Dipten Aşağı Düşemezsin!

Sıkı durun! Sıkı tutunun! Tepetaklak yuvarlanıyoruz! Tutunacak dala ihtiyacımız var. Dosdoğru aşağı iniyoruz, ne iştir ki, bir türlü “dibi” görmüyoruz! Neyin hayırlı olduğunu da bilmiyoruz. Dibe vurmak mı, vurmamak mı? İşte asıl mesele! Dibi görsek belki rahat edeceğiz… Bitti, umudun kalmadığı an, sona geldik diyeceğiz. Çünkü dipten aşağı düşmeyiz… Belki sonrasında yükselişe geçeriz, o başka! Tahmin edeceğiniz üzere, konu şu sıra olan biten ekonomik kriz, Türk lirasının değer kaybı ve giderek yoksullaşan, belirsizliğe itilmiş Türkiye’nin hali. Her “bundan daha kötüsü olamaz” dediğimizde, bir parça daha kötüsünü gördük. Artık yetti diyor, gözlerimiz tünelin ucundaki ışığı arıyoruz. Ben ekonomist değilim; para piyasalarından anlamam; siyasetçi değilim, siyasi manevralardan da pek haz etmem. Eğitimciyim ben, insan davranışlarından anlarım. Ekonomi ve siyasetin somut verilerine rağmen, gayet soyut işaretlerden ibaret insanın olaylar karşısında duygu, düşünce ve tutumlarını sezebiliyor, davranışlarının ardında yatanı anlamlandırabiliyorum. Anlayacağınız, kamikaze inişimize rağmen, dibe vurmayışımızın ve umudumuzun var oluşunun, özetle tutunacak dallar bulabilişimizin kaynağını görebiliyorum. İşte bu yazım da bununla ilgili…

 

Yıllar önce eğitimde liberalizm ilkelerini esas alan yönetim yaklaşımı üzerine bir eğitim almıştım. Liberalizm deyince -özellikle liberal ekonomide, “laissez faire” felsefesi akla gelir. Tabii ki de eleştirel gözle bakanlar söze “laissez-aller, laissez-passer” diye devam eder… Liberalizm, devletin regülasyonlarından uzak, ekonomi çarklarının kendi ilkelerine göre şekillenip kendi ritminde hareket ettiği, bırakın yapsınlar (laissez-faire) felsefesini temel alan bir yönetim sistemidir. Diğer yandan, “zenginler daha zengin, fakirler daha da fakir” olacağı gerçeğini ve sonucunu getiren bir olguyu taşır. Bir nevi, bırakın atı alsın Üsküdar’ı geçsin mesajı taşır laissez-aller, laissez-passer.

 

Liberalizmin fayda ve sakıncalarına değinmeyeceğim; ancak korkulan veya öngörülen gerçeklere gözümüzü kapatamayacağımız aşikâr. Atı alan Üsküdar’ı geçmesine geçti*, ama geride kalanların hali içler acısı. Görmemek kötü değil, görmezden gelmek kötü olan! Ne mutlu ki aramızda Üç Maymunu (veya dört) oynamayan, tüm algılarını dört açan, imkanlarını seferber eden, birlik ve dayanışma içinde olan çok güzel, özel ve duyarlı insan topluluğu var. İşte onlar ve onların parçası olduğu dayanışma ağı (veya ağları) sayesinde, bugün açlık sınırında olup hayatta kalma mücadelesi veren -nam-ı diğer Üsküdar’da kalan- ailelere tutunacak dal görevi görüyorlar.

 

Kim mi bu insanlar? Hangi dayanışma ağı mı? Aslında lokal bazda mahallenin bakkalında biriken veresiye borçları sıfırlayan, yardım kuruluşlarına düzenli bağış yapan, öğrenci okutan, sıhhi malzeme sağlayan veya aş yapıp dağıtarak varını paylaşan kocaman yürekli, görünmez bir sürü insan var. Onlar duydukları bireysel çağrılara kendi çabalarıyla ve imkanlarıyla cevap veriyorlar. Diğer taraftan, münferit değil de kolektif çabayla, birlikle, ekipçe hareket eden koca yürekli görünmez başka insan grupları da var. Onlardan biri de Açık Alan Derneğinin Derin Yoksulluk Ağı (https://derinyoksullukagi.org) çatısı altında toplanmış bir grup güzel insan… Mart 2020 itibariyle güvencesiz çalışan, işten çıkarılan, ücretsiz izne ayrılan ve yoksulluk koşullarında yaşayan ailelerin ihtiyaçlarına destek olmak için seferber olmuş durumdalar. Ne mi yapıyorlar? Evden Değiştir Dayanışma Kampanyasıyla, online market aracılığıyla evlere doğrudan gıda, temel bakım, bebek bezi ve maması ulaştırıyorlar… Destekçi sayısı çoğaldıkça, ki 70 kişiyi buldu, ulaşılan aile sayısı artmakla kalmıyor, birikmiş faturalarını ve kira ücretlerini karşılıyorlar. 18 Mart 2020 itibariyle İstanbul’un 32 ilçesinde 160’ın üzerinde mahallede yaşayan 3000’in üzerinde haneye destek sağlamış ve sağlamaya devam ediyorlar.

 

Hepsinin önlerinde saygıyla eğiliyorum. En başında da DYA hareketini başlatan Hacer Foggo’nun önünde! Kendisini gazeteci Armağan Çağlayan’ın “Ebeveynler miras olarak yoksulluk devrediyor” (https://youtu.be/uz3OPmDrfJo) başlıklı röportajını izledikten sonra ne demek istediğimi çok iyi anlayacaksınız. Ana mesajı da Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı durumun yoksulluk değil de açlık olduğu; yoksulluğun geçmişte kalıp açlık sınırında yaşayanların var olduğu. Asıl endişe verici taraf, bir yandan zenginler daha zenginleşip yoksulluk artarken, bugün varlıklı kesimin dahi birikiminin gözleri önünde eriyip gittiğidir. Demeye çalıştığım şu ki, Türk lirasının son günlerde bu kadar değer kaybetmesi ve hayatın daha da pahalanması, “bağış yorgunluğu” etkisi yaratabileceği kaygısı. Neden mi? Olandan az biraz paylaşamayacak raddeye gelindiğinde ne olacak kaygısı, bu gemi tümüyle batacak kaygısı. Çünkü, bu zamanda büyük desteklerin verilmesi eskisi kadar kolay değil. Ayda 50-100 TL gibi yardımlar az görünse bile, o ailenin geçimi için son yaşamsal damla olabilir. İşte bu yüzden, dayanışma çemberlerinde aktif rol üstlenen bu güzel insanların üzerinde büyük yük var!

 

Beni tanıyan bilir. Her olayda olumlu tarafı gören ve görünür kılan bir yanım vardır. Pozitif Farkındalık felsefesi üzerine kurulu yaşam anlayışımdan gelerek neredeyse tüm yazılarım olumlu veya umut verici sözlerle sonlanır. Ne yazık ki bu yazımda karamsarlık, kaygı ve endişe hâkim. Bu güzel insanlar yüklendiği sorumluluğu sürdüremez hale gelir veya getirilirse, ne olacak dedirtecek türden bir karamsarlık benimkisi. Diğer yandan, içimde şükran minnet ve umut da var. Bu dayanışma çemberinin içinde olmanın, bu güzel insanlarla kolektif birliğe ve varlığa hizmet etmenin verdiği bir umut. Çünkü dibe vurmayı ve dipten aşağı düşmeyi reddediyoruz; nefesimiz yettikçe, aşımız piştikçe ve imkânımız elverdikçe paylaşmaya, dayanışmaya devam diyoruz.

 

Çağrım siz okuyanlara… Şayet toplumun geldiği yoksulluk noktasıyla ilgili içinizde kaygı, endişe ve karamsarlık duygusu taşıyorsanız, bir nebze kendinize ve çevrenize ışık vermek istiyorsanız ve imkanınız ve gönlünüz bu dayanışma ağının içinde olmaktan yanaysa, DYA’nın sayfasını ziyaret ederek destek olabilirsiniz…

 

İstanbul’dan sevgilerimle…

29 Aralık 2021

 

 

*Atı alan Üsküdar’ı geçti deyimi, tüm fırsatların kaçtığı, geriye yapılacak bir şeyin kalmadığı anlamını taşımaktadır. Bu yazıda mecazi anlamından ziyade gerçek anlamından yola çıkarak atı, gücü, parayı ve/veya statüyü eline geçiren, alan veya sahip olan yürüdü, ilerledi ve/veya başka boyuta geçti anlamında kullanılmıştır. Deyimin anlam ve hikayesine https://seyler.eksisozluk.com/ati-alan-uskudari-gecti-deyiminin-anlami-ve-hikayesi linkten ulaşabilirsiniz.

Renkli Gençlik… Rengarenk Gelecek…

Bugün 15 Aralık, kızımın doğum günü. Tam 17 sene önce bugün, yaşadığımız evrenin kozmik ve ilahi gücünün varlığına bizzat şahit oldum. Yaşadığımın eşi benzeri olmayan bir deneyim olduğunu söyleyebilirim. Bunu tek yaşayan ben olmadığıma ve benim gibi dünyaya bir can getiren tüm annelerin benzerini yaşadığına eminim. Doğumu sonrası kızıma baktığımda bir canlıyı yoktan var etmenin inanılmaz sihrini ve içinde bulunduğumuz gizemli evrenin gücünü gördüm. 17 yıl sonra bugün ona baktığımda, adeta bir ressamın renk paletinde olduğu gibi, nerdeyse her şeye sahip, isteyebileceği tüm renkleri kendinde barındıran bir genç kız görüyorum. Sağlığı neşesi yerinde, becerikli ve her şeyiyle bir bütün. Ne var ki, her canlı dünyaya böylesine tam ve bütün gelmiyor. Herkes eşit koşullarla doğmuyor, eşit imkanlarla karşılaşmıyor ve eşit şartlar içinde yaşamıyor. Belki de hayatta olabilecek en büyük şans doğduğu yer, ailesi ve genleri kadar, kişinin karşısına çıkanlardır, elinden tutanlardır, yanında olup yol gösterenlerdir, yürüme gücü ve imkânı verip ilerlemek için ona yolu açanlardır. Özetle, her şeye rağmen başına gelebilen güzelliklerdir. Bununla karşılaşanlar ne büyük şans olduğunu çok iyi bilirler. Çünkü, şanstan ötedir, bir nimettir! Öyle ki, kendilerine sunulanın çoğalması ve yayılması için minnetle ve özveriyle çabalarlar; parçası olup aidiyet kurarlar; ve kendileri büyüdükleri ve geliştikleri gibi, çevresindekilerin büyümeleri ve gelişmelerine önayak olurlar.

 

Anlayacağınız üzere, bir sivil toplum kuruluşundan bahsediyorum. Hem de çok özel bir STK! Faaliyetlerinin nasıl bir nimet olduğu anlatılmaz; yaşanır! Yüzlercesi var, ancak yıllardır eğitim camiası içinde olmama rağmen, böylesi STK’yla karşılaşmamıştım. Özel oluşunun birçok nedeni var: (1) Faaliyetlerini engelli ve engelsiz üniversiteli gençlerle yürütüyor, yani gençliğin tüm farklılıklarıyla birlikte rengarenk bir mozaik oluşturuyor; (2) genç katılımcıların ufuklarını açıyor, aydınlatıyor, istihdam imkanları sağlayarak geleceklerine umut veriyor; (3) onları bütünsel becerilerle donatıyor, hayata hazırlıyor -salt istihdam edilebilirlik üzerine değil, engelsiz erişilebilirlik, insan hakları, liderlik, sosyal sorumluluk, sürdürülebilirlik, vs. konuları temel alan aktif vatandaşlık algısı ve yaşam biçimini aşılıyor; (4) kendi bünyesinde onlara alan açıyor, gönüllü çalışma olanakları ve genç kadrolarda aktif görevle programdan aldıkları kazanımları geri aktarma imkanı sağlıyor; (5) 2015 yılından bugüne 300’den fazla engelli ve engelsiz gence ulaşarak hayatlarında adım adım fark yaratıyor, bireylerde özsaygı, öz-disiplin ve özgüvene dayalı gelecek inşa ediyor; (6) kendim de dahil olmak üzere, alanında yetkin ve müthiş özveriyle çalışan gönüllü mentör kadrosunun desteği ve aktif katılımıyla faaliyetlerini yürütüyor; ve… (7) 5 harika kadının –Arzu Güneşli, Pınar Gökpınar, Kristina Steinbüchel, Suna Özpar ve İdil Ander– bir araya gelerek “Renkli Kampüs” adıyla başlattıkları bu sosyal girişimcilik hayali, bugün dev gönüllü kadrosu, paydaşları, destekçileri ve bağışçılarıyla birlikte efsane bir filantropi alanı oluşturuyor… Kısa süre önce STK statüsünü alan ve “Dünyayı değiştirmek için dünyanı değiştir” mottosuyla misyonunu yürüten Değiştiren Adımlar Derneği  (DADER)  tüm takipçileri için topluma verme ve aktarma fırsatı sağlıyor. (DADER’le ilgili daha fazla bilgi için degistirenadimlar.org).

 

 

2015 yılından beri gönüllüsü ve dernek üyesi olmama rağmen, Renkli Kampüs’le ilgili hiç yazmamış olduğumun farkına vardım. Oysa sayısız değerli gençle etkileşim içinde oldum; birlikte, zihinlerimiz, kalplerimiz ve hayallerimiz birleşik olarak parlak projeler üzerine çalıştık… Beni bu yazımı yazmaya itense bir arkadaşımın 3 Aralık Dünya Engelliler Günü dolayısıyla sosyal medyada paylaştığı bu resimle 5 Aralık Dünya Gönüllüler Günü oldu. Resimde el yazısıyla “Annelerin en büyük korkusu çocuklarının ölmesiymiş. Engelli annelerininki, çocuklarından önce ölmek!” yazıyor. Bu sözleri ilk okuduğumda tabii ki çok etkilendim; halen de her okuduğumda, özellikle bir anne olarak, beni çok düşündürüyor… Günümüz şartlarında bir ebeveyn olmak zaten yeterince zor… Çocuklarımıza yaşam ve olanak sağlamak başlı başına bir mücadele gerektirirken, yokluğumuzu düşünemiyorum! Kendilerini ve yaşamlarını idame etmeleri için ihtiyaç duydukları yetkinlikleri sağlamada ne örgün öğretim ne de aile içi eğitim yeterli olabiliyor. Gerçek hayat okuldan sonra başlıyor. Çok sevdiğim aile büyüğüm rahmetli Albert Basan’ın sözleri geliyor aklıma: “Okul ile hayat arasında en büyük fark, okulda dersini öğrenir sınavını alırsın, oysa hayatta önce sınavını alır sonra dersini öğrenirsin!” derdi. Çocuklarımızı hayata hazırlamak bize, toplum gönüllülerine düşüyor. Kendi ayakları üzerinde durmaları ve yaşamlarını yürütebilmeleri için Renkli Kampüs /DADER gibi sistematik faaliyetlerin şart olduğunu kabul etmeli, gönül ve destek vermeliyiz.

 

2015 yılından beri üniversiteli gençlere ulaşan DADER, yeni projesiyle şimdi Liseli gençlere de ulaşmayı hedefliyor. Umutluyum ve çok mutluyum… Engelli ve engelsiz tüm çocukların annelerinin gözü arkada kalmayacak artık… Gençlerimizi siyah-beyaz değil, daha renkli bir gelecek bekliyor… Devir değişti… Hayat dersi dediğimiz öğretilerin sınavlarına mentör ve yol göstericilerin eşliğinde hazırlanarak hayata atılıyor gençler. Eskisine kıyasla bugün daha önde başlayabiliyor, yollarını bulabiliyorlar; gereksinim duydukları yetkinliklere ve olanaklara erişebiliyor, kendilerini hayal ettikleri yerlerde görebilmeye daha da yaklaşıyorlar; ve tüm zorluklara ve engellere rağmen arzu ettikleri biçimde toplumda yerlerini bulabiliyorlar. Hepsi de Renkli Kampüs / DADER sayesinde…

 

Kurucularına ve tüm gönüllü kadrosuna ve ilk oluşumundan beri parçası olma ayrıcalığına minnet ve şükranla… Barcelona’dan sevgiler.

 

15 Aralık 2021

Bir Madalyonun İki Yüzü

Hayatımızın her anında ilginç olaylar ve düşündürücü anlar cereyan eder. Başımıza neyin geldiğinden ziyade, olay karşısında verdiğimiz tepkidir önemli olan. Pandemiyle birlikte bunu çokça deneyimledik. Bizi adeta sınayan olaylara serin kanlılıkla yaklaşmayı ve son kararı verene kadar tek taraflı değil de bütüncül bakmayı öğrendik. En doğru gibi görünen kararın gerçekte öyle olmayabileceğini anladık; aynı hata gibi görünen kararın da olmayabileceği gibi. Yine de, zaman zaman zihnimiz oyunlarıyla kafamızı karıştıracak şeyler yapabiliyor… Bizi mental-duygusal karmaşaya sevk edebiliyor… Huzurumuzu kaçırabiliyor.  İki hafta önce aynen buna benzer bir şey yaşadım…

 

Bileniniz vardır; 17 yaşında bir kızım var -sanatçı ve yaratıcı ruhlu, ama bir o kadar da sabırsız ve tez canlı bir ergen. Değişik ilgi alanları var; giyim tasarımından profesyonel makyaja, dekorasyondan mutfak sanatlarına… Kıyafetlerini kombinleyerek kendince bir stil oluşturmakla kalmayıp bazı elbiselerini kendi tasarlıyor, dikiyor ve giyiyor.  Son ilgi odağı tırnak tasarımı… Haliyle, her ebeveyn gibi, tasarım ve yaratıcılıkta zengin, öğrenmek isteyen ve tutkuyla üreten kızımıza araç gereç temini, atölye ve uygulama alanları sağlamak için elimizden geleni yapıyoruz. Asıl maceram, kızımın iki hafta önce Instagram’da gördüğü akrilik tırnak yapım atölyesine katılmak istemesiyle başladı. “Ne olmuş olabilir ki?” diyebilirsiniz… Geçmişten gelen deneyimlere dayalı bir önyargı ve sabit düşünceyle (fixed mindset) baktığınızda her şey olabilir! Tahmin edeceğiniz gibi, ben de istemsizce bir sabit fikre takıldım, zihnimin bana oyun oynamasına alet oldum.

 

Olay şöyle gelişti. Atölye tarihine 10 gün vardı. Kızım “son yerler doluyor; ödeme hemen yapılmalı, Barcelona’da bir daha bu atölye yapılmayacak; bugün son gün, öğleden sonra 2’de kapatıyorlar; kapanmadan gitmen ödemeyi yapman lazım” diye vıdı vıdı yapınca, mecburen “görev insanı” olarak Instagram hesabında yer alan adrese gittim. Merkezi bir caddede, apartman altında küçücük bir dükkân; içeride iki çalışma masası, kesif bir aseton ve akrilik madde kokusu… Çalışan iki genç kız, biri ortalığı toparlıyor temizliyor, diğeri -ismi Alex- girdiğimi görünce benimle ilgileniyor.

 

Aklımda bir sürü soru, ben soruyorum, o teker teker hepsine cevap veriyor. “Atölye nerede olacak, burada mı?” diyorum, “Evet, 5-7 kişiden fazla olmazsak burada yapacağız” diyor. İçeriye doğru göz gezdiriyorum; pek küçük, o kadar kişiyi alacak boyutta görünmüyor… Sormaya devam ediyorum. “Daha kalabalık olursanız nerede yapacaksınız?” deyince bana Barcelona’da bir makyaj okulunu gösteriyor. Gayet profesyonel bir atölye çalışması gibi anlattıkça, benim aklımda daha da sorular ve kuşkulu bakışlar… Alex de yüzümdeki ifadeden anlıyor olsa gerek ki, “Emin olmadığın ne var? Kuşkunu gidermek için ne yapabilirim?” gibisinden bir soru soruyor. “Bütün kurgu bana kuşku verici geliyor, ödemeyi aldıktan birkaç gün sonra dükkânı boşaltacak ve yok olacaksınız…” diye içimden geçiriyorum, ama tabii ki de tek kelime etmiyorum.

 

Alex anlatmaya devam ediyor, tırnak tiplerini resimlerini vs. gösteriyor… Bense, aklım türlü senaryolara kurgulara kaymış gitmiş halde. Sanki Mindfulness eğitmeni ve uygulayıcısı değilim de acilen koçluk seansına ihtiyacı olan biri gibiydim. Beni bu kadar şüpheci yaklaşmaya iten bir diğer faktör, ödemeyi nakit istemeleriydi. Kızım ödemeyi nakit istediklerini demişti; bense “kartla ödemek istiyorum; merak etme, oraya gidince bir şekil çözerim” demiştim. Yeri sabit, sürekli hizmet veren resmi bir işletmenin kredi kart poss makinesi ve sicil numarası vs. olmalı diye düşünüyor insan. Amma ve lakin, yoktu! Üzerimde nakit vardı; ancak kartla ödeme tercihimi ısrar ettiğimde, nakitim olmadığını varsayarak -veya aptala yatarak- bana “yakında banka var, çekebilirsin” demesi beni daha da irrite etti.

 

Aradan bir süre sonra, çözüme kavuşamayacağımızı anlayınca, Alex patronunu aradı. Patronu -Claudia- 20’lerinde çok hoş bir genç kız. Yanında iki arkadaşıyla birlikte dükkâna benimle konuşmaya geldiler… Beni rahatlatmaya, son kalan sorularıma açıklık getirmeye ve ısrarıma karşılık kendi yöntemiyle ödemeyi almaya… Bir yandan atölye paketinin içinde olanlardan, yani katıldığı atölye ve sonraki dönemlere ait öğrenme gruplarına katılacağından ve online eğitim materyallerine erişimi olacağından bahsetti. Diğer yandan da ödeme sonrası faturayı hemen e-posta ile göndereceğini, faturada NIF numarasının (numero identifica fiscal diye geçiyor, yani kurum sicil numarası gibi bir şey) yer aldığını söyledi. Bense, “birkaç koldan kafa kola mı alınıyorum acaba” diye aklımdan geçirsem de “yapacak pek bir şey yok, buraya kadar geldim, kaçış yok, ödemeyi yapacağım” dedim kendime. Sonra aklıma Bizum geldi; telefonda numarası kayıtlı olan kişilerin hesabına direk banka transferi yapma olanağı olan bir sistem. Veee… mutlu son… Bizum ile resmi kanaldan banka transferi yapmış ve şüphelerim doğru çıkarsa elimde -email ile gelen fatura dışında- ödemeye dair resmi bir dayanağım olacaktı.

 

Amma şüphecisin diyebilirsiniz… Böylesine kurguları Türkiye’de çok gördük, yaşadık. Türkiye’de var da İspanya’da neden olmasın. Sonuçta Instagram’da bir hesap “atölye çalışması yapıyoruz” diyor, hiç de ucuz olmayan bir çalışma vaat ediyor… Yeri yurdu var ama sağlam kurulu düzeni yok; bugün yerinde duruyor olsa da yarın ansızın yok olabilecek kadar iptidai. Bütün bu izlenimlerimden sonra nasıl şüpheci olmam ki? Arada birkaç defa kızıma “Whatsapp grubunda hiç hareket var mı, yazan eden oluyor mu? Atölyenin yeri belli oldu mu?” diye sordum; o ise gayet kaygısız şekilde “hayır” diyordu. Benim huzurum kaçmış, onunkini kaçırmayayım düşüncesiyle, şüphelerime dair hiçbir kelime etmedim ona. Sabır sabır sabırla bekledim…

 

Sonrasını merak ediyorsunuz elbet… İki gün boyunca dolandırıldığımı düşünerek huzursuzluk içinde kıvrandım; “bu topa nasıl girdim, bu golü nasıl yedim” gibi iç sabote edici laflarla içimi yedim durdum. 10 gün sonra gerçeği göreceğimi biliyordum… ama bir defa sabit düşünce noktasına takılmıştım ve çıkaramıyordum kendimi. Sonuçta madalyonun iki yüzü vardır. Dolandırılmamış da olabilirdim! Bense tek yüzüne bakar halde sıkışmış kalmıştım. Zihnimi bir türlü susturamıyordum. Eşimle defalarca konuştuk; uzun yıllar Barcelona’da yaşayan arkadaşımla dertleştim… Nihayetinde, kendime “En kötü ne olabilir? Çok pahalı bir ders almış olacaksın… konuyu rafa kaldır ve bekle gör…” telkiniyle zihnimi teskin ettim, konuyu rafa kaldırdım. Haaa… tabii ki de kolay olmadı! Ama inanın ki atölye gününe kadar unutmuştum.

 

10 gün sonra, cuma akşamı kızım atölyenin gittiğim adreste olacağını ve sabah onu bırakmamı istemesiyle konu yeniden gündeme geldi. Ve tabii ki de çözüldü. Dolandırılmamıştım! Mutlu son… Geriye bakıp izlenimlerimi yeniden gözden geçirdiğimde bambaşka şeyler gördüm… Kendince iş kurmuş ve yürütmeye çalışan genç girişimcileri, sıfırdan başlamanın iğretiliğini ve olan imkanlarla yol alabilen gençliğin hallerini gördüm. Kızım iki gün akrilik tırnak yapım atölyesine gitti, kendi gibi genç kızlarla tanıştı ve yeni beceriler edindi. Bense güvenin ve olayları akışa bırakmanın önemini yeniden öğrendim. En önemlisi, hiçbir şeyin gördüğümüz gibi olmadığını gördüm. Zihin kendini haklı çıkarmak için inandığı sonucu doğrulamak adına verileri toplayacak; bizse madalyonun diğer yüzünü görmeye çabalayacağız. Başka yolu yok!

 

Barcelona’dan sevgiler.

1 Aralık 2021

 

Son Düello

Geçtiğimiz haftasonu, 1386 yılında geçen gerçek hikâyeyi konu alan Ridley Scott (2021) yapımlı “Son Düello -The Last Duel” filmini izledim; filim Eric Jager’in kitabı üzerine kurgulu -Son Düello: Ortaçağ Fransa’sında Suç, Skandal ve Düelloyla Yargının Gerçek Hikayesi. Hikâye, eskiden yakın arkadaş olan iki savaşçı şövalyenin (de Carrouges ve le Gris) düello yoluyla yargılanışını konu alıyor. Le Gris, de Garrouges’un karısına tecavüz etmekten yargılanıyor. Mahkeme kararına göre, düello sonunda biri ölecek; hayatta kalan Tanrı’nın isteğini, yani adaleti yerine getirmiş olacak. Le Gris hayatta kalırsa aklanmış olacak, de Carrouges’ın karısı da ceza olarak bir kazığa bağlanarak yakılacak. Spoiler vermeyeyim… İzlenesi, bir o kadar da dehşet verici bir film diyebilirim! Etkisinden uzunca bir süre çıkamadım. Orta çağdan bu yana yol aldığımız gelişimi, değişimi ve dönüşümü sorgulattı bana; bilim, teknoloji, sağlık, yönetim ve sosyal anlamda müthiş modernleşme yaşamış olsak da, bazı hususlarda -bilhassa kadın hakları ve kadının toplumdaki yeri konusunda, çok da ilerleme kaydettiğimizi söyleyemeyeceğim. Nedenine gelince… Şöyle…

Bir düşünün… 21nci yüzyılda göreceli gelişmiş toplumlarda kadının geldiği ve gelebileceği yerini, statüsünü, sahip olabileceği imkanlarını, yapabileceklerini… bir düşünün! Muhakkak ki geçmişten bu yana kadınlar büyük haklar “kazanmış” olsa da -ki kazanmak için az mücadele ve cefa çekmedi, toplumdaki yeri erkeklerle eşit konuma maalesef gelememiştir! Görünen köy kılavuz istemez! Günümüzde halen 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü kutlanıyorsa; bir yandan feminizm hareketleri sürerken diğer yandan ona karşıt fikirler oluyorsa; kadınların erkeklerin yanında eşit var oluşunu savunan çeşitli STK ve düşünce kuruluşları faaliyetler yürütüyorsa; kadın çalışanlarıyla ilgili “eşit işe eşit maaş” (equal pay for equal work), veya “cam tavan sendromu” (glass ceiling syndrom) gibi kavramlar geçerliliğini hala koruyorsa; ve kadınların aldığı ücretten yükselme olanağına kadar iş yerinde cinsiyetçi yaklaşım devam ediyorsa, o halde kadın hakları davasında, eşitliği sağlamış olmada pek de ilerlemiş sayılmayız!

Filmden çıktıktan sonra 1386’dan beri bugüne kadar kadının toplumdaki yerini sorguladım! Tecavüze uğramış genç evli bir kadının yaşadıklarını, kendini savunma biçimini ve bu olay karşısında diğerlerinin “yargılayıcı” bakışlarını düşündüm; kadının evlat ve eş olarak yüklendiği rolü sorguladım; kadına sahip çıkılması gereken, hatta erkeğe ait bir malmış gibi toplumda ona atfedilen rolü düşündüm; ve, erkeğin erkeklik algısının nasıl şekillendiğini ve şekillendirildiğini düşündüm… Yüzyıllar geçti, ama kadın ve erkeğin toplumdaki yeri pek de değişmedi, dedim kendime!

Sonrasında, bu sosyokültürel olgunun tanıdığım dillere yansımasını inceledim. Mesela, modern Türkçe’de çiftler birbirleri için “eşim” diyor; oysa ne ilginç ki, feminen-maskülen ayrımı olan bazı Avrupa dillerinde, erkekler eşlerine “benim kadınım” anlamına gelen sahiplenici ve hükmedici sözcüklerle my wife (İngilizce), ma femme (Fransızca), mi mujer (İspanyolca), işti (İbranice) diyor. Kadınsa kocasına sahibim anlamına gelen baali (İbranice), erkeğim anlamına gelen mi marido (İspanyolca), mon marie (Fransızca), ve eski Norse dilinde evin hâkimi anlamı taşıyan my husband (İngilizce) diyor. Bu arada, “eşim” sözcüğü türetilmeden önce, halen de yaygın kullanılan kocam ve karım hitap biçimlerini unutmamalı. Karım sözcüğünün kökeni dağı örten ve kapsayan “kar” olduğu iddia ediliyor. Yani, kadın erkeğine her kocam deyişinde, aynı bir dağ gibi, onun bilgeliğini ve yüceliğini vurgulamış oluyor; erkek de karısını onu yaşamında saran ve kapsayan kişi olarak gördüğünü dile getirmiş oluyor. Ne hoş, değil mi!

Toplumun kadını erkeğin yanında konumlandırış biçimine baktığımda, cinsiyetçi olmayan modern Türkçe’nin ve özünde Türk kültürünün diğerlerine kıyasla daha çağdaş ve eşitlikçi olduğunu söylemeliyim… Örneğin, Türk kadınına seçme ve seçilme hakkı 1934 yılında verilmişken, İsviçre’de 1971, İsrail’de kuruluşuyla birlikte 1948, İspanya’da 1933 (Franko rejimi sonrası 1977) yılında kadınlar haklarını edinmişler. (Ülkelerin listesine https://onedio.com/haber/ulke-ulke-kadinlarin-secme-ve-secilme-haklarina-sahip-olma-kronolojisi-971810 linkten bakabilirsiniz). Türk kadınının bugün nispi derecede sahip olduğu çağdaşlığı ve eşitliği Atatürk’e borçluyuz. Ne var ki, vizyonunu ve icraatlarını sürdürülebilir kılmaya ömrü yetmedi; ve bugün halen kadının erkeğin yanında eşitliği tartışılıyor, bağnaz algı ve zihniyetin kırılmasına uğraşılıyor.

Bu caçabyla ilgili Yanındayız Derneğinin çalışmaları ve #kadınerkekeşittirnokta Konferansıyla başlatılan kadın-erkek eşitliği hareketi dikkate değer. Toplumun çok geniş kitlesinden paydaşlar dahil etmesi, kadın ve erkeğin yanında eşitlikçi yaklaşım içinde olması ve kadına pozitif ayrımcılık yoluyla değil, erkeğin de toplum içinde yaşadığı zorlukları ele alması bakımından yenilikçi bir hareket. Çarpıcı olan şu ki, erkeğin erkeklik algısını ve sosyal öğrenim sonucu kadın üzerinde hakimiyetini kendinde hak görmesini ve bunun psiko-sosyal kaynağını irdeleyen; bu konuda farkındalık kazandırmayı ve zihniyetleri dönüştürmeyi hedefleyen bir hareket. Belki de bugüne kadar takip ettiklerim arasında en öncüsü.

Yıllar önce kadın konferanslarından birinde “erkekler konuşur, kadınlar yapar” lafını duymuştum. Eşitliği yerleştirmede kadının aktif rolü kadar erkeğin de müdahil olması ve parçası olması şart olduğu bir süreçtir. Kadın ile erkek arasında bir düello değildir bu süreç, bir iş birliğidir. Zira, erkeği doğrudan ilgilendirecek, etkileyecek ve nihayetinde özgürleştirecek nitelik taşımaktadır. Yazıma konferanstan alıntıladığım, sosyolog ve feminist yazar Pınar Selek’e ait sözlerle son vermek istiyorum: “Egosu sürekli şişirilen ve egemen mitleriyle özdeşleşen, bunlara yaklaştıkça alkışlanan erkekler bir yandan da egemenlik çarklarında sürekli olarak iğdiş ediliyorlar. Çünkü şiddet kapasiteleri sürekli olarak beslense de, gerçek yaşamda tosluyorlar. Yani hakikatleri eziliyor, parçalanıyor. Yani, sürüne sürüne öğrenilen erkeklik, iktidar vaadiyle iktidarsızlığın bir arada deneyimlendiği bir süreç oluyor.”

Konferansı izlemek isteyenler için Youtube linkini paylaşıyorum.
(https://www.youtube.com/watch?v=wwzPSh1yICc)

Sevgilerimle.
17 Kasım 2021

Odağımız Başka Yerde. Amaaa…

Bu haftaki yazımı apayrı bir konuya ayırmaya niyetliydim. Ne var ki, bu satırları yazmadan önceki akşam bir haber aldım ve aklımdakileri biraz duygusal ve tepkisel, biraz da rasyonel ve bilimsel yaklaşacağımı bilerek, doğrudan tuşlamaya koyuldum. Aldığım haber, bir arkadaşımızın çocuğuna ADHD, yani Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu tanısının konmasıydı. İçimdeki tepkiyi uyandıransa gençlere ADHD tanısının konması değildi -ki her yıl yüzlerce gence ve çocuğa bu tanı konmakta-; beni asıl infial ettiren bu gençlere uygulanmakta olan yaklaşım biçimi. Tahmin edeceğiniz üzere, çeşitli yöntem ve yaklaşımların mevcut olmasına rağmen, tedavi için çoğunlukla kimyasal ilaç yolu seçiliyor. Bu yazımda da biraz bunlara dokunmak istiyorum.

 

Öncelikle ADHD (Attention Deficit Hyperactivity Disorder)’nin ne olduğunu anlamakta fayda var. Türkiye Psikiyatri Derneği, “çocukluk çağında başlayan, etkisi tüm bir yaşama yayılabilen, nöropsikiyatrik bozukluk” şeklinde tanımlıyor. ADHD’li bireylerde aşırı hareketlilik, kontrolsüz tepki, dikkatsizlik, unutkanlık, uzun süre bir konuya odaklanma veya dinlemede zorlanma, dikkat dağınıklığı, ani gürültüye karşı aşırı hassaslık, dikkatsizlik sonucu hatalar yapma, eşya kaybetme, verilen görevleri sürdürme güçlüğü gibi davranışlar gözlemlenir. Bu dikkat ve hiperaktivite bozukluğu sadece çocuk veya gençlerde değil, yetişkinlerde de hayli yaygın bir olgu; her birimizde de az bir miktar var. İleri seviyede olduğunda, bu istemsiz davranışların kişiyi, hayatını ve çevresindekilerle ilişkilerini olumsuz etkilediği ve kişiyi başarısızlığa ittiği öne sürülür. Bireylerin hayatını büyük ölçüde etkileyecek, eğitim iş veya günlük yaşantısını sürdürmede zorlaştıracak seviyeye gelmesi durumunda, psikiyatri uzmanı tarafından değerlendirilmesi ve tedavisi şart bir nörolojik bozukluk olarak görülür.

 

ADHD hastalarının beyinleri üzerinde yapılan çeşitli araştırmalar sonucunda, bu rahatsızlığı taşıyan bireylerin beyinlerinde bazı bölümlerin daha küçük veya büyük olduğu tespit edilmiş, bazı kimyasalların farklı şekilde çalıştığı ortaya konmuş. İlaç tedavisine yönelimin daha fazla olmasının nedeni bu olsa gerek. İlacın bireylerin dikkatini toplamasına, hiperaktivitesinin azalmasına, konsantrasyonunun artmasına, eğitim ve iş hayatındaki genel işleyişinde daha kontrollü davranmasına ve genel sosyal ve toplumsal ortamda kabulüne yardımcı olduğu belirtiliyor. Bir kaynağa göre ilaç tedavisi “çocuğun eğitim hayatının düzelmesinde, daha başarılı olmasında rol oynar… çocuğun yaptığı olumlu davranışları arttırır ve çocuk bu şekilde devam etmeye çalışır.” Diğer yandan, ilaç tedavisinin getirdiği yan etkilerden çok az bahsedilir. İştah kaybı, uykuda düzensizlik, baş dönmesi, karın ağrısı, iritabilite gibi yan etkilerin yanında, ilaç tedavisi uzun vadede bireyin yaratıcılığını, yaratıcı düşünce biçimini, yaratma motivasyon ve potansiyelini köreltebiliyor.

 

Türkiye Psikiyatri Derneği ADHD tedavisinde kapsamlı yaklaşımlar kullanılması gerekliliğini savunuyor; nörobiyolojik temelli rahatsızlık olan ADHD tedavisinde ilacın temel oluşturduğunu öne sürüyor; ve bütüncül tedavi yaklaşımın sonraki aşaması olan yapılandırılmış bilişsel davranışçı psikoterapileri eklemenin önemini vurguluyor. Tabii ki de, böylesi bütüncül ve kapsamlı bir tedavi yaklaşımında, yani psikoterapi eşliğinde ilaç uygulanırken bireyin yanında ailenin, uzmanın ve eğitimcilerin de sürece dahil olmaları gerekmektedir!  Ancak ne yazık ki, ekseriyetle bireyin ve ailesinin bu olguyla -yani psikoterapi ve ilaçlarla- baş başa kaldığını, diğer taşıyıcıların sürecin dışında kaldığını görüyoruz.

 

Acaba neden? Şöyle! Eğitim sistemi tek tip öğrenci profiline -yani odaklanan, yönergeleri vakitli ve keskinlikle takip eden, dürtü ve davranışlarını regüle edebilen, sınıf ortamına ayak uyduran, toplumun belirlediği standartlar çerçevesinde başarı gösterebilen öğrenci tipine göre kurgulanmış bir yapıya sahip… Sosyal toplum, yani biz ebeveynler, eğitimciler, uzmanlar -iş dünyası da dahil buna- genelin (veya normun) dışında kalmış bireylerin farklılıklarını ve öznel becerilerini topluma dahil etme yetisine ne yazık ki haiz değiliz. Onun yerine ilaç ve terapiyle bireyleri kendimize benzetme çabası içindeyiz. Farklılıklara ve düzenin dışında kalanlara yer verme ve alan açma konusunda çok zayıfız. Küçükten büyüğe, neredeyse tüm örgün eğitim sistemi bu esaslar üzerine inşa edilmiş konumda. Buna Sir Ken Robinson “How schools kill creativity” başlıklı TED konuşmasında (https://www.youtube.com/watch?v=cI3Ro1Br5k8) çok güzel değinmiştir; eğitimin ve maalesef eğitimcilerin yaratıcılığı ve başarma potansiyelini nasıl da körelttiğini anlatır.

 

Robinson konuşmasında, Cats ve Phantom of the Opera müzikallerinin kareografisini yapan bale dansçısı ve kareograf Gillian Lynne’den bahseder ve dansçı oluşunun hikayesini anlatır. Lynne, 1930’larda çocukluğunda odaklanma ve öğrenme zorluğu çeken, ödevlerini takip edemeyip vaktinde teslim etmeyen, ve sınıf içinde rahat durmayışından dolayı öğretmenlerinin şikayet ettiği müthiş yetenekli bir çocuktur. Bugün olsa ADHD tanısı alacak ve ilaca yönlendirilecek bir çocuktur! Öğretmenleri tarafından “başarısız” olarak etiketlenmiş, ancak fırsat verildiğinde küresel başarıya imza atmış bir çocuk! Onu gören uzmanın annesine “Lynne hasta değil, o bir dansçı” ve “dans okuluna götürün” demesiyle fırsat yakalamış ve Lynne hayatta büyük başarı kazanmıştır. (Hikâyenin tamamını TED konuşmasında Robinson’dan dinlemenizi öneririm!) Günümüzde özel ihtiyaca yönelik bireyselleştirilmiş eğitim (educational programs for students with special needs) sisteminin ve programlarının olmasına rağmen, istenilen mertebeye gelmediğini söylemeliyim!

 

Yine “neden” diye soracağım… Ronald David Laing’in beni büyüleyen bir lafı vardır: “Öldüğünüzde ölü olduğunuzu bilmezsiniz. Bu sadece başkaları için zordur. Aynı şey salak olduğunuzda da geçerlidir.” ADHD’ye sahip kişiler de kendilerini bilmeyebilirler… Bu asıl onlarla yaşayan ebeveynler, çalışan öğretmenler ve eğitim yöneticileri için çok zordur… O yüzden de onlara çok iş düşüyor! ADHD’li bireylerin kendilerini bilmelerine yardımcı olmaktan başlayarak, onları her anlamda destekleme görevleri var… Maalesef, sayılı istisna dışında, çoğu tedavi yöntemleri kolay yolu seçerek ilaç veriyor. İşte burada soruyorum: salt süreçleri kolaylaştırmak ve çocukları tek tip eğitim ve yönetim biçimine uyumlandırmak için özel ve öznel yeteneklerini törpülemek ne kadar doğru?

 

2010 yılında, İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü AB Projeleri Yönetimi bölümünde çalıştığım dönemde, bu konuya baya kafa yormuştuk. İlk defa o zaman nöroplastisiteden ve beynin kendini yeniden şekillendirebileceğinden haberdar olmuştum; hatta beynin işleyişine müthiş merak sarmıştım. Boğaziçi Üniversitesi akademisyenleriyle birlikte, Avrupa’dan birkaç kurumun da dahil olduğu bir konsorsiyumla bir proje başlattık. Amacımız kaynaştırma öğrencileriyle (öğrenme zorluğu çeken ve ADHD tanısı alan çocuklarla) çalışan öğretmenlere yol gösterici bir kolaylaştırıcı yol açmaktı. Sonucunda 24 saatlik bir eğitim programı tasarladık ve öğretmenlerle bir pilot eğitim uygulayarak programı hayata geçirdik.

 

Alanında uzman eğitimciler, özel eğitim (special needs) uzmanları ve psikiyatri uzmanlarıyla birlikte kurguladığımız bu eğitimle “başkaları için zor” olanı “bütüncül ve kapsamlı yaklaşım” sunarak kolaylaştırmayı hedeflemiştik, ama maalesef 2 yıllık proje sürecinin sonuna gelindiğinde çalışma da kaldığı yerde tozlar altında kaldı. Aradan 10 yıldan fazla zaman geçti… Bugün odaklar başka yerlerde… ADHD tedavi yöntemlerine yönelik kaygılarımızsa aynı yerinde…  Akademisyen hocalarımızın yerlerinde oldukları gibi… Fakat neden olmasın… Belki bir gün uykuda olan bu değerli çalışma uyanır, hareketlenir ve yeniden hayat bulur…

 

Barcelona’dan sevgiler…

3 Kasım 2021

Zaman Kapsülü

İnsan kuş misali, bir orada bir burada… Uçağa bindik mi, birkaç saat içinde hooop dünyanın bir yerinde olup, başka dil ve kültür içinde yeni deneyimler tadabiliyoruz. Her yeni bir yere gidişimizde yeni anlar yaşıyor, anılar biriktiriyoruz. İlerleyen vakitte o anılar hatırımıza geldikçe bize mutluluk veya hüzün verebiliyor. Keşfettiğimiz o yeni yerleri yeniden ziyaret ettiğimiz zaman ufak nostaljiler yaşıyor, içimizde yine mutluluk veya hüzün yaşıyoruz. Peki ya, yeni yerler değil de çocukluğumuzun, gençliğimizin veya hayatımızda mihenk taşı teşkil edecek dönemlerin geçtiği mekanlara uzun yıllar sonra yeniden ziyaret ettiğimiz zaman ne hissediyoruz? Yaşanmış anların ne kadarını anımsıyoruz? O mekanlarla yeniden temas ettiğimizde ne kadarı yeniden canlanıyor? Hatırlatıcı unsurlar neler sizce? Bu yazımda birazcık  anılara ve anıların nasıl da bir “zaman kapsülü” gibi hatırlatıcı unsurların içine kaydolduğuna değinmek istiyorum… Zira hepimizin anılarımızı kaydettiğimiz kapsüllerimiz var, ve bir birinden çoooook da farklı değil!

 

Bilim -özellikle sinirbilim (neuroscience), anıların salt beyin hücrelerinde değil, tüm vücudumuzda kaydedildiğini ispatlamış. O halde hafızamıza kaydettiğimizi düşündüğümüz her şey sadece zihnimizde saklanmıyor! Peki ya nerede tutuluyorlar? Duygularımızda! Şöyle… Anılarımızı hatırlatan her tür uyaran içimizde bir yerde saklı kalmış duyguları yeniden bilinç seviyemize geri getiriyor… Bu uyaranlar bir koku, bir fotoğraf, bir mekân, bir ses veya bir melodi olabiliyor… Hatta bu bir kişi dahi olabiliyor… Bunlardan biri veya hepsi bizi alıp geçmişe -yakın ya da uzak geçmişe, anılara götürebiliyor; ve yaşadıklarımızı yeniden gözümüzün önüne getirebiliyor. Bazısı capcanlı berrak ve net olurken, bazısı ise bir sis perdesi arkasına saklanmış gibi, varlığı belli belirsiz… Ancak hepsinde ortak olan, içimizdeki duyguları yeniden canlandırması. İşte uyaran karşısında canlanan duygulardır bize o anları yeniden yaşattıran. Özetle, hatırlatıcı her tür unsur -fotoğraf, koku, müzik, vs., bizi geçmişteki o ana ve yaşadığımız duygularımıza sevk ederek o anı yeniden yaşatabiliyor, neşe hüzün veya özlem yaratabiliyor.

 

Anlatmaya çalıştığım, hatırlatıcı uyaranların bizi adeta bir zaman tünelinden geçirerek geçmişe götürebileceği olgusu. Ben bunlara zaman kapsülü diyorum çünkü anılarımızı, barındırdığı duygu düşünce ve davranışlarımızı sonsuza dek saklayan araçlar olarak görüyorum; aynı bilgisayarımıza takıp dosyalarımızı yedeklediğimiz elektronik bellekler gibi! Biz insanlar, ne balık hafızası kadar her şeyi unutan, ne de fil hafızası gibi tüm detayları kendinde koruyabilen varlıklarız. Unutma eğilimi taşısak da her şey hücrelerimize kaydoluyor, ki ancak hücrelerimize kaydettiğimiz kadarını belli anlar ve durumlarda bilinç seviyemize çağırabiliyoruz, deneyimlerimizi anımsıyoruz, ve duygularımızı yeniden içimizde hissedebiliyoruz. Bu olgudan kısmen 26 Ağustos 2020 tarihli “Özledimmm”… mi dediniz? başlıklı yazımda bahsetmiştim; ve bir anı, kişiyi, mekanı veya tadı ancak bir uyaran aracı olduğunda özleyeceğimiz düşüncesini öne sürmüştüm. Tabii, bunu bilmek ne işimize yarayacak derseniz, çok doğru yaparsınız! Anılara ve geçmişe gitmek kısa süreliğine çok keyifli olabilir; ama bizi derin düşüncelere sevk etmesi ve geçmişte yaşamaya itmesi pek de istenilen bir durum değil. Özetle, her şeyi yönetmeye yeltendiğimiz gibi anılarımızı da yönetmeye ve onlardan fayda sağlamaya teşebbüs edemez miyiz? Çok da güzel edebiliriz! Ama nasıl?

 

Kendimden örnek vereyim… Çocukluğuma dair çok az anım vardır; 10 yaşıma kadarını hiç hatırlamam bile. Olayları değil yaşadığım duyguları hücrelerime kaydederim. Her duygunun arka planında tabii ki olaylar ve onun arkasında da koku, görsel, ses gibi hatırlatıcı unsurlar barınır. Örneğin bir şehirden aldığım bir şapkaya her baktığımda bana o seyahati, içimde hakim olan duyguyu, satan kişiyle yaşadığım etkileşim, bulunduğum ortam ve zamanı gözümün önüne getirir. Bugün sahip olduğum tüm giyim, aksesuar, araç gereç, vs. bana hayatımın çeşitli kesitlerini hatırlatma özelliğini taşır. Kim bilir; belki de bu nedenle eşyalarımdan çok zor ayrılabiliyorum! Diğer yandan, hayatımın ilk yıllarını geçirdiğim Orkide apartman girişine bakarken yaşadığım evle ilgili tek bir hatıra kırıntısına sahip olmamamın bulunduğum mekanda tek bir hatırlatıcı unsurun var olmayışına bağlıyorum. Tabii, kabul ediyorum ki, anıları kaydetme şeklimiz keşfedilesi bir muamma! Ancak asıl vurgulamak istediğim, benim için en güçlü ve canlı hatırlatıcıların, hayatımda yer alan 3-5 kişi oluşu (o kişiler kendilerini biliyor!). Bu kişiler benim hayat hikayemi çok iyi bilen, derin paylaşımlarımız sonucunda beni bana yansıtan, kendimi dışarıdan objektif bir gözle görebilmemi sağlayan, ve geçmişte düşündüğüm, söylediğim veya deneyimlediğim bir çok önemli detayı kilit noktada bana hatırlatabilen kişiler. İşte ben onlara benim “zaman kapsülüm” diyorum; çünkü onlar kendi belleklerine benimle ilgili önemli bilgileri kaydediyorlar ve yeri geldiğinde “bak 3 sene önce böyle olmuştu, şöyle demiştin veya şunu yapmıştın” diyerek bilinç dışıma ittiğim detayları bilinç seviyeme taşıyabiliyorlar. Bir fil hafızasından çok balık hafızasına eğilimli biri olarak, benim için hayatımda eşi benzeri bulunmaz bir nimet, bir cevher, bir lütuf!

 

Bu nimet nasıl mı işime yarıyor? Bugün aldığımız her tür karar veya adım geçmiş deneyimlerimiz, düşünce şekillerimiz ve duygularımızla son derece bağlantılıdır. Bu bağlantı önemlidir, zira, geçmişini bilmeyen geleceğini tasarlayamaz gibi bir laf vardır. Ben de “geçmişini hatırlayan geleceğini sağlıklı tayin edebilir” diyorum.

 

Küçük bir not düşeyim ki, can dostlarım benim için birer zaman kapsülü olurken, ben de onların kapsülü görevini görüyorum. O derinlikte paylaşım ve dostluk karşılıklı bellek kaydına imkan sağlıyor. Eminim sizin de zaman kapsülleriniz vardır… Hiç düşündünüz mü… acaba kim onlar? Neler? Hangi unsurlar? Keşfetmeye var mısınız?

 

Benden bu kadar! Barcelona’dan sevgiler…

20 Ekim 2021

Bir Kediden Öte

Geçen sene Ekim ayında Menorca adasında bir martı ile müthiş büyüleyici bir etkileşim yaşamıştım, hatta hikayesini Menorcalı Arkadaşımla Sihirli Bir Etkileşim başlığıyla 18 Kasım 2020 tarihinde bu platformda paylaşmıştım. Martı gibi vahşi ve özgür ruhlu bir canlıyla böylesine iletişimi sihirli bulmuştum; halen de olağanüstü buluyorum. Tabii, beni o günlere götüren yaz sonu yaşadığım bir başka büyüleyici an. Ancak ona benzer bir deneyim olsa da, bu sefer daha da çok etkilendiğimi, hatta etkisinden henüz çıkamadığımı itiraf etmeliyim. Bu sefer hangi hayvanla etkileşim yaşadım diye merak ediyorsunuzdur. Bir kedi -Zorro. Yüzünü siyah bir maske kaplamış gibi bembeyaz bir kedi olduğu için Zorro uygun gördük. Ama ben ona Kuzu diyorum, çünkü bir kuzu kadar şefkat ve sevgi dolu. Öyle sokakta gördüğümüz sırnaşık, yemek dilenen ve yemeği kaptı mı kaçan, acıkınca yeniden gelen türden değil. Bir kediden öte, sanki yanınızda bir insan, sevgiyle bakıyor, iletişim kuruyor, sanki konuşuyor. Yaşadığım etkileşim aklımda ve kalbimde öyle yer etmiş ki, o Bodrum’da ben Barcelona’da olduğumuz halde, aklımdan ve kalbimden çıkaramıyorum!

 

Hikayesini şöyle anlatayım… Bodrum’daki yazlığımız kedi ve köpekle doludur. Bu sahipsiz sokak hayvanlarını biz yazlıkçılar yazları, yaz-kış sitede yaşayanlar da kışları besler. Birçoğu sokaklarda dünyaya gelmiş olsa da, aralarında sahiplerinin koylarda salıverip bıraktığı ve çekip gittiği hayvanlar da var. Ne yazık ki, geçmişlerine dair ayrıma varmak çok güç. Genel hal ve tavırlarından, sunduklarımıza yönelik yaklaşımlarından ve bizlerle bağ kurma stillerinden tahmin edebiliyoruz ancak. 16 yıl kadar önce bizi bulan bir köpeğimiz olmuştu; ismini Endi koymuştuk… Tahminimize göre bizim koya uğrayan ve iskeleden bırakıp giden bir teknenin köpeğiydi. Müthiş sevecen, duyarlı ve uysal bir köpekti. Birkaç yıl yaz-kış yaşayanlarla dönüşümlü olarak ona baktık ve maalesef birkaç yıl sonra bir arabanın çarpmasıyla öldü.

 

Geçen yıllar içinde çevredeki kedi köpekleri beslemeye devam ettik. Ta ki bir Ağustos sabahı Kuzu yolumu kesene kadar… Sabahın erken saatinde denize dalıp çıkmak üzere sahile inerken önüme çıktı ve benimle konuşmaya başladı. Tatlı diliyle yolumu kesmekle kalmayıp, istikametimi gerisin geriye eve yönlendirdi bizi. Birlikte eve varana kadar defalarca bir şey anlatır gibi bana miyavladı. Ona yemek verip yeniden sahile yöneldim. Bir yandan da aklımdan “kuvvetle muhtemel döndüğümde gitmiş olur” düşüncesi geçiyordu; çünkü bu zamana kadar beslediğimiz kedilerin hepsi öyle yapmıştı. Bir saat kadar sonra eve döndüğümde Kuzu’yu bahçede dolaşıyor, salıncakta sallanıyor ve beni gördüğü anda yaklaşıp konuşmaya başlıyor buldum. “Aaahh bir anlasam ne dediğini…” diye düşündüm. Birkaç saat sonra kocamla 4-5 gün İzmir’de geçirmek üzere yola çıktığımızda, arkamızdan el sallayarak bizi uğurlayan ilave bir çift göz ve bir kalp vardı. Anne-babamın yanında kızımız ve Kuzu!

 

Tahmin edeceğiniz üzere, 5 gün sonra döndüğümüzde Kuzu halen etraftaydı.  Yolumu kestiği Ağustos sabahının üstüne 6 hafta geçti ve bugün halen evin bahçesinde, salıncakta, minderli sandalyelerde yerini almış ailenin bir parçası halini almış durumda. Bence Kuzu bizi seçti, sahiplendi! Bilirsiniz, kediler köpeklerden farklı olarak kendilerine sahip seçmezler, kişiye değil bulundukları mekâna bağlıdırlar. Ama Kuzu farklı bir can; sevgi ve şefkat dolu, duyarlı, sakin ama oyuncu ruhlu ve farklı düzeyde bağ kurmayı becerebilen bir kedi. Birçok defa beni gördüğü veya sesimi duyduğu anda yanı başımda bulduğum oldu; hatta bir seferinde annemle Facetime ile konuşurken sesimi duydu ve telefon ekranına yanaşıp bana miyavlamaya başladı. Çok düşündüm, Kuzu’yu Barcelona’ya getirmeyi, ona yanı başımda sahip çıkmayı istedim; fakat evde son derece ürkek bir kedim varken -Minik, bir arkadaşın gelmesiyle nasıl olacağı konusunda büyük tereddütler yaşadım, yaşıyorum. Diğer yandan tüm aşılarını yaptırıp Kuzu’yu sahiplenecek yuva arayışına giriştim. Maalesef bulamadım.

 

Hani dedim ya, sokak hayvanlarının geçmişini anlamak zordur diye… Sahipli olup sokağa mı bırakılmış, yoksa doğma büyüme sokakta mıdır, anlaması zor! Kuzu için de aynısını düşünmeden edemiyorum. Hal ve tavırları bana ya sahipli bir ev kedisi idi ve sokağa bırakıldı, ya da içine insan -ama gerçekten iyi insan ruhu kaçmış bir sokak kedisi olduğunu söylüyor. Bir sokak kedisinden öyle farklı ki… Azgın hayvanlara karşı kendini güvende tutmaya ihtiyaç duyan, hırçın kedilerden kaçmak için pencereye çıkıp “beni içeri alın” diye bütün gece miyavlayan, yemeğini başka kedilerle paylaşan bir kedi. Burnumun dibine kadar yaklaşıp patisiyle yanağımı okşayan sevgi yumağı! Doğrusu, böylesine bir canı kaderine bırakmak içimi acıtıyor. 2-3 haftaya annem-babam yazlığı kapatacaklar… Sonrasında ne olacak diye kara kara düşünürken, sevgi dolu, neşeli ve gerçekten iyi insan olan aile dostumuz Erden’in Kuzu’ya göz kulak olacağı, besleyeceği ve sahip çıkacağı haberini aldım. Çok sevindim! Hem de evimizin hemen arka sokağında. Dilerim Kuzu bizi seçtiği gibi Erden’i de sahip bilir, kış boyunca karşılıklı birbirlerini sevgi ve şefkat ile beslerler.

 

İlerleyen aylarda Kuzu’nun neler yaptığına ve nasıl olduğuna dair haberlerini alacağız. Şu kesin ki, ona yuva sağlamak gibi iyi niyetli girişimim onu bildiği habitattan koparmayı ve bir eve kapamayı, nihayetinde kaderine müdahale ediyor olmamı içeriyor; bu da beni son derece ürkütüyor. İyiliğini düşünüp onlar için iyiyi seçtiğimizi düşünürken, hayvanların kendi özgür iradelerini gasp edecek kadar müdahaleci de olabiliyoruz. O nedenle belki de Kuzu’nun kaderine uzaktan bu kadar (az) müdahale edebiliyor olmak, onu Barcelona’ya taşıyamamak veya eve kapanacağı bir aileye teslim edememek beni rahatlatıyor. Zira bazen hayvanlar üzerinde Tanrıları oynadığımızı düşünüyorum… Öte yandan, Endi’nin kaderini paylaşan onlarca sokak hayvanın varlığını yok sayamıyorum. Bilsek de duymadığımız ve kaderini paylaşmadığımız sürüyle hayvan var; bu da acıtıyor!

 

Sizleri Kuantum teorisine ait bir sözle bırakmayı istiyorum. “Ormanda bir ağaç devrilirse ve orada onu duyacak kimse yoksa, ses çıkarır mı?” (If a tree falls in the forest, and there’s nobody around to hear it, does it make a sound?). Soru son derece saçma gelebilir, direk yanıtı da olmayabilir… Ne var ki bu derin felsefi soruyla, bizi daha derin gözlemlemeye ve algılamaya, hatta algıda seçicilik yüzünden bazı olguları nasıl da görmezden duymazdan geldiğimizi hatırlamaya davet etmek istiyorum…

 

Barcelona’dan sevgiler…

Tıkanmışlık

Bir önceki yazımı “Uzun bir aradan sonra, ancak şimdi klavye başına geçebildim…” ile başlayıp, karantinayla beraber verimliliğimizin nasıl etkilendiğinden ve yaz boyunca aklımı bir türlü odaklayıp bir satır dahi kaleme alamadığımdan bahsetmiştim. Bu halimi bir tür “tıkanmışlık” olarak ifade etmiştim. Tabii tıkanmışlık derken tam olarak ne olduğunu tarif etmemiştim. Bu sefer birazcık yaşadığım bu duygudan bahsetmek ve içinden nasıl çıktığımı paylaşmak istiyorum. Amacım özelimi yedi düvele duyurmak değil; tersine, pandeminin başlamasıyla birlikte bir çoğumuzun yaşadığı ortak duygu olmasından dolayı, kendi deneyimlerimden yola çıkarak, “yalnız değilim, yalnız değilsin, her zaman bir çıkış yolu var” mesajını paylaşmak. Zira halen tıkanmışlığın yaşandığı dönemin içindeyiz.

Benim yaşadığım bu duygu literatürde languishing olarak geçiyor. Özünde bir fiil olsa da, languishing bir hali ifade ediyor. Miriam-Webster sözlüğü bunu zayıf düşme, canlılıkta azalma veya cansızlaşma, ruhsuzlaşma, uzun süre ihmal edilme, yas duygusu yaşama şeklinde tanımlıyor. Türkçe’ye (Tureng.com) ruhsuz, cansız, üzgün, kederli, özlem dolu, mahzun, hali kalmamış, kuvvetsiz, yavaş olarak çevrilmiş. Psikolog Akademisyen Adam Grant, 2012 yılında ortaya attığı bu terimi şöyle tanımlıyor: “durağanlık ve boşluk içinde olma hali; günlerin içinden geçerken hayatına sanki puslu bir camdan bakıyormuş hissi taşıma” ve Nisan 2021’de bir söyleşisinde “2021’in en baskın duygusu olabilir” diye ekliyor. “Bu depresyon ile serpilme halleri arasında bir boşluk gibi; zihinsel rahatsızlık semptomları göstermiyorsun, ama tam da sağlıklı bir hal da sergilemiyorsun; yani tam kapasitede işlemiyorsun. Langushing motivasyonu azaltıyor, odaklanma becerisini bozuyor ve işten kopmaya neden olabiliyor.” Grant, Pandemi süresince yaşadığı hisleri şöyle anlatıyor: “depresif değilim, umutsuz veya tükenmiş de değilim, hatta hala enerjim var; ama pek geleceği düşünmüyorum, yavaşlamış gibiyim ve biraz amaçsız ve neşesiz bir haldeyim.” Tanıdık geliyor mu? Son dönemde yaşadıklarıma müthiş benziyor.

Bu duyguya ben “tıkanmışlık” diyorum. Tarif edecek kelimeyi aramış “hah işte bunu en güzel ifade edecek sözcük budur!” diye bulmuş değilim. Deneyimlediğim ve kendimi o halin içinde bulduğum için öylece “tıkanmışlık” hissi çıkıverdi. Hikayesiyse şöyle: Haziran 2021’den Eylül başına kadar üstüme sinen ve ne olduğunu çözemediğim bir hal var idi. Bu zaman zarfında tek kelime yazı yazamadım. Zihnimde düşünceler dolanıyor, klavyeye bir türlü akmıyordu. Birkaç paragraf yazıyor, beğenmiyor siliyordum. Yazdıklarımın -dolayısıyla zihnimin ürettiği düşüncelerin, hatta sesimin kendini tekrar ettiği algısına kapıldım. Ne mi yaptım? Bıraktım; kendime “çıkmıyorsa -ki besbelli çıkmak istemiyor, boşa kürek çekmeye ve çabalamaya gerek yok, bırak yazma!” dedim… Bir yandan bıraksam da gözlemlemeye ve analiz etmeye devam ettim. Kendi kendimle kaldığım bir gün bana bu hali yaşatan duyguyu aradım: içimde bir enerji var ilerlemek istiyor; ancak beni daima harekete geçiren amaç, anlam, motivasyon ve odaklanma sanki kaybolmuş… Üzerimdeki hal beni ilerlemek yerine beni olduğum yere mıhlıyor sanki.

Ansızın zihnimden “tıkandım!” kelimesi çıktı. Sanki yolun bittiği ve devamı olmayan bir çıkmaz noktadaymışım gibi. Hissi hiç hoş olmayan bir nokta; ilerlememin icap ettiğini bilip de ilerleyememek, yazmamın gerektiğini bilip de yazamamak, sürüyle yazacaklarımın olduğunu farkında olup da iki satırı istediğim gibi bir araya getirememek beni sadece çileden çıkarmadı, son derece strese soktu. Ben de o stres ve kaygıyla mücadele etmek ve savaş vermek yerine biraz daha zamana ihtiyacım olsa gerek düşüncesiyle “akışa bırakmaya” karar verdim. Akışta değişen bir şey olmayınca ne mi yaptım? Beni en başından beri IYT yazarlar ailesine davet eden Av. Yakup Barokas’ı yeni yılımızın ilk günü arayarak “üzgünüm, biliyorum benden yazı bekliyorsun, ama çıkmıyor, ne yapsam etsem çıkaramıyorum; tıkanmışlık yaşıyorum; yazmış olmak için yazmak ve bana ait olmadığını hissettiğim kelimeleri yayınlamak istemiyorum.” dedim. O da ne yapsın ☺; “peki, haklısın” dedi; ve “yazılarında hep sihirli bir yan var, bir hikaye veya olay başka bir olayla birleşiyor hep; çıkmıyorsa madem, yapacak bir şey yok; hazır olduğunda yazılarını bekliyorum” diyerek konuşmayı sonlandırdık.

Haklı olabilir; yazılarımda, bilmeden de olsa bir sihir katıyorumdur belki. Ancak içimdeki sihirli dokunuş veya ilham o telefon konuşmasına kadar sanki uykudaydı ve birdenbire uyanıvermişti. Bir haftadır üstünde çalıştığım, gidip gelip yeniden düzelttiğim, ama bir türlü nihai halini getiremediğim son yazımı 15 dakikada tamamladım ve gönderdim. Üç aydır süregelen tıkanıklığım ansızın açıldı ve yazılarımdan işimle ilgili yapacaklarıma kadar her şey kendi kendine akar oldu. Şu satırları tuşlarken bile zihnimdekileri zorlamadan, zorlanmadan kendiliğinden satırlara akıtıveriyorum.

Bir meyvenin olgunlaşma süreci olduğu gibi, bu tür derin duyguların olgunlaşma ve dönüşmesi için emek ve zaman gerekir. O halde, can alıcı soru şu: neydi tıkanıklığımı açan? Belki o telefon konuşması; belki kendimi akışa bırakmaya karar verişim; belki olanla mücadele etmek yerine olanı kabul etme cesaretini gösterişim; belki tıkanmışlık hissini fark etmeye fırsat verişim; belki çıkmayacak candan can çıkarmak üzere ısrarcı olmayışım; belki içimde olanı yadırgamadan, yargılamadan, düzeltmeye veya ayar çekmeye yeltenmeden olduğu gibi kabul edişim… Hangisi? Esasında hepsi! Bildiğim bir şey var ki, bunların her biri tıkanmışlık (veya languishing) halinden çıkarken birer yardımcı basamak görevi gördüğüdür.

Son olarak, kendimizi tıkanmışlık halinde bulduğumuzda ne mi yapabiliriz; işte birkaç adım…
Farkındalık özgürleştirir. İçinde bulunduğumuz hali gözlemleyerek tanımlamalı ve bu halin tıkanmışlık olduğunu fark etmeliyiz.
Kabul işin yarısıdır. Neşemiz enerjimiz veya motivasyonumuz yerinde olmadığı halde “mış” gibi davranmak yerine, olduğumuz hali kabul etmek çıkış sürecini hızlandırır, bizi o hissin ağırlığından arındırır.
Teslim ol akışa gir. Her ne kadar yenilgiyi çağrıştırsa da, teslimiyet bir seçimdir, özgürlüğe doğru ilk adımdır. Kendimizi teslim ettiğimiz an akışa bırakmaya da izin veririz.
Sürece güven akışta kal. Kendimizi akışa bırakmak ve sürece güvenmek için akıntıya karşı kürek çekmek yerine, akan yönde ne varsa onunla seyretmeliyiz. Bunun için bizi iyi hissettiren ve kendimizi içinde kaybettiren -resim, yürüyüş, spor, müzik gibi aktivitelerde bulunarak aktif bekleyiş içinde olmayı seçmeliyiz.
Hareket bereketi getirir. Duygular hareket halinde olduğumuzda dönüşme eğilimi gösterir. İngilizce’de emotion=energy in motion -yani enerji harekette ile tasvir edilir. Hareket halinde olan beden ve zihin duyguları içinde olduğu sarmaldan çıkarır, enerji, coşku, neşe, motivasyon ve diriliği yeniden kazandırır.

Uygulamaya yönelik daha fazla bilgi, detay ve yöntem için bana shirlienderbuyukbay@gmail.com adresinden ulaşabilirsiniz…

Barcelona’dan sevgiler
21 Eylül 2021

Ayrılık

Uzun bir aradan sonra, ancak şimdi klavye başına geçebildim ve aklım ve kalbimdekileri tuşlamaya başlayabildim. Karantinaya girdiğimizden beri verimliliğin hayat tempomuzla nasıl da direk ilişkili olduğunu bir defa daha anladım. Haziran sonu itibariyle tatil ve seyahat sezonun başlamasıyla bendeki iş verimliliği ciddi anlamda sekteye uğradı diyebilirim. Sosyal ve duygusal yoğunluk zihinsel devinimlerimi yavaşlatmış olsa gerek ki, yaz boyu aklımı bir türlü odaklayıp bir satır dahi kaleme alamadım. Bir tür “tıkanmışlık” yaşadım diyebilirim. Oysa, hayat devam ediyor ve olaylar tüm hızıyla cereyan ediyordu; bense olan bitene seyirci kalmakla yetindim. Sanırım önümüzdeki aylarda teker teker kaleme akacak hepsi…

 

Eylül ayı geldi çattı ve yaz sezonu, benim gibi okullu aileler için sona erdi; yani tatil bitti! Ben de herkes gibi evime, işime gücüme döndüm; şu anda da eski düzenime girmeye, rutinime geçmeye uğraşıyorum. Bu arada değinmeden edemeyeceğim, son iki haftadır kara ve hava yolları tatilini Türkiye’de yapıp yurtdışındaki evine akın edenlerle dolu! Sanki topluca göç ediyoruz… Akın edenleri bilemiyorum ama benim içimde karmaşık duygular var: bir tarafta ileriye, yapacaklarıma bakmanın verdiği umut ve enerji, diğer yandan arkamda bıraktıklarımın yarattığı tatlı bir acı… Bileşkesi de garip bir hüzün… Bu yaza ve tatile veda hüznü değil; sevdiklerimden ve benim için çok değerli olan her şeyi olduğu yerde bırakıp yoluma devam etme hüznü… Tanıdık geliyor mu?

 

İtiraf ediyorum, kendimi bildim bileli, her yıl bu zamanda bu duyguları yaşarım; bir yerden veya sevdiğim kişilerden ayrılırken bu karmaşık duyguları taşırım. Salt tatlı acı bir hüzün değil benimkisi; son derece güçlü, fırtınalı ve beraberinde gözyaşlarıyla tezahür eden bir dışa vurum. Tabii, duygu yoğunluğu, gücü ve etkisi kimden ve nerden ayrıldığıma göre değişkenlik gösterir. Ayrılık vakti yaklaştıkça şiddeti artan bir iç huzursuzluk diyebilirim. Bazen usul usul, yavaşça yaklaşıp kısa kısa varlığını hissettirir; bazense müthiş gürültülü gelip saatlerce içimde, gittiğim her yerde benimle dolaşır. Ayrılık anı gelip çattığında olay kopar. Özellikle annem ve babamdan ayrılma esnasında, içimde sözde “yönettiğim” duygular bir anda gözyaşı seliyle patlayıverir. Sonrasında ne mi olur? Yola çıktıktan ve geri dönüşü olmadığından, fırtına sonrası durgunluk gibi, dinginlik ve teslimiyet hali gelir; o “kaçınılmaz ayrılık” bana hüzün verse de, beraberinde teslimiyetten doğan kabulle ileri bakma ve yola devam etme gücü getirir. Veee… yola devam ederim. Bu sene de aynen böyle oldu.

 

Bunlar tarifi zor, kelimelerin kifayetsiz kaldığı haller… Beni ancak benzer yollardan geçen ve deneyim yaşayan anlayabilir. Genlerinde göç travmaları taşıyan bir ırktan gelmenin bilinciyle, bu yolda yalnız olmadığımı biliyorum! Yıllardır ayrılığın bende bıraktığı duyguları analiz ediyor anlamlandırmaya, kendimce içimde yönetmeye, bir ölçüde regüle (kontrol değil regülasyon) etmeye uğraşıyorum. Hatta, bu süreci kolaylaştırmak ve hızlandırmak adına, sınırlarımı aşmaya ve konfor alanımdan çıkmaya karar verdim. Başıma nelerin geleceğini bile bile… Gidiş-gelişlerin ayrılıkları ve duygu karmaşasını arttıracağını bilerek ve belki nihayetinde buna alışacağımı düşleyerek kendimce büyük bir hamle yaptım: yaşantımı İstanbul’dan Barcelona’ya taşıdım! Amacım, önce kendimde sonra da dolaylı olarak kızımda bu çeşit ayrılık süreçlerini yönetme becerisini geliştirmekti.

 

Bu arada, bilimsel araştırmalara göre bu tür stres ve kaygı genler aracılığıyla nesilden nesle aktarılır. Bu kaygıları yok etmek adına bugün attığımız her tür adım üç nesil sonrasına etki veya fayda sağlar. Başka bir dille ifade edecek olursam, değişim ve dönüşüm büyükanne-babadan başlamalı ki çocuklarımızın çocukları özgürleşebilsin. İşte ben de bu yolda kendime bir hedef belledim ve yol alıyorum. Dört sene oldu. Mehter marşı gibi -iki ileri bir geri, ağır adımlarla ilerliyorum. Ama derin ve sağlam! Her ayrılık yeni bir deneyim getiriyor; ama içimdeki huzursuzluk hiçbir şekilde yok olmuyor. Derinlerde bir yerde yerleşmiş bir olgu gibi, bu duygu benden “ayrılmak” istemiyor! Sanki “o” ve ben bir bütünüz…   Ayrılık ve varlık… Aynı ölüm ve yaşam gibi… Daima yan yana giden, birbirinden hiç kopmayan, birbirini tamamlayan bir ikili gibiler… Belki de gibi’si çok, öyleler.

 

Covid-19 bize ölümle burun buruna gelebileceğimizi, hayatta hiçbir mutlak kesinliğin olmadığını, çok şey bilsek de aslında hiçbir şey bilmediğimizi kafamıza vura vura öğretmedi mi? Hayır! Öğretemedi! Hala almamız gereken bazı dersler var! İnandığım şu ki, hayata ve yaşama ne kadar bağlı olursak olalım, hepimizde bir nebze ayrılık kaygısı, kaybetme endişesi ve ölüm korkusu mevcut. Şiddeti değişiklik gösterdiği gibi, tetiklenme şekli de kişiden kişiye değişiyor. Ancak kat’i bir nokta var ki, Covid-19 büyük tetikleyici unsur oldu; hayatımıza girene kadar birçok kişi için ayrılık kaygısı veya kaybetme korkusu uzaktan çalınan bir ses gibiyken, bugün benim gibi karmaşık duygulara kapılanlar çoktur muhakkak. Bu noktada belki de özgürleştirici unsur farkında olmak, kabul etmek, ve onunla yaşamak.

 

Bunu bana ne mi söyletiyor? Belki doğrudan Pandemiye bağlamak yanlış olabilir; ama hayatımın hiçbir evresinde bu kadar çok üstü üste ölüm haberi almadım. Adeta bir toplu göç haline tanık oluyoruz. Yazlıkçıların “tatil bitti, seneye yeniden dönmek üzere” cinsinden değil; geri dönüşü olmayan bir göç. Merak ediyorum, çevremde kaç kişi bu gözlemleri yapıyor, duygularımı yaşıyor… Kendime çokça sordum, acaba bu olgu salt bana mı ait, yoksa kolektif bir bilincin parçası mı diye… Vardığım kanı, bir bütünün -yani kolektif bir bilincin parçası olduğumuz. Uzaklarda, küçücük dünyamda ne yaşıyorsam dünyanın bir başka ucunda yaşayan birileri benzerini deneyimliyordur. Benim kadar sık veya yoğunlukta olmasa da “ayrılık” kaygısını biliyordur. Aynı “her canlı ölümü tadacaktır” anlayışı gibi!

 

Son söz: Yeni yıla girdik -5782! Shana Tova u Metuka. Bu yeni yılda her canlının deneyimleriyle yaşam-ölüm dualitesine katkı sağlamasını ve kolektif bilince hizmet etmesini içtenlikle diliyorum.

 

Barcelona’dan sevgiler

7 Eylül 2021

Yaşamın Değeri Dokunduğun Hayatlarla Ölçülür

“Hiçbir şey göründüğü gibi değildir” derler. Bu söze çok inanırım. Çünkü, içinde olanlar ancak detayları görebildiği için, dışarıdan baktığınızda gördükleriniz (1) yanıltıcı olabilir, (2) gerçeği tümüyle yansıtmayabilir, veya (3) bazı unsurlar gerçekte olduklarından daha “büyük” gibi gösterilebilir; haliyle de gerçekler dışarıdan gördüğümüzle sınırlıdır. Bu bağlamda, İngilizce’de dendiği gibi kitabı kapağına göre değerlendirmekten (judging a book by its cover) ya da dışarıdan gazel okumaktan başka halimiz yok. Ancak, bir eğitimci ve gelişim koçu olarak olgulara derinlemesine bakmayı seçmişimdir hep; metaforlardan, benzetmelerden ve sembollerden yararlanarak farklı manalar çıkarmaya bakmışımdır. Çünkü her şey detaylarda gizlidir. Anlayacağınız üzere, bu yazımda az biraz dışarıdan gazel okumaya niyetlendim… Tahmin de edeceğiniz gibi de, gazelimi gördüğünüz fotoğrafın çevresinde okuyacağım…

 

Ekranda gördüğünüz bu fotoğraf 11 Mayıs 2021 gününe, İsrail-Filistin çatışmasının bir anlık kesitine ait bir kare! İlk bakışta ne gördüğünüzden pek emin değilim, ama derinlemesine baktığımda görünenin ötesinde anlam veya mesajlar içerebiliyor. Olduğu gibi betimleyecek olursam, daracık bir alan içinde, bir taraftan atılan roketler hızla göğe yükseliyor, diğer taraftan demir kubbeye ait roketler gelenlerle buluşmak için kıvrıla kıvrıla yol alıyor, artlarında bıraktıkları ışık izi sonucunda bir noktada her gelen roketi yakalıyor, çarpışmaları sonucu gece karanlığında eşi benzeri olmayan bir ışık görseli yaratıyorlar; öyle ki, bir fotoğraf sanatçısına sorsanız sanat harikası diyebilir.

 

Derinlemesine baktığımda, karanlığın içinde dans eden ışıklar altında, kendimce birçok mana çıkarıyorum. Adeta tıslayan ve hışımla ileri atılan zehirli bir yılana karşı, nefsi müdafaa için şahlanan bir aslan var, mesela. Bir taraf saldırganlıkla nefretini kusarken, diğer taraf pisliğe büyük bir yaratıcılıkla, gökte dans ederek karşılık veriyor gibi… Tüm güç ve kudretiyle kükrer gibi saldırmayı bilse de aslan, bunu yapmıyor, gelene kendinden emin şekilde cevap vermekle yetiniyor… Daha da derinlemesine, başka gözle baktığımda, gece karanlığında usulca sesi duyulmayan korku kıvılcımları, patlamaya hazır öfke tanecikleri ve giderek büyüyen milliyetçilik hareketleri görüyorum… Bu fotoğraf, ayrışmanın, kutuplaşmanın ve düşmanlığın en üst seviyede vahşice cereyan edişini gözler önüne seriyor… Karşı taraftakini “komşu” yerine “öteki” olarak görmenin bedelini gösteriyor… Siyaset, yönetim, sağlık, güvenlik, eğitim, psikoloji, iletişim sanatlarında sınıfta kalmışlığımızı haykırıyor… Ve bu gidişle, insanlık olarak ne yerde ne de gökte asla birleşemeyeceğimizi, ilelebet de çarpışmaya mahkûm olduğumuzu söylüyor! Karanlığın içinde dans eden ışık izlerinden bu anlamları çıkarıyorum.

 

Karamsar konuştuğuma bakmayın; umudum var, hala… Bu fotoğrafta olmayan, ancak duyduğum hikayeler, varlığını bildiğim gerçekler var. Hiçbir şey göründüğü gibi değil. Sosyal ve politik etmenler sonucu “ötekileştirilmiş” komşusunu koruyan kollayan, yaralı esnafı hastaneye yetiştiren, kaybettiği oğlunun organlarını bağışlayan İsrail’li ve Filistin asıllı insanlar var. Barış içinde yaşamayı bilen ve isteyen insanların seslerini bu gece karanlığındaki ışıklar duyurmuyor maalesef. Biraz daha eğilip detaylıca baktığınızda belki, korku ve öfke taneciklerinin yanında karanlığın içinde kaybolup görünmeyen, birlikte barış içinde yaşamayı benimsemiş insanların davranışlarını görebilirsiniz. Öyle ki, komşusunun bahçesi güzel olduğu zaman ancak kendi bahçesinin güzel ve yaşanır olacağına inanan bir zihniyet de var. Bu bana Golda Meir 1957’de söylediği sözleri anımsatıyor: “Barış, Arapların kendi çocuklarını bizden nefret ettiklerinden daha çok sevdiği zaman gelecek” demişti. Bu sözü illa Ortadoğu ve bir türlü bitemeyen İsrail-Filistin çatışmasıyla değil, günümüzde dünyaca geldiğimiz kutuplaşma ve ayrışma seviyesiyle de ilişkilendirebiliriz. Zira, ötekileştirme ve kutuplaşma konusundaki yeteneğimiz, Einstein’ın aptallığı nitelendirdiği sözleriyle birebir örtüşüyor: “Deha ile aptallık arasındaki fark, dehanın sınırları olduğu” ve “İki şey sonsuzdur: evren ve aptallık. Evrenden çok emin değilim.”

 

Aptallığın ve hamasetin sonsuzluğuna değil de, dehanın, yani kişinin kendisi ve insanlık adına aktardığı aklın nasıl olabileceğini vurgulamak için şu kısa hikayeyle gazelime son vermek istiyorum. Hikaye Nursel Andiç’in “O Bir Kadın – United Women” Facebook grubunda paylaştığı bir alındır.

 

Mısır yetiştiren bir çiftçi, her yıl en kaliteli mısır ödülünü alırmış. Çiftçi, ödül aldığı mısırların tohumlarını da ekmeleri için komşularına dağıtırmış. Bunu öğrenen bir gazeteci röportaj yapmak için çiftliğe gelmiş. Gazeteci çiftçiye sormuş: “Seninle her yıl aynı yarışmaya giren komşularına, kaliteli tohumlarından vermeyi nasıl göze alabiliyorsun?”

 

Çiftçi cevap vermiş: “Yoksa bilmiyor musun? Rüzgâr, olgunlaşan mısırlardan polenleri alır ve tarla tarla dağıtır. Eğer komşularım kalitesiz mısır yetiştirirse çapraz tozlaşma sonucu her geçen yıl ürettiğim mısırın kalitesi düşer. Eğer kaliteli mısır yetiştirmek istiyorsam, komşularıma da kaliteli mısır yetiştirmeleri için yardım etmeliyim.” demiş.

 

Yaşamlarımız da böyledir. Hayatlarını anlamlı ve iyi bir şekilde yaşamak isteyenler başkalarının hayatlarını da zenginleştirmelidir. Bir yaşamın değeri dokunduğu hayatlarla ölçülür. Ve mutluluğu seçenler, başkalarının mutluluğa ulaşmasına yardım etmelidir. Birimizin refaha ulaşması, herkesin refaha ulaşmasına bağlıdır. Buna kolektifin gücü diyebilirsiniz, buna başarının ilkesi diyebilirsiniz, buna hayat kanunu diyebilirsiniz. Gerçek şu ki hiçbirimiz kazanamayız, hepimiz birden kazanmadıkça.

-Nursel Andiç, O Bir Kadın-United Women

 

Böylesi akılların, az da olsa, var olduğunu bilmek içime su serpiyor. Doğrusu, korku kıvılcımları, patlamaya hazır öfke tanecikleri ve giderek büyüyen milliyetçilik hareketleriyle tutuşan aptalların yanında, birlik ve barış içinde yaşamayı benimseyen, ötekileştirmeye rağmen komşusunu koruyan kollayan, esnafını hastaneye yetiştiren, oğlunun organlarını bağışlayan dehalar olduğu müddetçe, umut var demektir.

 

15 Haziran 2021