Doğum Günün Kutlu Olsun!

(Yazarı sesli dinlemek için tıklayın.)

Herkesin bir mottosu vardır hayatta; bence olmalı da! Benimkisi, “Hayatın anlamı ve özü, doğum ile ölüm arasında olan bitende gizli. Bize düşen de, hakkını vererek yaşamaktır.” Neye ve kime verdiğimiz öneme, değere bakmalıyız… Enerjimizi en fazla akıttığımız unsurlara bir alıcı gözle bakmalıyız… Bize getirisine, geri dönüşüne, hayatımıza renk katışına daha dikkatle kulak vermeliyiz… Bunlardan biri de özel günlerimiz… Örneğin doğum günümüz….

Doğrusu, “Covid-19’dan dolayı onlarcamızın ölümle burun buruna olduğu bir dönemde, doğum günü ve özel günleri konu almak ne kadar anlamlı geliyor” diye düşünebilirsiniz… Daha dün üç ayrı kayıp haberi almış ve uzak-yakın çevremdekilerin acılarına ortak olmuşken, hala bu satırları yazıyor olmam ilginç; kabul ediyorum! (Bu arada, kayıplardan biri, 13 yaşında Sissy adında bir köpekçik…) Öte yandan da düşünüyorum, madem yaşıyoruz, yaşamın hakkını vermeli, her gün ve anını güzel anılacak şekilde kutlamalıyız! Karanlığa rağmen aydınlık; ölüme rağmen yaşam; kedere rağmen neşe ve kutlama! Budist felsefesinin en çok beğendiğim tarafı da, ölümün ardından yas değil de kutlama yapılıyor olması… O yüzden de, özellikle şu dönemde, içimden doğum günlerinin kutlanmasına değinmek geliyor.

Hiç düşündünüz mü, doğum günlerine verdiğiniz anlam ve ağırlığı? Aranmak, hatırlanmak, tebrik ve temenniler duymak, ve armağanlar almak ne kadar hoşunuza gidiyor? Kutlanmanın haricinde, doğum gününüzde kendinizi özel hissetmeniz için ne yapıyorsunuz; kutlama yapıyor musunuz; o güne özenerek kendinizi şımartıyor musunuz? Peki ya, değer verdiklerinizin yaş gününde ne yapıyorsunuz? Kutlama konusunda genel davranış biçiminiz ne? Geçenlerde (20.11.2020 Cuma akşamı) arkadaşım Selen ile sohbet ederken, nedense bu konuya takıldık, ve üşenmeyip insan davranışını derinlemesine analiz edip kutlama/ma üzerine bir skala oluşturduk… Bunu yaparken bir yandan çok güldük eğlendik, diğer yandan da kendimize dair “ayyy evet yaaaa….” şeklinde uyanışlar yaşadık! Bakalım, siz kendinizi nerede bulacaksınız…

Bir olguya türlü insan davranışı olduğu gibi, doğum gününü kutlama konusunda da türlü davranışlar var. Bizim tespitimize göre, “Doğum günün kutlu olsun” kutlaması 15 tip davranışta tezahür ediyor. Sırasıyla şöyle (15 en üst ve 1 en düşük boyutta kutlama biçimi):

15- Sürpriz parti organize etmek. (Covid-19 ile beraber sürprizler çeşitlendi.  Zoom üzerinden sürpriz toplanmalardan, birleştirilmiş video tebrik mesajlarından kısa film oluşturmalara kadar yaratıcılıkta zengin kutlama biçimleri görüyoruz)

14- Elinde çiçek, pasta veya hediye ile “çat kapı” şeklinde evine baskın yapmak.

13-  Adresine hediye veya çiçek göndermek.

12-  Telefonla görüntülü aramak.

11-  Telefonla normal aramak.

10- Whatsapp ile doğrudan kişiye video’lu tebrik mesajı göndermek.

9- Whatsapp ile doğrudan kişiye sesli mesaj göndermek.

8- Whatsapp ile doğrudan kişiye yazılı mesaj göndermek.

7- Whatsapp ile ortak gruptan yazılı veya görüntülü mesaj göndermek.*

*Çok sevdiğim bir arkadaşım, yıl boyu aksatmadan, Whatsapp grup mesajıyla, her bir üyenin doğum gününü, gününde, hatta bazen 00:00 olmadan kutlamasıyla ünlüdür… (Ünü sadece bundan ibaret değil tabii ki; sosyal sorumluluk, filantropi, ve şeffaf bağışçılık alanında uzmandır kendisi…) Tahmin edeceğiniz gibi, ardından diğer üyelerden patır patır tebrik mesajları geliyor… Bu size tanıdık geliyor mu?! 

6- Sosyal medya hesaplarından (Facebook, Instagram gibi) doğrudan “kişiye özel story” paylaşmak. (Bu yöntemi en çok Z kuşağı uyguluyor)

5- Sosyal medya hesaplarından (Facebook, Instagram gibi) doğrudan kişiye özel mesaj göndermek.

4- Sosyal medya hesaplarından (Facebook, Instagram gibi) kişinin duvarına mesaj yazmak.

3- Sosyal medya hesaplarından (Facebook, Instagram gibi) başkasının mesajın altına “yorum” niteliğinde mesaj bırakmak.

2- Gününde kutlamayı atlayıp, yukarıdaki davranışlardan biriyle bir sonraki gün kutlamak.

1- Her hangi bir kutlama yapmamak! (Bazen bir yıl kutlamak, diğer yıl hiç kutlamamak gibi değişkenlik de gösterebilir)

0- Hiç bir tebrikte bulunmamak, kutlama yapmamak veya hatırlamamak! Sıfır!!!

Yani, şimdi diyeceksiniz, “siz deli kızlar, yapacak bir işiniz yok mu ki bunlara kafa yoruyorsunuz?” Vallahi, deli kızlar olduğumuz doğrudur… Ama kabul edin; tespit ettiğimiz ve skalaya yerleştirdiğimiz insan davranışları da, aynı ölçüde doğru değil mi? Hiç mi kendinizi bunlardan birini yaparken bulmuyorsunuz? Veya çevrenizdekilerin davranışlarını bunlardan biriyle bağdaştırmıyorsunuz? Size ilginç bir saptamada bulunayım mı… Hatta itiraf olsun! Bunları, zaman zaman ve kişiden kişiye değişiklik gösterecek nitelikte, ama kesinlikle nerdeyse hepsini, ben bizzat uyguluyorum desem… Bir davranışı yapıyor olup diğerini yapmıyor oluşum, kişiye daha az veya çok değer verdiğim anlamına mı geliyor? Bir yıl sürpriz kutlama yapıp, sonraki yıl tebrik mesajı göndermem sevgimin azaldığı anlamına mı geliyor? Yooo….!!! Davranışımın doğum günü sahibiyle yakından alakası yok bence… Kendimle ilgili diye düşünüyorum. O dönemin ve günün dinamikleriyle ilgili… kendi duygusal dinamiklerimle ilgili… gündemimde olanların bende yarattığı ağırlık veya hafiflik duygusuyla ilgili…

Özetle, doğum günlerini anmayı ve kutlamayı çok sevenler olduğu gibi, hiç önemsemeyenler de var bu dünyada. Kendince yerinde ve haklı dayanakları var. Hepsine saygı duyuyorum… Bildiğim ve daima savunduğum bir tek husus var ki, hayata bir kere gelmişsek eğer, hakkını vererek yaşamalıyız. Sadece özel günümüzde değil ama her günümüzde, kendimizi ve başkalarını ufak sürprizlerle şımartmalı ve özel hissettirmeliyiz! İşte o zaman, bir kayıp gerçek kayıp olmaktan çıkacak; ve belki de Budist felsefesinin yaşam biçimini içselleştirebilmiş olacağız. Sevdiklerimizin ardından yas değil kutlama yapabileceğiz. Çünkü, bileceğiz ki, yaşamı boyunca o kadar çok kutlama yaşadı ki, doygun ve mutlu şekilde son yolculuğuna gidiyor…

16 Aralık 2020

 

 

Vermenin İnanılmaz Bin Bir Hali

(Yazarı sesli dinlemek için tıklayın.)

Bu satırları, 26 Kasım 2020 Perşembe günü yazıyorum. Bugünün özelliği, Amerikalıların her sene Kasım ayının son Perşembesi kutladıkları Şükran Günü olması. Herkesin ailece toplanıp yemek yediği, sevdikleriyle minnet duygularını paylaştığı, onlara taktirlerini dile getirdiği, ve var oldukları için şükranlarını gösterdikleri bir gün. Her ne kadar başka bir dilde “iyi ki varsın” sözleri olmasa da, onların bunu ifade ettikleri bir günleri var! Benim içinse yılın 365 günü şükranla dolu olduğu için, haliyle 365 günün 24 saati hakkedene değerini veririm, teşekkürümü ifade ederim, sevgimi en derinliğiyle dolu dolu paylaşırım! Etrafıma baktığımda, her daim şükrettiğim ve “iyi ki var, iyi ki varım” dediğim gökteki yıldızlar kadar şeyler var… Bazen dolunayın berraklığıyla görünmez oluyorlar; bazense zifiri karanlıkta gümüş tanecikleri gibi öne çıkıyorlar. Fakat hep varlar! Bilimsel araştırmalar minnet ve şükran duygusunun sağlığa ve mutluluğa katkısını defalarca ispatladı; dahası, salt bu duyguyu tatmak değil, başkasına tattırmanın etkisinin daha da büyük olduğunu vurguladı. Esasında, bu vurgunun içinde çok ince bir nokta yatıyor –o da şükran ifadesinin gelişi, verilişi, ve yarattığı etki!

Kelime oyunlarına girmeden önce –gireceğim ona da, mecbur; anlatmak istediğimi küçük bir hikayeyle renklendirmek, somutlaştırmak istiyorum. Olay küçük bir hastane odasında geçiyor. Beş yaşlarında küçük bir kız çocuğu, hasta olan kardeşine kanını vermeyi kabul ediyor. Doktorların söylemine göre, kendi daha önce bu hastalığı yaşadığı ve kurtulduğu için, kanını verirse kardeşi yaşayacak. Kardeşini öyle çok seviyor ki, ne olursa olsun, yaşamasını istiyor. Gerekli tüm hazırlıklar tamamlanıyor ve iki kardeş yan yana iki yatakta yatırılarak kan nakil işlemi başlıyor. Küçük kız, ara sıra kardeşine sevgi dolu gözlerle bakıyor, kardeşinin yüzüne renk geldiğini gördükçe mutlu oluyor. Bir yandan da, cesur yüz ifadesiyle doktoru takip ediyor gözleri; ama kendi yüzü giderek soluyor, gülümsemesi de sönüyor. Aradan bir saat sonra, küçük kız titrek sesle doktora “ne zaman öleceğim?” diye soruyor. Meğerse, küçücük aklından geçen, vücudundaki bütün kanın alınıp kardeşine verileceği, ve canını kardeşine feda edeceği.

Diyeceksiniz ki, küçük kızın kardeşi için hayatından vazgeçmesi ne büyük bir fedakarlık. Hangi kardeş bir diğeri için kendinden vazgeçer?! Bunu ancak kendi kadar çok sevdiği birinin yaşaması pahasına özünden vermeyi göze alan biri yapar. Bu salt bir vermekten ibaret değil; derin bir fedakârlık veya özveri örneğidir. O halde, sorarım; küçük kızın yaptığı bir fedakârlık mıdır, yoksa özveri midir? Sahi, ikisinin farkı nedir ki? Şöyle… İlk bakışta, küçük kızın yaptığı fedakârlık gibi görünüyor… Kanını vererek kardeşi için yaşamını feda ediyor. Ancak, küçük kızın yaptığı kârdan değil özünden vazgeçmek… Yani, yaptığı kendi yerine kardeşinin yaşamasını gözettiği bir verme… Fedakarlıktan çok daha derin ve içten bir arzunun sonucunda, kendinden veya özünden vazgeçişi içeren bir verme… Kendi için arzuladığı yaşamı sevdiği kardeşine verebilme derinliğinde yatan bir verme… Kendi almış ve yaşamış kadar huzur ve mutluluk yaratacak bir verme… Kendi özünün öneminden çok sevdiğinin önemini vurgulayan bir verme… Kısaca, kendinden ziyade, değer verdiğini düşünme ve özverili (selfless) olmayı içeren saf verme…

Bilmem anlatabildim mi… fedakârlık ile özveri arasındaki farkı… Hayatımızın her anında bir alır bir veririz… Bu alma ve verme işlemi bazen kendi doğal ahenginde seyreder. Öyle doğaldır ki, aldığımızı ve verdiğimizi hissetmeyiz bile. Ancak yarattığı değer öyle müthiş büyüktür ki yabana atılamayacak kadar derindir; alan da veren de onu çok iyi bilir, korur, ve daim kılar! Bazense, alma-verme dengesi şaşabilir, uyumsuz şekilde seyreder; ve kendimizi ya çok fazla verir, ya da çok fazla alır halde buluruz… Sanki kârımızdan feda ediyormuş hissini taşırız; veya diğerin kârına göz dikmişiz gibi hissederiz. Gönülsüzce verme eğilimi içine girebiliriz; ki öyle zamanlarda verdikçe içimizde gönülsüzlük hissi giderek büyür, duygusal iç çatışmaya yol açar. Böyle durumlarda öfke, kızgınlık, ve pişmanlık duyarız… Diğerin gönülsüzce verdiğini gözlemlediğimizde, suçluluk duygusu taşır, verilenin altında eziliriz. Artık verme ve almaktan öte, ilişkiye sırtını dönme ve kapıyı kapama isteğini yaşarız. Oysa, güzel ahenk içinde süregelen bir alma-verme ilişkisi olabilecekken, uyumsuzluk yaşamak ne acı…

İşte bu noktada, ahengin nerede kaybolduğuna bakmalı –onda mı, bende mi? Benim bildiğim, ilişkilerde –ister kendiyle, ister başkasıyla; çıkış noktası daima kişinin kendidir. Her şey kişinin kendinde başlar. Alma-verme denkleminde ben, acaba takındığım tutumla kârımdan feda eden bir ben miyim, yoksa özümden veren bir ben miyim? Hayat süt liman, her şey toz pembe seyrederken bu olgular kendini kolay kolay göstermez. Ama zor anlardan geçerken kimle alış verişimin ahenk içinde olduğunu, kimle zorlamayla yürüdüğünü, kime özümden verdiğimi, kime fedakârlık ettiğimi; aynı ölçüde kim bana özünden veya kârından feda ederek verdiğini daha içten ve açıklıkla görebilirim. Esas iç-görü, her anda veya durumda, olanı olduğu gibi fark edebilmek olsa gerek.

İşte, bu şükran haftasının içinden geçerken, bu aklımdakiler de sonbahar yaprakları gibi rüzgarla beraber sürükleniyor… Bir yandan, çevremdekileri gözlemliyorum; bir birine verdiği temennileri, tebrikleri, değeri, sevgiyi, içtenliği izliyorum… Bir yandan da, şükran ve minnet ifadelerinin yılın salt bir gününe sığdırılmadığı, her güne mal olduğu, ve katlanarak çoğalıp, ucu dokunan herkese zenginlik katmasını diliyorum… İşte benim aklımdan da geçen bunlar…

Hayatımda var olan –ve olmayan, her şeye minnet ve sevgiyle…
Barcelona’dan Shirli
26 Kasım 2020

Menorca’lı Arkadaşımla Sihirli Bir Etkileşim

(Yazarı sesli dinlemek için tıklayın)

Beni yakından tanıyan bilir, martıları çok severim. İstanbul’da doğup büyümüş olmanın en güzel tarafı da, martılarla iç içe yaşama fırsatına sahip olmak. Acaba, martılara ilgim İstanbul’da yaşanmışlıktan mı geliyor; yoksa martılara sevgimden dolayı mı İstanbul’un bu yanı bana çekici geliyor? Kim bilir… Bir gerçek var ki, martılar bana özgürlüğü simgeliyor; başarıya ulaşmayı, imkansızı başarmayı, hayallerime erişebilmeyi, ve her tür koşulda hayatta kalabilmeyi çağrıştıyor. Hem denizde yüzen, hem havada uçan, hem de karada yürüyen bir canlı… Hem vahşi ve özgür, hem de ilginç bir şekilde uysal… Zehir gibi zeki… İstediğini bilen ve onu elde eden…. Şayet bir hayvan olacak olsaydım, herhalde bir martı olmayı seçerdim… Peki ya sorsam… Martı gibi evcil olmayan bir hayvana ne kadar yaklaştınız, ona dokundunuz, veya onunla “sohbet” ettiniz? 50 yıllık ömrümde bir ilki, bir martıyla on dakikalık harika bir deneyim yaşadım… onunla arkadaş oldum desem. Onu okşadım ve onunla konuştum. Asıl can alıcı tarafı, bu etkileşimden bir takım çıkarımlara vardım… Bu yazımın hikayesi de bu!

Martıları araştıracak olursanız, toplumcu olduklarını, birlikte avlanıp çoğaldıklarını okursunuz. Kanat boyları ve fiziksel güçleri sayesinde, hız yapıp uzun menzil uçabilirler… Çok zeki olduklarını ve kendi aralarında iletişim ağıyla bir birlerine bağlıdırlar… Tek eşli olup, hayatları boyunca tek bir eşle beraber olduklarını bilmeyiz… Yemeğe pek meraklı olduklarını biliriz; ancak tek amaçlarının yemek olduğunu, hatta o kadar ki, diğer hayvanlardan ve insanlardan aldıkları yiyecekleri tüketebilir hale getirmek için stratejiler geliştirebildiklerini de bilmeyiz… Bu becerilerini ve yemek uğruna insanlarla iletişime açık oluşlarını bundan bir ay önce, Menorca adasında, tanıştığım “arkadaşım” martı ile anladım… İtiraf ediyorum, eşsiz bir deneyimdi!

Ekim ayının ilk yarısı… Menorca adasının Cala Galdana plajındaydık.. Plaj neredeyse bomboş… toplam 2 aileyiz… koy adeta martılar ailesine kalmış… Yanımıza geliyorlar, etrafımızda dolanıyorlar, yemek istiyorlar… Besleme güdüsü bir yana, bir martıyla bu kadar yakın temasa gelmişken, benim için kaçırılmaz fırsat! Haliyle, yanımda ne varsa paylaşma isteği uyandı… Başta fıstıkları azar azar yakınıma atıyor, matının yemesini izliyordum… Her seferinde biraz daha yakınıma atıyor, bana yaklaşır mı diye merakla bekliyordum… En sonunda, elimden, sonra avucumda, ve en son parmak uçlarımdan besler oldum… Sanki kelimeler olmadan, o beni ben de onu anlıyor, alış-veriş içindeydik.

Esas hikaye bundan sonra başladı. Bir ara boş bulunup arkamı döndüğümde, arkadaşımı şezlongumun üstünde, fıstık paketini dağıtmış, açık büfe misali keyfince gagalayarak yiyordu. Ben de, hiç vakit kaybetmeden yanaşıp kafasını okşadım… Tabii ki de kaçtı! Kaçırttım hayvanı… Ancak, ikimiz de biliyorduk ki, onun aklı fıstıklarda, benim de aklım ondaydı. Doğaçlama ve davetkar bir halde “geeel… geeel…. gel gel gel…. gel… yapmayacağım sana bir şey, sadece okşayacağım seni… gelicen mi… bak burada mama vaaaar…hadi gel…” deyiverdim. Zeki şeker şey, tabii ki geldi… O bir yandan yerken ben yine onu okşamaya yeltendim. Tabii ki, yine uzaklaştı! Bu sefer, ona güven verici bir tonla “tamam bir şey yapmayacağım, gel ye… gel ye! Gel buraya… gel bak burada… gel gel… dokunmayacağım sana…” dedim… Kararsızlık ve tereddütle etrafını kolaçan etti, göz ucuyla bana bakıp hedefe yeniden kilitlenip fıstıkları teker teker son hızla tüketti… Ardından boş paketi gagalayıp devamını araştırdı… Bir şey çıkmayacağını anlayınca, aramızdaki iletişimi sonlandırdı. (Olayı bu linkten izleyebilirsiniz…)

Bu olayda, bir martıyla yakın temas içinde olmanın “sihirli” tarafı dışında, beni düşündürten ve bana “wooow” dedirten kısım, onunla iletişim kurmuş olduğumuz şekildi. İspanyolca ve Katalanca dillerinin hakim olduğu bir adada, onunla Türkçe konuşmuş olmama rağmen, adeta beni dinledi, hatta söylediklerimi anlamış gibi davrandı. Sonuçta, korkup ve vazgeçip uzaklaşabilirdi de… Ama hayır! Ses tonum ve söylemimi takip eder gibi, her dediğime kulak verdi ve uyguladı. Bir ara “yoksa göçmen Türk martısı olabilir mi bu…” diye aklımdan geçirmedim değil… Hayalperest değil de olaya gerçekçi bakacak olursam, net olan şu ki, benim enerjim, kendi enerjisi, ve karşılıklı motivasyonumuz neticesinde bu martıyla bu şekilde etkileşimde bulunduk. Bu yaşadığımın tesadüf olduğunu düşünmüyor, aksine, gerek martının gerekse benim bilinçli seçimlerimiz neticesinde cereyan ettiğine inanıyorum. Yani, martı da ben de, ayrı dil veya ayrı doğaya sahip olmamıza rağmen, bu alış-verişi yaşamayı seçtik, bir birinin enerji alanına odaklandık, ve iletişim kurduk.

Bir martıyla böylesine bir deneyim benim için ilkti. Ancak, iletişim inceliklerini ve olmazsa olmazlarını Barcelona’ya gelişimden beri defalarca deneyimlediğimi söyleyebilirim… Henüz kıt İspanyolcamla sokaklarda, belediyede, nüfus idarelerinde, otobüste, kafelerde, vs. insanlarla etkileşimim esnasında, ortak dilimizin kıtlığına rağmen derdimi anlatabildim! Onları anlamayı başardım! Ortak dilden bağımsız, tarafların bir birini anlamaya gerçek anlamda istekli ve hevesli olduğunda, ne yapıp edip anlaşabildiklerini gördüm… Diyeceğim şu ki, etkili iletişimin inceliği tarafların kullandığı dilde değil… kelimelerinde de değil. Asıl sihir, içten dışa vuran enerjide… niyette… motivasyonda… karşılıklı kazan-kazan alanında… şefkat ve sevgiyle alma ve vermede!

Şefkat ve sevgi dolu bir hafta olsun!
18 Kasım 2020

Konfor Alanını Genişletmek!

(Yazarı sesli dinlemek için tıklayın)

2020 öyle zorlayıcı ve dönüştürücü bir yıl ki, ilk gününden itibaren –ve görünen o ki son gününe kadar, herkeste yeni deneyimler, değişim ve dönüşümlere neden oluyor. Ben payıma düşeni fazlasıyla alıyorum… Yaşamam icap eden ve gelişmeme aracı olacak ne varsa geliyor, ben de hepsini kabulle hayatıma, içime alıyorum… Şaka değil, bu yılın her ayı, her günü, her anı ayrı maceralı, hareketli, ve alışık olduğumdan farklı seyretti; sürekli ilkleri yaşattı, halen de yaşatmakta. Hele ki, şu son bir hafta içinde üst üste yaşadığım ilkleri düşününce, hangisinin duygusal olarak daha zorlayıcı olduğunu ayırmakta zorlanıyorum…

İtiraf ediyorum… bu satırları 1 Kasım günü, İstanbul’dan Barcelona’ya dönüşümde yazdım. Okuyan yakınlarımın “alacağın olsun Shirli… gelmişin, haber vermedin!” deyişini duyar gibiyim. Haklılar… son bir haftada yaşadığım ilklerden biriydi bu… İstanbul’a gelişimi kimseciklere haber vermemiş olmam… Adeta gizli saklı evime girip çıkışım; gelen Whatsapp mesajlarına Barcelona’daymış gibi yanıt vermiş olmam; ve sırtıma motor takmış gibi işlerimi tamamlayıp evime dönmüş olmam… hiç de bana ait davranışlar değil! Bir yandan, bu dönüş de diğer seferlerden farklıydı… Yalnız değildim… Dört senedir bizle olan kedimiz Minik ile döndüm… Bu da ikinci ilk… Minik’imiz veterinere kontrole zor giderken, Covid ortamında havalimanı, güvenlik kontrol, uçak vs. derken, şimdi benimle evde yeni hayatına alışmaya çalışıyor… Benim için ikinci ilk olsa da, Minik için büyük bir ilk!

Minik’in içinden geçenleri ne kadar anlayabildiğimden emin değilim… ancak hislerini anlayabiliyorum. Çünkü, o bu ilki kaygı ve korku içinde yaşarken, ben de onun kadar güçlü ve ağır yaşadım. Zira, Minik’in yeni evine adapte olmasından ve bizim de onun varlığına alışmamızdan çok daha büyük bir ilk var benim için… Barcelona’ya döndüm ama… Nerdeyse ömrümün yarısını geçirdiğim evimi geçtiğimiz sekiz günde boşaltmış olarak döndüm… Ulus’taki evimden sabahın kör karanlığında –belki bir daha o eve hiç dönmemek üzere çıkarak döndüm… Bildiğim ve alışık olduğum düzeni bozup, arkamda geçici bir düzen bırakarak döndüm… Kısacası, konfor alanımdan tümüyle çıkarak, Minik’le beraber evimize döndüm. Bu ilkler hangimiz için daha zor… merak ediyorum. Hangisi daha travmatik… Hangimiz daha çabuk alışacağız… Bu soruların cevabını vermek gerçekten zor… Zaman gösterecek… Kesin bir şey var ki, hislerimiz açısından belki de pek bir farkımız yok… Neden mi… Esasında hikayesi 40 yıl öncesine, bir ilkin başlangıç noktasına dayanıyor!

Sene 1980, sıcak bir Haziran günüydü… Ailemin aylar öncesinde aldığı bir kararla İstanbul’dan Tel Aviv’e göç ettik. Henüz 10 yaşındayım… Aynı Minik gibi, yatağımdan alınıp uçağa götürüldüm. İsteğim ve bilgim dışında, konfor alanımdan çıkarıldım. Ne dilini, havasını, ne de kültürünü tarzını bilmediğim bir yerde buldum kendimi… Konfor alanımdan çıkmasına çıktım da, kendimi bulduğum yeni ortamda hayat hiç de basit ve kolay değildi. Hatta çok zordu diyebilirim! Kaygı ve çaresizlik hislerinin hakim olduğu, her şeyin kontrolüm dışında seyrediyormuş ve normalden daha zorlayıcıymış gibi geldiği bir dönemdi. Yeni ortama tümüyle yabancı oluşum, haliyle zorluklarla baş etme ve hayatta kalma gücümü arayıp bulma sürecini tetikledi. İşte, o ilkleri yaşarken, korku duygu durumundan öğrenme sürecine ve yeni beceriler geliştirme aşamasına geçtim. Hakim olan kaygı, korku, ve özgüvensizlik, yerine problemlerle başa çıkabilme, hayallerinin peşinden koşma ve yakalama gücünü getirdi.

Bugün bakıyorum kendime, 40 yıl önce habitatımdan koparılıp başka bir dünyaya konduğum gibi, küçücük masum bir cana benzerini yaşatıyorum. Hayvanlarda bu süreç nasıl işliyor, bilgim yok, ama, insan konfor alanın dışına çıkınca yeni alanlarda bulur kendini –sırasıyla korku, öğrenme ve büyüme alanında. Konfor alanında kendini güvende ve her şeyin kontrolü dahilinde hissederken, dışına çıktığında belirsizlik ve bilinmeyenlerin etkisiyle kaygı ve korkuya kapılır… Önemli olan, girmiş olduğu o korku alanında sıkışıp kalmaması… konfor alanını genişletebilmesi…

Nasıl? Karşısına çıkan zorluk ve problemleri teker teker ele alıp onlarla baş ederek.. Onları çözdükçe yeni beceriler kazanacak, özgüven duygusu artacak… Yabancılık duyduğu yeni ortam ve belirsizlikler korku salan unsurlar olmaktan çıkacak, baş etmesi ve aşılması gereken geliştirici zorluklar (challenge) olarak hayatına girecek. Bu sayede, konfor alanından çıkıp yeni ve daha geniş bir konfor alanı yaratmış olacak. Benim Minik’im de bunu benzer şekilde, eve girdiği ilk saatlerde uygulamaya geçti. İlk aşamada korkuyla bir köşeye kaçtı, sonrasında bir kaç odanın derin köşelerine saklandı. En sonunda merakla etrafı dolaşmaya, keşfetmeye başladı… Az biraz risk alıp cesaret göstererek ortaya çıktı…

Bu seferki yazımda, özelimden bir parça –son bir hafta içinde zorlayıcı ilkler yaşadığımı paylaştım… Hatta 40 sene önce yaşadığım ilkin zorluğuna rağmen, yıllar sonra bilerek ve isteyerek yeniden yeni ilklere adım atışımı paylaştım… Sizler de kim bilir hangi ilklerle baş başasınız… Şu Covid gerçeği ile yaşamak, gün be gün onun getirdiği belirsizlik ve bilgi karmaşası içinde yaşam sürmeyi başarmak zaten başlı başına büyük bir ilk! Benden naçizane, küçücük bir tavsiye… Hayat çok kısa…. Aynı duygu ve devinimlerle sınırlamak için çok yazık… Farklı şeyler yapmak ve farklı duygular tatmak için hayat çok engin, renkli ve umut vaat edici… Bence, her ne kadar zor olsa da, çıkmalı şu konfor alanından… Genişletmeli, korkulara zorluklara rağmen… Ne getiriyorsa kucaklamalı, yaşamımızla kapsamalı, öğrenmeli ve büyümeli. Yoksa, bir ağaçtan farksız, kök aldığımız yerde biter ve ölene dek aynı yerde uzarız!

Barcelona’dan sevgiler…
1 Kasım 2020

Yeniden mi Başlıyoruz…!!!

(Yazarı sesli dinlemek için tıklayın)

Bir önceki yazımda kaçırma duygusundan bahsederken, farklı yerlerde olabileceğim ve yapabileceğim şeylerden örnekler vermiştim… Örneklerden biri de, “Covid-19’dan (veya herhangi başka bir sebepten) yatak döşek dinlenme halinde de olabilirim…” söylemiydi… Bunu hiç istemediğimi söylemiş olsam da, sanki kendime çağırmışım gibi, verdiğim örnek başıma geldi! Neye niyet neye kısmet… Ağır bir grip, nezle, öksürük, ve çok hafif ateş beni yatağıma mıhladı! Diğer yandan, ikinci Covid-19 dalgasına karşı yeni önlem ve uygulamalar yürürlüğe konmaya başlandı. Çarşamba günü açıklanıp Cuma sabahı (16 Ekim 2020) yürürlüğe giren kısıtlama uygulamaları kapsamında Katalunya bölgesinde tüm restoran, bar, kafe, güzellik ve bakım merkezleri, eğlence yerleri iki hafta süreliğine kapandı. Hadi bakalım… yeniden mi başlıyoruz ne…

13 Mart 2020 günü tüm İspanya’nın karantinaya girişinden takribi üç ay sonra “yeni normal”e geçmiştik… Hayat “süper” olmasa da, sahip olduklarımıza ve yeniden kavuştuklarımıza baktığımda “nimet” olduğunu söyleyebilirim. Aradan aylar geçti, yeni normal “norm” oldu… Çoğumuzun aklında “bir daha Mart Nisan aylarında yaşadıklarımıza dönmeyiz” algısı varken, ikinci Covid-19 dalgasına karşı yeni önlem ve uygulamaların yürürlüğe konmaya başlaması tabii ki de moralleri bozmaya yetti. Barcelona şaşkınlık, üzüntü ve sessiz bir isyan duygusuyla Perşembe günü gün boyu ve akşam dışarılardaydı… Kendim de dahil herkes, “kapanmadan” önce özgürce son bir kahve keyfi veya son bir akşam yemeği için tüm masaları doldurduk, taşırdık… İki hafta sürecek dense de, bu kapanmanın ne kadar süreceği ve yeniden açılacağını kimse bilmiyor!

Bu belirsizlik, bir yandan bir kuşku ve hayatı kaçırma kaygısına itiyor; ama diğer yandan, “bu yoldan geçtik… deneyimliyiz… önceki gibi hazırlıksız ve acemi değiliz… hatta ne yapmamız gerektiğini biliyoruz ” bilincini yaşatıyor. İki hafta dedikleri süre iki üç aya çıkar mı diye düşündürüyor… Sürebilir de, sürmeyebilir de… Sınırlar kapanabilir de, kapanmayabilir de… (Ki, sınırları kapatma noktasına geleceğini pek öngörmüyorum, ama daha önce olduysa yeniden olabilir fikrine de hazırım!) Aklımdan türlü düşünceler geçerken, ister istemez zihnim, flashback sahnesi gibi, karantinaya girdiğimiz ilk günlere ve deneyimlerime kaçıp gidiyor… Hele ki bugünün Cumartesi olmasından mütevelli, karantinaya girişimizin 7.ncü gününe (21 Mart 2020) ve Korona Günlüğüme yazdığım yazıya aklım kayıyor. Muhtemelen, karantina günlerimden ve günlüklerimden en çarpıcısı olsa gerek… Bana hayattayım dedirten, beni en çok heyecanlandıran ve neşelendiren gün. İşte günlüğümden bir parça…

“21 Mart 2020, Gün #7
Birinci haftayı doldurduk… evden çıkmayalı 9 gün oldu. Yeni rutine o kadar adapte olmuşum ki, eskisi yabancı geliyor. Bugünün tek farkı var, bugün Cumartesi… hafta sonu… yeeeyyyy…. :)))

Güne erken başlamak güzel; balkona, nefesimle ve kendimle buluşmaya çıktım… ortalık sessiz ve sakinken, zihnim de kalbim de daha sakin… ve karar verdim, bugün Cumartesi, tatil günü, 9.ncu gün, kendime ödül vermeliyim… bugünü, bir kaç saatliğine dahi olsa, rutinin dışında yaşamalıyım…

Elime çantamı, ceketimi, dezenfektan, eldiven, maske, anahtarlar ve atıştırmalık bir kaç ıvır zıvırı aldığım gibi arabaya bindim sahile gittim. Barceloneta sahili… yollar bomboş, ne insan var ne araba… şehir ya uykuda ya da karantina’da…!!!

Suçluluk duygusuyla karışık bir heyecan… kalbim pır pır atıyor… sahildeyim. Pırıl pırıl parlayan güneş kumsala, denize ve yüzüme vuruyor… “oohhh… dünya varmış, işte hayat bu!” dedirtecek kadar huzurlu ve özgürleştirici… şükür!

Kumsalda en sevdiğim ve rahatlatıcı şey, sahilde dalgaların gelişini gidişini izlemek, ve çıplak ayakla ıslak kum üstünde yürüyerek dalgaların ayağıma vuruşunu hissetmek… su buz gibi! Dalganın sahile vuruşunu, oluşan köpükleri, sonrasında yavaş yavaş dağılıp yok oluşlarını, sonra yeni bir dalganın gelişiyle yeni köpüklerin oluşumu, ve sonrasında yok oluşlarını izlemek… zihnime bir terapi gibi…. saatlerce izleyebilirim…. Kim bilir ne kadar süreyle orada durmuş, ayaklarım suda, kuma gömülü, dalgaların geliş-gidişini izledim…. her dalga gelişinde, köpüklerin belirip yok oluşu, kum taneciklerin ayak parmaklarımın arasına girmeleri, bir kısmının akıntıyla kurtulup gidişleri… görüntü hep aynı, sanki bir birini tekrar eden takılmış plak gibi… bizim karantina günleri gibi!

Ama yok, bugün farklı, dışarıdaydım ve deniz kenarında kendime bir iyotlu oksijen ziyafeti çektim… ufuğa bakıp denizle göğün birleştiği noktaya daldım… denizde hiç bir şey yok… dümdüz… alabildiğince mavi ve maviii…. bu karenin içinde bir yelkenli olsaydı… işte mükemmel olacaktı! Ufuğun içine dalmış, huzuru içime aldım… nefes alıp verdim… içime, damarlarıma, ciğerlerime, kalbime, parmak uçlarıma kadar en küçük uzvuma kadar enerji depoladım….

Zaman ve mekandan tümüyle kopuk, öylece düşüncelere dalmışken, birden arkamdan bir ses: “anneeee…hadi kahvaltı edelim!”, ve hemen ardından, “Kızım bırak anneni, meditasyon yapıyor, bitirince gelir…” diyor… gözlerimi açıp, etrafıma baktım… balkonumdaki sandalyemdeyim… “tamam, iki dakika izin verin, geliyorum” deyip, zihnimde çıktığım yolculuğu, kaçamağı, ve bende yarattığı hisleri sentezledim. Gerçekten gittim mi oralara? Gerçek ile hayalin farkı ne? Peki ya hislerim, depoladığım enerji, tattığım özgürlük hissi, rutinin dışına özgürce istediğimi yapmış olma mutluluğu, ve gelecek günlerin getireceği belirsizliklere karşın bir kaç dakika veya saatte (zaman kavramına girmeyeceğim bile) biriktirdiğim umut…. bunlar hepsi benimle beraber… ve gayet de gerçek!

Sonuçta, sanal gerçeklik (virtual reality), sinema, tiyatro, TV, kitap, vs. ile bulunduğumuz fiziksel mekanımıza rağmen, başka bir gerçekliğe gidebiliyorsak madem, neden kendi zihnimizin yarattığı hayali gerçekliğiyle yolculuğa çıkamıyoruz…Hele ki, şu zorlu günlerimizde, takılmış plak gibi aynı güne kalktığımızı düşünürsek…Her şey bize ve zihnimize oynadığımız oyunlara bağlı….”
Günlüğüm daha devam ediyor… ancak bugüne gelirsem, burada altını çizmek istediğim olgu aslında şu: Duygularımız ve olaylara karşı verdiğimiz yanıtlar çerçevesinde yaşadığımız deneyimlerimizin şekli bizim elimizde… Yaşadığımız özlem duygusundan tutun, hayatı kaçırma duygusuyla geçmişin pişmanlığı veya gelecek kaygısı hepsi zihnimizin yarattığı ve bize inandırdığı senaryolardan ibaret. Aynı benim hayalimde sahile gidişimle yarattığım ve zihnime ve tüm bedenime inandırdığım mutluluk verici deneyim gibi. Seçim bize ait, ya ipleri ele alıp zihnimize oyun oynayacağız; ya da zihnimizin bize oyununu oynamasına devam etmesine izin vereceğiz.

Barcelona’dan sevgiler…
21 Ekim 2020

Kaçırma (Missing Out) Duygusunu Kaçırtmak

(Yazarı sesli dinlemek için tıklayın)

Hayat ne garip… Barcelona’da yemek masamda oturmuş, Tel Aviv’de kuzenimin hediye ettiği kahve bardağımdan Türk kahvemi içiyorum… Bardağa baktığımda, aklımdan “şimdi Dizengof Caddesinde bohem bir kafede oturup kahvemi yudumlayabilirdim…” düşüncesini geçiriyorum… Kahvenin kokusunu içime çekince “aaah… Kuruçeşme AŞŞK kahvesinde denizin kenarında balıkları izleyerek, martıların sesine kulak vererek kahvemi yudumlayabilirdim…” diyorum. Bulunduğum zaman ve mekana –yani şimdi olduğum yere baktığımdaysa, huzur ve keyifle “evimdeyim, istediğim ve bizzat kendi irademle seçtiğim yerdeyim…” diyorum. Bunu düşününce, kahvenin lezzeti, bardağın değer ve anlamı, ve oturduğum sandalyenin konforu katlanarak artıyor… Çok ilginç… Seçimlerim ve farkındalığım sayesinde, algım ve duygularım nasıl da değişiveriyor!

Bir kaç ay öncesine kadar hayatımız müthiş basit ve kolay gibi görünüyordu… Canımız çekince, özleyince, veya yolumuz düşünce, sevdiğimiz tatlara (Dizengof Caddesi, AŞŞK Kahvesi) şöyle bir gidip dönüveriyorduk. Seyahat bir kenara, bir yerden bir yere hareket etme düşüncesi bile acayip kolaydı. Oysa şimdi, konuyu 3-5 defa değerlendirip “değer mi değmez mi”yi tartıp biçmeden harekete geçmiyoruz… geçemiyoruz. Harekete geçmeyip durağan kaldığımız zamanlardaysa, duygularımız hareketleniyor ve bizi türlü düşüncelere sürüklüyor… ve bir de bakıyoruz ki içimizden bir “aaahhh… şimdi orada olmak vardı…” sesi çıkıyor. Bu bir özlem (missing) duygusu mu? Öyle gibi görünüyor, ama tam değil… Hayal kırıklığı veya üzüntü mü? Bence o da değil… Bana bir şeyleri kaçırmanın, eksik veya mahrum kalmanın yarattığı duyguyu çağrıştırıyor. Bu, öyle bir hal ki, kişinin eğlence veya fırsat yakalayabileceği bir olayın parçası olmamasını ve dışında kalmasını ifade eden bir şeyleri kaçırma hali. İngilizce’de buna “missing out” deniyor.

Bir çok tanıdığım yaz döneminde bu hislerle haşır neşir oldu… Kolay olmasa gerek… Dışarıdan görünen şu veya bu nedenle yapamadığımız, kaçırdığımız, hatta mahrum kaldığımız bir çok olaya, seçimlerimizden dolayı dahil olamadık… olamıyoruz. Derinlemesine baktığımızda, hayat dediğimiz oyun seçimlerimiz, aldığımız kararlarımız, ve kendimizce doğru olanı uygulamaya koyuşumuzun neticelerinden ibaret. Diyeceğim o ki, neyi seçiyorsak onun sonuçlarını yaşıyoruz… Bu kaçırma hissini bize yaşatan seçimlerimiz değil… Bu duyguyu yaşatan, seçimlerimizi yaptıktan sonra ardımızda bıraktığımız diğer seçeneklerden bir türlü vaz geçemeyişimiz; onları arkamızda bırakıp yola devam edemeyip hala içimizde taşıyor oluşumuz… Biraz soyut kaçmış olabilir; farkındayım! Enfes bir hikaye vardır ki, bunu harika anlatır. Hikaye şöyle…

Biri genç, biri yaşlı iki rahip vahada yürürler. Karşılarına bir nehir gelir. Nehir başında çaresizce duran yarı çıplak bir kadın görürler. Kadın nehrin karşı tarafına geçmek ister; fakat yüzme bilmediği için geçemez. “Yüzme bilmiyorum, beni karşıya geçirebilir misiniz?” der. Yaşlı rahip “biz insanlara yardım ederiz” diyerek kadını kucağına alır ve nehri geçerler. Genç rahip, yaptıklarının yanlış ve günah olduğunu düşünür durur… Nehrin karşı tarafına geçtikten sonra, yaşlı rahip kadını nazikçe yere bırakır; kadın rahibe teşekkür eder ve yoluna devam eder. Rahipler de kendi yollarına devam ederler… 5-6 saat geçer; genç rahip dayanamayıp yaşlı olana “Nasıl olur da bir rahip olarak yarı çıplak bir kadını kucaklar ve taşırsın?” diye sorar. Yaşlı rahip, sakince “ben kadını nehrin kenarında bıraktım; sen hala taşıyorsun!” der.

Bu hikaye şu olguyu çok güzel ortaya koyuyor: seçimlerimizi ne ölçüde bilinçle, bilerek, isteyerek, ve farkında olarak yaparsak, sonuçlarından o denli memnun kalır, ardından şüphe veya kaçırma hissi taşımayız… Seçimlerimizi yaparken diğer seçeneklerden vazgeçmeyi, onları geride bırakmayı, hatta unutmayı başardığımızda, seçimlerimizle gerçek anlamda mutlu oluruz. Yani, “şu anda Barcelona’da salonumda değil de Bodrum’da yazlıkta yüzüyor olabilirdim; İzmir’de Karabağlar köy evinde meditasyon yapıyor olabilirdim; Göcek koylarında teknede kadehimle güneşin batışını izliyor olabilirdim; Bebek sahilinde sabah yürüyüşümü yapıyor olabilirdim…” düşünceleri çok tatlı geliyor. Bunların hepsini yapmayı isteyebilirdim, neden olmasın! Aynı zamanda, Covid-19’dan (veya herhangi başka bir sebepten) yatak döşek dinlenme halinde de olabilirdim… Tabii ki bunu hiç mi hiç istemezdim! Sonuçta, aynı anda bir kaç yerde olamayacağıma göre; ve şu anda bilinçli seçimimle olmak istediğim yerde olduğuma göre, bundan daha iyi bir seçenek bence yok!

Özetle, bir şeyleri kaçırma duygusunu (missing out) kaçırtmanın yolu, kanaatimce, uzaklarda bir yere özlem duymak değil. Aksine, bulunduğumuz yerde olmaktan memnuniyet duymak, anın içinde gizlenmiş cevherleri (harikaları) keşfetmek, ve seçimlerimizle barışık ve bütün olarak, getirdiği sonuçlardan keyif almak. Bence, bu tarz yaşam felsefesi bize gerçek mutluluğu vadediyor… “Aahhh şimdi AŞŞK kahvesinde bir kahve içsem ne iyi olurdu….” laflarına takılmadığımız, “…bir şeyleri kaçırıyorum…” hissini taşımadığımız; tam tersine, “bizle olan ve bizde bulunanla gayet iyiyiz” algısını yakaladığımız bir yaşam vadediyor. Her neredeyseniz, huzurla, sağlıcakla, ve sevgiyle kalın…

Barcelona’dan sevgiler…
7 Ekim 2020

Her Gidişin Bir Dönüşü Var

Her gidişin bir dönüşü var… Hatta bu satırları Barcelona’ya doğru dönüş yolumda, uçakta yazıyorum. İstanbul’a gelişimiz maceralı olduğu gibi, dönüşümüz de biraz öyle oldu. Şu belirsizlik ve her an değişken ortamda, başka türlüsü zaten beklenilemez. Etrafımızda dönen bir çok şey önden tahmin edilemez olduğu gibi, hayatımız ve bizzat kendimiz de o hale geldik. O kadar ki, beklenmedik bir durum halinde, anında “değiş tonton” yoluyla kendimizi, planımızı, ve arzularımızı yeniden değerlendirdiğimiz, hızlıca yeni bir hareket planı oluşturduğumuz, olağanüstü beceriler geliştirdiğimiz zamanlardan geçiyoruz… Son dönemde sıkça duyduğumuz adaptiflik, esneklik, yılmazlık, hacı yatmazlık gibi kavramlar var ya hani (adaptiveness and resilience), işte gün-be-gün bu kavramları destekleyici duygusal ve mental çeviklik becerileri geliştiriyoruz.

Nasıl mı? Biraz engebeli yoldan, ama olsun! Kabul edelim, Covid-19 hayatımıza gireli beri, yaşantımız belirli ve bilindikten, muallak ve spontan –anın getirdiği ve durumun elverdiği yönde seyredecek hale dönüştü. Yani, o kadar ki, kolayca kimseye söz veremiyoruz; uzun veya kısa vadeli plan yapamıyoruz; bir çok doğru bildiğimizden şüphe eder halde olup, tutunacak dayanak bulamıyoruz; çok kolay olmasa da, anı anlık olarak yaşamayı seçiyoruz. İçinde bulunduğumuz değişken, belirsiz, karmaşık ve muğlak (VUCA –volatile, uncertain, complex, ambiguous) ortamın içinden geçerken, anlık yaşasak da, şüphe, kaygı ve korku duygularıyla geçiyoruz (DAF -doubt, anxiety, fear). Sonrasında bu duygularla baş etme çabası içinde kendimizi daha da yoruyoruz. Artık, bir yerde dur demeli, akışı durduramayacağımızı kabul etmeli, ve akışın içinde nasıl ve hangi duygusal ve mental tepkilerle cevap vermek istediğimizi seçmeliyiz.

Alın size basit bir örnek… Olay ve durumların gelişi ve akışıyla hareket etmeye o denli kendime telkin etmişim ki, dün akşam arkadaşım bana “ne zaman dönüyorsun, yarın mı?” dediğinde, “evet, sanırım yarın” diyorum… “Biletini aldın mı?” diye sorduğunda, basitçe ve dinginlikle “hayır, belki gece veya sabah alırım” deyiveriyorum. Kabul ediyorum, son ana kadar ne gün döneceğim konusunda önümü göremiyordum; engelleyebileceğini tahmin ettiğim bir çok faktör vardı; aynı zamanda tahmin edemeyeceğim faktörler de çıkabilirdi. Ama her koşulda, bugüne niyet etmiştim; kapıyı aralık bırakarak… Yani, durumların kendini göstermesine, olayların gelişmesine, ve nihai niyete yaklaştıkça her şeyin daha da belirginleşmesine bıraktım kendimi… Aktif bir bekleyişti benimkisi… Pasif asla değil! Rüzgarın vurduğu yöne doğru savrulan bir yelkenli değil de, yelkenini rüzgarın geldiği yöne doğru çevirip, rüzgardan faydalanarak yol alma hali… Bütün mesele, yelkenini ve onu yönetme tekniğini bilmek –yani kendini iyi tanımak, duygu ve düşüncelerin tümüyle farkında olmak; ve her ne olursa olsun yönünü –yani niyetini çok iyi bilmekten geçiyor bu aktif bekleyiş…

Hakikatten de, uçuşa 14 saat kala biletimi aldım, ve bugün döneceğimi kesinleştirdim. Asıl tuhaf olan şu ki, belirsizlik içinde kalmak bir zamanlar son derece huzursuzluk yaratırken, farkına vardım ki, ben ne karar verirsem vereyim, benim dışımda bir gücün bu kararımı değiştirtebileceği, ve benim de anlık düşünce sistemiyle planımı yeniden şekillendirmek zorunda kalabileceğim gerçeği var. Başka bir deyişle, sınırlı ölçüde özgür irademin (free will) olduğunu, hayatımın bir çok parçasının benden bağımsız hareket ettiğini ve ona ancak uyumlanmak –veya uyumlanmamayı seçerek yaşadığımı kabul etme zamanım gelmiş. Özgür irade kavramı üzerine çok araştırma ve deney yapıldı; en çarpıcı bulgu ise, özgür iradenin “free will” değil de “free won’t” –yani veto etme, dur deme, durumu yavaşlatıp bilinçle karar alma idaresiyle olduğu…

Uçak yolculuğumun sonuna gelmek üzereyim… İkinci evime dönüyorum… İçimde pırpır eden bir heyecan… Karantina döneminde 3,5 ay boyunca bana sıcacık ve korunaklı sığınak olmuş Barcelona şehrime dönüyorum… Veee aklımdan geçen düşünceleri aynı olduğu gibi şu satırlara tuşluyorum… Hayat ne ilginç… Bir taraftan bize vurup bizi yıpratırken (son zamanlarda Covid-19’la başımıza gelenler), diğer yandan da bize müthiş şeyler öğretiyor, bizi değişime itiyor, dönüşmeye yönlendiriyor… hatta, biraz iddialı kaçabilir ama, bir ölçüde ustalaşmaya ve kendi yaşamımızın ustası olmaya aracı oluyor (mastering life). İşte, ben de şu anda, şu dönüş yolculuğunda, yeni uyanış ve farkındalıklarla… yepyeni –hatta bana tümüyle yabancı beceri, tutum ve davranışlarla… eskisinden daha keskin, daha çevik, daha adaptif ve daha esnek bir ‘ben’ olarak dönüyorum.

Size TK1855 Istanbul-Barcelona uçuşundan sevgilerimi gönderiyorum…
18 Eylül 2020

İp ve Tığ ile Kurulan Yeni Bağlar

(Yazarı sesli dinlemek için tıklayın.)

Her şeyin hikayesi olduğu gibi, bu çantanın da bir hikayesi var. Diyeceksiniz şimdi, bir çantanın kaleme alınmaya değer nasıl bir hikayesi olabilir… Esasında bu bir çantadan öte; bir yaşanmışlık, bir farkındalık, ve yaşayarak öğrenme hikayesinin somut hali… Çünkü bu çantayı ben yaptım –yaptığım ilk çanta diyebilirim… Her bir ilmiğinde, sırasında, iplik bağlantı noktalarında ayrı deneyim ve anı var. Mağazada rafta gördüğüm ve beğendiğim bir çantanın oraya geliş hikayesini asla bilemem… ama şuracıkta oturan bu çantanın ilk –hatta “hiç” ve son halini bilmek, omzumda gezdirirken verdiğim emek ve öğrenme çabasını hatırlamak, içinden bir eşyamı ararken defalarca çözüp yeniden ördüğümü hatırlamak, ve nihayetinde son haliyle elimde taşımak anlatılmaz bir keyif. İşte hikayesi…

Annem, on parmağında on marifeti olan bir kadın. Marifetlerinden biri de el işi… Yıllarca şişlerle kazaklar bluzlar örmüş, tığla masa örtüleri yapmış, şimdi de tam anlamıyla çanta yapma ustası. Yıllardır izleyici konumdayken, bu yaz Bodrum’da yeğenimle beraber heves ettik ve “hadi bize öğret…” dedik. Sabırla, her birimizin eline birer tığ ve ip verdi, ilk zinciri başlattı, ve sonrasında tabanı yapmayı gösterdi… veeee, bizi kendi halimize bıraktı. Sonucunda, “hımmm… kolaymış…” deyip pek bir özelliği olmayan küçük kırmızı bir el çantası yaptım…

Baktık ki bu iş bizi sardı, vakit geçmeden tuhafiyeciye gidip ip ve farklı kalınlıkta tığlar aldık. Pudra rengi mumlu bir ip beğendim… işlemesi zor, esnekliği nerdeyse sıfır, balya halinde sarılı kiloyla satılan, vahşi ve yabani bir ip. Kabul ediyorum, başlangıç seviyesi için bu ip çok da doğru bir seçim değil! Annemin “öremezsin, bir şey çıkmaz bundan, çok zorlanırsın” uyarılarına rağmen, inadım tuttu ve zincirine başladım. “Peki ne yapmak istiyorsun?” dedi… “Bilmiyorum…” dedim… Gerçekten de bilmiyordum. Tek bildiğim, bir elimde ip bir elimde tığ, gideceği yönü bilmeden, uzun bir zincirle başladım ve amaçsızca, öylece zincirin etrafında dolanıp döndüm… Hakikatten ne yapmak istediğimi bilmiyordum. Sonucunda nasıl bir çanta yaratmak istediğim bir yana, acaba bir çanta çıkarmak istiyor muyum bile emin değildim. Hatta hangi stilde örmek istediğimden de emin değildim. Bir sürü tarzı varmış meğer… sık iğne, tekli tırabzan, çiftli tırabzan, vs.

Sık iğne ile başladım… Öyle kaptırmış haldeydim ki, sıralar git gide yükseldi, ele avuca bir şekil gelmeye başladı… Sıkı mı sıkı, her ilmik dip dibe, taş gibi bir şey örmeye başladım… artık ona çanta mı dersiniz, mum ipten tas mı dersiniz, yoksa sepet mi… Allah bilir! Ama kendi halimin neye benzediği çok barizdi: “bir elinde cımbız, bir elinde ayna, umurunda mı dünya…” hali! Tam anlamıyla “akış hali”; zaman mekan kavramından kopmuş haldeydim; tek odağım tığ ucunu ipe dolayıp ilmiklerin içinden geçirişimdeydi. Saatlerce dur duraksız ördüm… Kaç bardak çay ve fincan kahve buz oldu yanı başımda… Olsun, keyfim ve kafam çok iyiydi.

Öylece amaçsızca örerken iyiydi de, bunun nereye varacağına artık bir karar vermem gerekiyordu. Karar veremediğim ve sökmeye de kıyamadığım için, elimdekini kenara bırakıp ikinci balya ile yeni bir örgüye başladım. Annem sorusunu yeniledi… “Ne yapacağına karar verdin mi?” Bendense, hala kesin emin olmamakla birlikte, “sanırım büyük bir çanta yapacağım” yanıtı çıktı. Ama nasıl bir çanta, hangi stilde, yine muamma… Nasıl emin olabilirdim ki… Hepi topu 2-3 gün olmuş, elime tığ ip alalı, sanki bir iş planı yapacak ve o doğrultuda işleyecek ve sonuca varacaktım… İşin inceliğini henüz bilmeden ne istediğini nasıl bilebilir ki insan… Hani belki mecmuada gördüğüm bir modeli yapma hedefi koyabilirdim… Ama hiç bir olmuş çantaya “ben bunu yapabilirim” gözüyle bakamadığım için, o seçenek de yoktu benim için.

Uzun lafın kısası, uzun bir zincir ve tabanla, sık iğne stiliyle “çantamı” örmeye başladım. 6-7 sıra sonra, annem “sık iğne ile örersen bu çanta bitmez, ama ipin biter” dedi… Haklıydı! Sık iğneden tekli tırabzana, ve sıkı ilmikten gevşek ve delikli stile geçtim. Doğru yapıp yapmadığımı ancak bir kaç sıra ilerledikten sonra ortaya çıktığı için, sıralarca ördüğümü söktüm, yeniden ördüm… Bir an geldi, işin tamamını sökmeye yeltendim… ve orada durdum. Bir türlü iş istediğim gibi çıkmıyordu; veya beni tatmin etmiyordu… Sökmek ve yeniden yapmak dert değil; zaman, emek ve motivasyon bol olunca hiç de dert değil! Ama şunu anladım ki, ben işi nasıl yaparsam yapayım, nasıl işlersem işleyeyim, hep bir hata, kusur, veya beğenmediğim ve sökmeye değer göreceğim bir taraf olacak… “Shirli, bunun sonu yoook! Devam et…” dedim, ve sonuna kadar ördüm…

Neyin sonuna? İpimin sonuna! İpim bitince, sökmeye kıyamadığım diğer sepet kılıklı örgümü söküp çantamı işlemeye devam ettim. O ipin de sonuna gelince, bir baktım ki, çantaya sap yapacak malzeme kalmadı. Tuhafiyecide ipin devamını bulamayınca, ahşap saplar alıp onları diktim. Halbuki aklımda kurguladığım şey, ipin devamını bulmaktı… ve örgü saplar yapacaktım… Neye niyet, neye kısmet!

“Hayat da öyle değil mi? Tek fark, hayatta ördüğünü söküp yeni baştan örme şansın yok! Hayatta hiç bir şey planladığın gibi de gidecek diye bir kaide yok. İpinin bittiği yerde veya devamını edinemediğinde, başka kaynakları değerlendirecek ve kullanacaksın… Hatta, hayat sonuç odaklı değil de süreç odaklı yaşamayı gerektiren bir sistem üzerine kurulu. Amaç, illa ördüğün çantanın son halini eline almak değil. Asıl anlam ve zenginlik onu yaparken yaşadıklarında gizli… hata ve kusurlarıyla birlikte güzel ve işe yarar oluşunda gizli… İşte o zaman, son halini eline aldığında, ardındaki hikayeyi bilecek ve değerinin de bilincinde olacaksın.”

İşte, kendi kendime söylediğim sözlerdi bunlar… 5 günlük çanta örme maceramın içinden çıkan hikaye bu… bir çanta örme hikayesi gibi görünse de, sürecin kendi müthiş öğretici ve hatırlatıcı oldu. Mehter marşı misali 3 ileri 2 geri, örme sökme, yapma bozma, karar verme değiştirme, en nihayetinde “olduğu kadar yeter, iyi, ve güzel; kusurlarına rağmen senin eserin” dedirtecek bir hayat öğretisiydi… Bu çantaya her bakışımda, bana öğrettiklerini anımsayacağımdan hiç bir kuşkum yok! Benim için daha da özeli, bu çanta, ip ve tığ aracılığıyla, canım anneciğimle kurduğum harika ötesi yeni bağın ve paylaşımın sembolüdür. Teşekkür ederim anneciğim…

Son not: Aşağıdaki ikinci çanta, sökme ve örme devinimlerim sonucunda ustalaştığımın kanıtıdır… Hedefe kitlenerek 24 saat içinde ördüğüm, içinde minimal kusurların da olduğu, ama görümcemin keyifle kullandığı nefis bir çanta!

9 Eylül 2020

“Özledimmm….” mi dediniz?

(Yazarı sesli dinlemek için tıklayın.)

Şu sıra nedense zihnimde dilime dolanmış bir şarkı gibi “Taş yerinde ağırdır” atasözü çınlıyor. Her şeyin yerinde güzel olduğunu, önem taşıdığını, değer gördüğünü, ve anlam kazandığını ifade eden bir atasözü… Bir ölçüde, her şeyin ortaya çıktığı kendi ortamında ve ait olduğu yerde serpilip geliştiğini ve anlam kazandığını söylüyor. Bana “şimdi ve burada olma” (Mindfulness) felsefesini çağrıştırıyor… yani, hayatta gerçek değerin bulunduğun mekan ve anın içinde gizli olduğunu ifade ediyor.

Bu atasözü de nerden geldi aklına diyeceksiniz… Her şey Covid-19 karantina döneminden çıkıp Türkiye’ye gelişim ve özlediğim insanlara, mekanlara ve tatlara kavuşmamla başladı. Bu sayede, özlem duygusuyla ilgili yeni bir farkındalığa erdim… Mindfulness felsefesiyle harmanlayınca, “özlem”in farklı yüzlerini görür oldum… Özlediğim kişilerle görüştükçe, özlediğim mekanlarda bulundukça ve özlediğim tatların yeniden zevkine vardıkça, onları sandığımdan çok daha fazla özlemiş olduğumu anladım… Farkına vardım ki, uzaktayken duymuş olduğum özlem ile anın içinde özlemimi giderirken hissettiğim özlem duygusu arasında büyük fark varmış… Hatta, zihnen ve ruhen tümüyle anda kaldığımda hiç bir şey için özlem duygusu taşımadığımı fark ettim. Meğer, özlem duygusu sadece ve sadece bir uyaran sayesinde tetikleniyormuş… ve o şekilde içimizde hayat buluyormuş.

Kabul ediyorum, bunlar fazlasıyla soyut kaçıyor… Gelin bir kaç soru ve kısa bir hikayeyle aklımdakini somutlaştırayım… Mesela, hiç düşündünüz mü, özlemek nedir? Bir şeyi, kişiyi, yeri veya tadı özlediğinizde nasıl hissediyorsunuz? Peki ya, özlem duyduğunuzu nasıl anlıyorsunuz? Özlem hissi hangi an veya noktada gerçekten başlıyor? Yanıtlaması zor gibi görünüyor… İlginç bir şekilde, Covid-19 karantina döneminde dört ay boyunca sabır ve özlemle sevdiklerime kavuşmayı beklediğim, sonrasında buluştuğum, ardından kendi kendimle kaldığım sıralarda bu sorulara yanıt bulduğumu düşünüyorum. Yanıtları bulmakla kalmayıp, aynı zamanda özlem duygumu tatmin etmede ustalaşma yolunda ilerlediğimi sanıyorum… Çünkü, bu farkındalıkla, artık, her anın tadına doyasıya varıyorum… aldığım tadın, duyduğum kokunun, ve sarıl(ama)dığım kişilerle beraber olmanın keyfini çıkarıyorum… Aynı şu hikayede geçen kişinin çıkardığı gibi…

***
Bu hikaye, İstanbul’da doğmuş, hayatının büyük çoğunluğunu İstanbul’da geçirmiş, ve son bir kaç yıldır yurtdışında yaşayıp belli aralıklarla İstanbul’u ziyaret eden bir kişiye ait… Her yaz olduğu gibi bu yaz da ailesini, yakınlarını, ve sevdiği yerler ve tatlarla yeniden buluşmak üzere İstanbul’a gelmiş. Günlerden bir gün arkadaşıyla buluşmak üzere Beşiktaş-Kadıköy Şehir Hatları vapuruna binerek boğazı deniz yoluyla aşmış. Aslında, tek arzusu aylardır görmediği ve çok da özlediği arkadaşıyla biraz bugünü yakalamak, biraz da eski günleri anarak keyifli vakit geçirmekmiş.

Ne ilginç ki, henüz yoldayken, ne çok şeyi özlemiş olduğunun farkına varmış… İstanbul boğazının masmavi sularını… dibinde gezinen balık sürülerini… havada vapurun etrafında uçarak oynaşan martıları… vapurun arkasından çıkan beyaz köpükleri… vapurun yan açık tarafında oturup güneş ışınları ve rüzgarın yüzünü okşamasını… çıtır çıtır susam kaplı sokak simidi ile Türk çayının birlikte yarattığı eşsiz lezzeti… çevresinde Türkçe konuşmaları duymayı… ne de çok özlemiş…

Bir yandan yol alırken, boğazın iyotlu havasını soluyup, ciğerlerinin en dip köşesine kadar tüm şehri içine çekiyormuşçasına ve içinde saklamak istiyormuşçasına nefes almış ve vermiş. İşte o ana kadar hiç mi hiç farkında değilmiş… yirmi dakikalık basit bir vapur yolculuğu bu kadar değerli ve anlamlı olsun… Hatta, bu yolculuğa hiç bir özlem veya anlam yüklemeden, alelade bir “karşıya geçme” olarak yola çıkmıştı. Meğerse, yolculuğun barındırdığı her bir unsuru –simidi, çayı, beyaz köpüklü dalgaları, oynaşan martıları, vs. ne kadar da özlemiş… hatta özlemiş olduğunu ancak o anı yaşarken, onları görünce, yeniden tadınca ve deneyimleyince gerçekten özlediğinin farkına varmış.

***
İşte bu hikaye kendimizi kolaylıkla içinde bulabileceğimiz bir hikaye… İstanbul Boğaz hattını veya Adaları dolaşan vapura binmiş olan herkesin aşina olduğu kısacık bir kesit… Asıl can alıcı soru şu: Bu satırları okuduktan sonra içimizde bir özlem duygusunun canlanıp canlanmadığı… Okuyana kadar hiç aklımızda bile yokken “aahhh… orada olmak vardı!” hissiyatı taşıyıp taşımadığımız… Diyeceğim o ki, bence bir özlem duygusu ancak onu hatırlatacak, beş duyumuzla bizi uyaracak ve anıları canlandıracak unsurların varlığına bağlı.

İşte benim şu son dönemde özlem duygusu ile ilgili farkına vardığım şey, hiç bir kimsenin durup dururken bir anı, kişiyi, mekanı veya tadı özlemeyeceği, hatta özleyemeyeceği… Tabii ki anda kalmayı –şimdi ve burada olmayı hayat felsefesi edinmiş olmakla bağlantılı. Boşuna “gözden ırak gönülden ırak” denmemiş… Gözümüzde –yani aklımızda, dikkatimizde, odağımızda, çevremizde, hatta beş duyumuzla algıladığımız her şeyde ne varsa, gönlümüzde de o var… yoksa da yok! Uzun lafın kısası, diyorum ki, “gönül ve özlem açısından, taş ancak göz ve dikkatin olduğu yerde ağırdır…” Ya siz ne diyorsunuz?

İstanbul’dan sevgiyle…
26 Ağustos 2020

Bu da Geçer

(Yazarı sesli dinlemek için tıklayın.)

Hayat dediğin şey, doğum ile ölüm arasında süre gelenler ve yaşadıklarından ibarettir. Önemli olan, nasıl yaşadığındır! Kaliteli hayat olaylara verdiğin tepkilerde gizlidir. Zira, hayat inişli çıkışlıdır… bir yukarılardasın, bir an gelir aşağılara, diplerde yüzer bulursun kendini. Her şey değişken… ne zaman ne olacağı belli olmayan sürprizlerle dolu… şaşırtıcı, öğretici, geliştirici, ve dönüştürücü… Asıl en güzel tarafı, hayatta hiç bir şeyin durağan olmaması… ve asla aynı noktada kalmayacağın… Nerde olursan ol, anın farkında ol, hakkını vererek yaşa, tadına var!” –Shirli Ender Büyükbay

Şu satırları benim için çok özel bir yer ve zamanda yazıyorum. Özel oluşunun nedeni, Mart 2020’de karantinaya girdiğimizden beri bu anın içinde olmanın hayali içindeydim. Her şey ihtimaller dahilindeydi; burada olmak da vardı, olmamak da… Hepsine kabuldüm… Veee şimdi buradayım! Adeta bir cennetteyim! Şimdi ve burada olmanın hakkını vererek yaşıyorum… doyasıya, evrenin bana bahşettiği tüm güzelliklerinden faydalanarak… Hayal dünyasına kapılmadan, gerçeklerin farkında olarak… Bilerek ki, “şu an” da bir zaman sonra sona erecek… Belki bir an gelecek ve olaylar beni yukarılara uçuracak, belki de aşağılara çekecek… ama ne olursa olsun o da geçecek… Karantina döneminde tünelin ucundaki ışığı göremesek de, sonunda çıkışa geldiğimiz gibi…

Sonuçta, her şey insan için… bir an var, bir an yok! Durgun havada aniden kuvvetli rüzgarın çıkması gibi, veya bulutların arasından güneşin yüzünü gösterdiği gibi… her şey değişken! Olaylar sanki kendi ajandasında seyrediyor, bize de uyum sağlamak düşüyor. Yani, demeye çalıştığım şu ki, içinde bulunduğumuz an ve getirdikleri kalıcı değil, geçici… Er ya da geç, o da geçer. Bu felsefenin özgürleştirici özelliğini vurgulayan çok özel bir hikayeyle tanıştırmak istiyorum sizi.

Eski zamanlar bir kral, bir gün bilgelerine “dünyanın en güzel pırlantalarından biriyle bir yüzük yapmak istiyorum… Yüzüğün altına girebilecek kadar kısa, çaresizlik anlarımda bana hizmet edebilecek ve sonsuza dek mirasçılarım olacak bir mesajı buraya saklamak istiyorum” demiş. Bilgeler, düşünmüşler, aramışlar, ancak zor anlarda yardımcı olabilecek bilgece ve yüzüğün altına sığacak bir mesaj bulamamışlar. Kralı büyüten, küçük yaştan beri yanında olan yaşlı hizmetkarı, “akıllı değilim, eğitimli değilim, akademik değilim, ama aradığın mesajı biliyorum” demiş; ve “saraydaki hayatım boyunca her türlü insanla tanıştım ve baban tarafından davet edilen bir bilgeyle tanıştım” diyerek bir kağıda bir şeyler yazmış, katlayıp krala vermiş. “Ama okuma”, “onu saklı tut, ve yalnızca başka çıkış yolun olmadığında aç ve oku” demiş.

Çok geçmeden yönetimde bir sorun çıkmış. Kral savaşı kaybetmiş, atıyla kaçmış, düşmanlar da onu takip etmiş. Yalnızmış, ve düşmanları sayıca çokmuş. Yolun bittiği, çıkmaz bir yere gelmiş. Önü derin bir vadi ve uçurummuş; düşse sonu olurmuş. Geriye de dönemezmiş, çünkü düşman yolu geçmiş bile. Kral düşman atlarının sesini duyabiliyormuş. Çıkış yolu yokmuş. İşte o çaresizlik anında yüzüğü hatırlamış, ve kağıdı çıkarıp kısa mesajı okumuş: “bu da geçer” (this too shall pass). Mesajı okur okumaz kendini müthiş bir sessizliğin sardığını hissetmiş. Onu takip eden düşman sesleri de gelmiyormuş. Muhtemelen ormanda kaybolmuşlar, ya da yanlış yöne gitmişler. Kral hizmetkarına ve bilinmeyen bilgeye minnettar duygular içinde elindeki kağıdı katlayıp yüzüğünün altına geri koymuş, ve ordularını toplayıp krallığına geri dönmüş.

Sarayına döndüğünde, kral için danslar ve müzikler eşliğinde büyük bir şölen verilmiş. Kral kendini çok iyi hissetmiş. Yaşlı hizmetkarı yanına gelmiş ve “Bu an bile mesaja bakman için uygun” demiş. Kral “Şimdi kazandım, insanlar dönüşümü kutluyor, umutsuz değilim, bir çıkmazda da değilim” demiş. Yaşlı hizmetkar, “Bu mesaj yalnızca yenildiğinde, açmazda olduğunda değil, kazandığında da yararlı” demiş. Kral yüzüğün içindeki kağıdı yeniden açmış ve okumuş: “bu da geçer.” Kral yine aynı şeyi hissetmiş… dans ve kutlamaların arasında bir sessizlik içine işlemiş. Gururu ve egosu gitmiş… mesajı anlamış… aydınlanmış… Sonrasında yaşlı adama dönmüş ve şöyle söylemiş: “başına gelen her şeyi hatırla; hiç bir şey ve hiç bir duygu kalıcı değildir… aynı gündüz ve gece olması gibi, üzüntülü anlar ve mutlu anlar vardır… bunları doğal olarak benimse, çünkü bunlar hayatın parçalarıdır.”

[Rivayete göre, bu hikaye Kral Süleyman’a ait; ve kralın yüzüğünün altına gizlediği kağıtta büyük harflerle GZY yazılıymış. GZY İbranice dilinde “bu da geçer” anlamını taşıyan Gam Ze Yaavor’un baş harfleriymiş.]

Özetle, diyeceğim şu ki, hayat kısa… bir öyle bir böyle… Bir an vardır ki, aşağılardasındır; ama uzun sürmez, yine yükselişe geçersin… Bir an da vardır ki, yukarılardasındır… Aman diyeyim, sakın yükseklik sarhoşluğuna kapılma… çünkü onun da bir sonu, bir inişi var! İşte o yüzden, her ne/nerede olursan ol, anı olduğu gibi, hakkını vererek yaşa… Bir an sonra elinden gidebileceğinin farkında olarak yaşa… Hali hazırda içindeyken değerini bilerek yaşa… Ona bağımlı değil bağlı kalarak yaşa… Ve… kim olduğunu bil; senin için neyin değerli olduğunu anımsa; ve varlık amacını asla unutma!

12 Ağustos 2020