beklentilerinizin, değerlerinizin ve nedenlerinizin tam anlamıyla farkında olarak.
  • Yapmak istediğinizi yaparken, çabalarınızın anlamını ve amacını tanımlayarak.
  • Yaptığınız şeyi yapmak için enerjinin, motivasyonun ve gücün kaynağını tespit ederek.
  • Ne olursa olsun, bir şeyleri doğru yapmaktansa, doğru olanı yaparak.
  • Hem kendiniz hem de çevrenizdekiler için bir fark yaratarak.
  • Yaptığınız şey için kendinize bağlılığınızı ve tutku duygunuzu güçlendirerek.
  • Eğitim, koçluk, rehberlik vb. desteklerle pozitif psikolojik kapasitelerinizi, sosyal ve duygusal zekâ becerilerinizi, olumlu gelişime yönelik yaklaşımınızı pekiştirerek.
  • Üstün yeni liderler yaratmak için yukarıda belirtilenlerin tümünü başkalarına aşılayarak ve geliştirerek.

 

 

 

1 French and Raven’s Five Forms of Power – Understanding where power comes from in the workplace.

2 Luthans, F. and Avolio, B.J. (2003) Authentic Leadership: A Positive Developmental Approach. In: Cameron, K.S., Dutton, J.E. and Quinn, R.E., Eds., Positive Organizational Scholarship, Barrett-Koehler, San Francisco, 241-261.

3 Tan, C. M. (2014). Search Inside Yourself, the unexpected path to achieving success, happiness (and world peace), HarperCollins, e-book.

4 Understanding Mindfulness, Dr. Shirli Ender Buyukbay, August 7, 2017

5 Bachman, W. (1988). Nice guys finish first: A SYMLOG analysis of U.S. Naval commands. In R.B. Polley, A. P. Hare, & P.J. Stone (eds.). The SYMLOG practitioner, 133-153. New York: Praeger.

6 Shapiro, D. (1992). A preliminary study of long term meditators: Goals, effects, religious orientation, cognitions. Journal of Transpersonal Psychology, 24, pp. 23-39.

7 Britt, T.W., Dickinson, J. M., Greene-Shortridge, T. M. & McKibben, E. S. (2007). Self Engagement at work. In Positive Organizational Behavior Ch. 11, edited by Nelson, D.L. & Cooper, C. L., Sage Publication, London.

8 Mary Parker Follet, The New State (1918)