Kova Listesi

Geçen hafta salı (11 Ekim 2022) hayatımın en deli, en çılgın, en yapılmayacak şeyini yaptım. Yıllardır yapmayı istediğim, bir türlü cesaret edemediğim, bir yandan da fırsat bulamadığım bir şeydi bu. Ben bile kendime inanamıyorum. Geriye bakıyorum, gerçekle hafızamda kalan hatıra arasında bir boşluk var sanki. Nasıl anlatsam ki… Uykunda bir kâbus görürsün, kan ter içinde uyanırsın; işte o cinsten bir şey. Ama benimkisinin rüya olmadığı kesin! Gayet de gerçek! Asıl can alıcı kısım, ne yaptığımdan çok, bende yarattığı duygu, algı, tutum ve hayata yaklaşım biçiminde değişiklik. Breakthrough dedikleri gibi, kendimi aşma, kendimden yeni bir ben çıkarma ve belki de çok üst seviyede bir özgürlük hissini tatmaya hizmet etti.

“Aaaayh! Yeter! Hadi söyle artık, ne yaptın?!” diyorsunuzdur… Vallahi şu satırları yazarken bile kalbim küt-küt atıyor. Çünkü kendimce anormal ötesi bir şey yaptım! Ne yaptım, biliyor musunuz? Ayağı yere basan normal insanın yukarıya baktığı o masmavi göğe bir pırpır uçağıyla çıkıp 4200 metreden aşağı atladım. İşin özü bu! Ama nasıl, hangi araçlarla, kimle, hangi cesaretle bunu yaptım; işte o ayrı hikâye… Aklım yettikçe paylaşacağım. Neden? Hava atmak için asla! Tersine; yaşadığım hisleri ve kendime kattığım hayat derslerini paylaşmak maksadıyla. Kaleme aldıkça daha iyi görebiliyorum. Bu satırları (şu anda – 16 Ekim 2022, pazar; 12:47) tuşlarken bile o anı yeniden yaşıyor, aynı heyecanı içimde capcanlı taşıyorum… Çünkü asıl olay atlayışta değilmiş meğer, kendimi aşağı bırakana kadarmış; zihnimden ve kalbimden geçenlerdeymiş… Ve tabii ki de sonrasında bende oluşan yansımalardaymış…

Olay, 11 Ekim Salı günü, Barcelona’ya 1,5 saat uzaklıkta bir kasaba olan Empuriabrava’da (https://www.skydiveempuriabrava.com/) geçiyor. Kocam kızım ve ben, bizi tam olarak nelerin beklediğini bilmeden, heyecan içinde oraya vardık. Kayıt işlemlerin ardından, birlikte (tandem-ikili) atlayacağımız eğitmenlerimizle tanışıp kısa brifing aldık ve ekipmanlarımızı üzerimize geçirip uçağa yöneldik. Çalışan motorun püskürttüğü havayı yüzümüze alarak uçağa bindik. Geniş bir boruyu andıran oturma düzenekli bir pırpır uçağıydı. Şahsi eşyalarımızı ve telefonları merkezin ofisinde bırakmıştık. Ben tabii ki, işimi sağlama almak adına -ne olur ne olmaz diye- beni sabah arayan ve “nereye gidiyorsunuz?” diye soran arkadaşıma annemin numarasını ve evin anahtarının yerini söyledim…. (Geriye bakıyorum da… arkadaşıma amma büyük bir sorumluluk yüklemişim!) Atlamayı niyet etsem de, Türkiye’deki KBB doktoruma mesaj attım ve “paraşütle atlayacağım, 4200 metre yüksekte basınç farkından kulağıma zarar gelir mi?” diye sordum. Yanıt geç geldi. Ben uçağa binmiştim…

Toplam 15 kişi, o daracık alanda, yan yana ve yüz yüze yerleşmiş halde, emniyet kemerlerimiz bağlı, göğe doğru yükselmeye başladık. Sağ çaprazımda kocam, karşımda eğitmenim Xavier, onun yanında (sol çaprazımda) video ve fotoğraflarımı çekecek olan arkadaş (heyecandan ismini zihnime kaydetmemişim) ve iki yanımda kocamın fotoğrafçısı ve eğitmeni… öylece yükseliyoruz. Biz son atlayacağımız için kokpitin yanındayız. Arada paravan vs olmadığı için, pilotu ve uçuş göstergelerin hepsini görüyoruz. Ama benim gözüm bir şey görecek halde değil, göz görüyor ama zihin proses etmiyor; heyecandan kalbim sanki yerinden fırlayacak… Kızım ilk atlayacağı için uçağın diğer ucunda, kapının dibinde. 8-10 kafanın arasından ancak görebiliyorum onu. O da heyecanlı! Ama onunkisi gençliğin ve delikanlılığın verdiği cesaretle karışık bir heyecan…

Bir yandan yükseliyoruz, bir yandan sohbet ediyoruz… Arkamdaki pencereden dışarı bakıyorum, her şey küçülmüş, tarlalar, bulutlar… THY uçuşunda pencereden baktığım manzaralarla aynı… Ama ne ben aynıyım ne de bakan gözlerim ve yüreğim. Yanımdaki arkadaş kolundaki altimetreyi gösterip “1500 metreye vardık, 4200’e çıkacağız, daha var” diyor. Ben “Allahım… ne işim var benim burada… ne yapıyoruz biz…” diye içimden geçiriyorum. Sonra ona, kaydettiği kameraya dönerek “Bunu bir daha yapmamam için bana hatırlat!” diyorum… Aslında mesaj kendime! Kocam sonradan anlatıyor; meğerse benim betim benzim atmış, yüzüm bembeyaz haldeymiş.

Bunlar olup biterken birden durdum! İçinde olduğum sis perdesini aralamaya karar verdim. Derin nefes alıp vermeye başladım! Ve baktım, ne için orada olduğumun bilincine vararak, fark ederek dikkatle kendi içime döndüm. Yıllardır yapmayı istediğim ve ölmeden önce yapılacaklar listesine (Bucket List*) koyduğum hayalimi gerçekleştiriyor olduğumu hatırladım. Özgür iradem ve bilinçli tercihimle oradaydım… Orada olmayı ve bu deneyimi yaşamayı gerçekten istediğim için oradaydım. İçimdeki korku ve bitmeyen heyecana rağmen, kararlıydım… Keyfini çıkaracağım!!!

Ve… Yükselme bitti, vakit geldi. İkili atlayacak bizler son hazırlıklarımızı yaptık; kanguru gibi, eğitmen kemeriyle kemerlerimize bağlanması yoluyla birbirimize yapıştık. Uçağın kapısı açıldı… Kızım atlamaya hazır… Avucuma bir öpücük kondurup ona doğru üfleyerek ona öpücük gönderdim; avucuyla onu yakalayıp kalbine koydu. Aynısını yaparak bana öpücüğünü gönderdi. Veee… hooop atladı! Atladığı sırada ne kaygı ne korku vardı! Sevinç ve mutluluk vardı! Uçaktan çıkışını izlerken zihnim 18 sene öncesine gitti; doğduğu güne, doğduğu ana ve haline… Küçücük, saf ve savunmasız bebekliğine… O an zihnimdeki kızımın yeniden doğuşuna tanık oldum… Kızım büyüdü! Kendini bilen, zeki, becerikli ve hayatıyla ilgili akıllı kararlar alabilen birey oldu. Bir anne başka ne isteyebilir ki?

Ben bunları düşünürken, tekli atlayanlar gitmişti bile ve sıra ben ve kocama geldi… Kapıya ilerledik ve kapının ağzında (-10 derece) soğuk havanın yüzüme vuruşuyla birlikte kocama dönüp (çünkü ilk ben son o atladık) “bye” dedim… Kameramanım önden atlamış, havada beni bekliyordu! Derin nefes aldım, aşağı baktım ve “işte budur, keyfini çıkar” dedim içimden. Ve biz -Xavier ile ben- bir dakika boyunca hava boşluğunda aşağı doğru son hızla inmeye başladık. Kuş gibi… Kollarımı çırpıyor, kurbağa yüzme hareketleri yapıyor, kendi eksenimizde dönüyorduk… Ve içimden “Shirli, bu gerçek… serbest uçuyorsun…” (Aslında son hızla aşağı doğru iniyorduk, o başka!!!) “…ve sen, korkun ve kaygın yüzünden az daha şunun zevkini öldürüyordun” dedim… İşte o anda, bunu bir daha yapabileceğimi düşündüm!

Müthiş ötesi bir deneyimdi. Bir dakikanın sonunda Xavier paraşütü açtı ve biz hızla aşağı giderken birden yukarı yükselmeye başladık. Ve beş dakika kadar, ağır ağır aşağı süzüldük. Ayağımın altındaki manzaranın ihtişamı bir yana, havada duran ben ve beyaz Nike’larımın o manzaranın içindeki gerçekliği daha bir muhteşemdi. Dahası var mı? Kuş gibi uçmuşum ve aşağı iniyordum. Hiç alışık olmadığım duygu ve deneyim olmasından dolayı korku tabii ki vardı… Ama, anın bende bıraktığı heyecan ve tadına varma arzusu korkuyu alt etmişti. İşte, adrenalinin tavan yaptığı an diyebilirim. Başlangıç noktasına -çimlik alana- indiğimizde korku, kaygı veya heyecandan sanki eser kalmadı… Geriye derin uyanışlar, düşünceler ve duygular kalmıştı.

 

Merak edersiniz diye birkaçını aşağıda paylaşıyorum…

  • Kızımın atlayışı, göbek bağının bir defa daha kesilişini ve bizden koparak kendi ayakları üzerinde duruşunu temsil ediyor benim için. Onu dünyaya getirdiğim an ile uçağın kapısından atlayış anı birleşti adeta.
  • Hayatımda ilk defa, hiç tanımadığım birine hayatımı tümüyle teslim edecek kadar güvenmeyi seçtim. Güvendim de! Türlü eğitimler ve kişisel gelişim programlarına katılmama rağmen, böylesine bir güven testinden hiç geçmemiştim.
  • Korona ve Pandemi süreci bize kontrolün bizde olmadığını öğretmeye çok uğraştı. Şahsen bu konuda çok ilerlediğimi düşünüyorum. İlk defa, kontrolü elinde tutmaktan vazgeçip (yani, let go edip) işi bilene vermeyi başardım.
  • Anladım ki, kontrolü elinden bırakınca ancak hayatın tadına varmaya ve sunduğu güzel tatları duymaya fırsat veriyor insan kendine. Kontrolü elinde tuttukça, kontrol derdinden hayatın tadına varamıyorsun. “Bir daha yapmayacağım” dediğim halde, 60 saniyelik o serbest düşüş sırasında “bir daha yaparım” dedim! Kahramanlık için değil, keyfine varmak için!
  • Kontrolü bırakmanın yanında, bir deneyimi kendi seçimim ve kontrolüm dahilinde tatmış oldum. Burada bahsini ettiğim ölüm korkusuyla burun buruna gelme deneyimi. Şöyle ki, ömrümde hayatımın gidişatına yön veren iki olay yaşadım ve bana çok önemli mesajlar kazandırdı. İlki, 1999 depreminde 47 saniye boyunca sarsılırken “Shirli, buradan sağ kurtulursan hayatını istediğin gibi yaşayacaksın” diye söz vermiştim kendime. İkincisiyse, 2016 yılında THY’nin NY-IST uçuşunda teknik arıza nedeniyle (bomba ihbarıymış meğer) Halifax’a inmek zorunda kaldığımız 57 dakikalık iniş sırasında “Shirli, yanında kocan ve kızınla birliktesin, eğer son buysa yapacak bir şey yok; buraya kadar hayatını istediğin gibi yaşadın, yapmak istediklerini yaptın, ki daha yapacak çok şeyin olduğunu da biliyorsun… Ve buradan sağ kurtulursan hayatını aynen yaşadığın gibi yaşamaya devam et!” demiştim kendime. Ve bu üçüncüsü… Çünkü yine ölüm korkusuyla yüzleştim; ama bu sefer kendi seçimimle, bilinçle, farkındalıkla ve sınırlarımı aşarak kendimi keşfetme sevdasıyla. Ve bu sefer “Shirli, hayatın tadına varmak istiyorsan, kontrolü bırak” çıkarımına vardım!
  • KBB doktorum ben havadayken aramış ve cevap yazmış… Ne dedi biliyor musunuz? “Yap! Hemen!” Sonrasında da “yaptın mı, nasıldı?” diye de sormuş. Tabii ki de video kaydıyla “harikaydı, muhteşemdi, inanılmazdı” diye yanıt gönderdim.
  • Bu yaptığım anormal ötesi olayı çok kişiyle paylaşmadım. Garip olan, zaman ilerledikçe anormallikten normalliğe dönüşüyor olması zihnimde. Anlattıklarımdan “amanın, sen ne yaptın!” türünde laflardan tut, annemle babamın sessizliğe bürünüp tepkisiz kalmasına kadar, farklı yansımalar aldım. Bu yansımalar, bir yandan bunun anormalliğini, diğer yandan da bana kattığı kazanımları ve bir daha atlayabilirim güveninden kaynaklı normalliğini çağrıştırıyor. Bir diğer gerçeklikse, eğitmenim Xavier’in sadece o gün benimle beşinci atlayışını yapmış oluşu… Aklımdaki soru şu: Acaba yaptığım normal mi, anormal mi? Bu soruyu da size bırakıyorum!

Benden bu seferlik bu kadar!
Barcelona’dan Shirli
16 Ekim 2022

*Bucket List (Kova Listesi), İngilizcede sokak diliyle ölmek anlamına gelen kicking the bucket deyiminden türetilmiştir. Türkçede “ölmeden önce yapılacaklar listesi” diye geçer. Bu liste, ölmeden önce yapmayı istediklerinizi, gerçekleştirmeyi istediğiniz hayallerinizi veya deneyimlemek istediğiniz şeyleri içerir. Neden “kova listesi” denmiş? Bu terim 2007 yılında Bucket List başlıklı bir filme konu olmuş, 1999 yılında Amerikalı İngiliz senaryo yazarı Justin Zackham tarafından ortaya atılmış. Kovaya tekmeye vurmak -ölmek- deyimine list sözcüğünü ekleyerek (kicking the bucket list) ölmeden önce yapılacaklar listesi ifadesini oluşturmuş. Jack Nicholson ve Morgan Freeman’ın başrolde oynadığı bu film zamanında çok ses getirmiştir ve sanırım “mutlaka gerçekleştirilecek hayaller listesi” kavramını hepimizin aklına yerleştirmiştir.

 

Güzel Çirkin

Bu yazıyı bir cennet köşesinden, doğanın sadeliği ve güzelliğinin içinden yazıyorum… Ve tüm saflığıyla size sormak istiyorum… Aynaya baktığınızda ne görüyorsunuz? İç sesiniz genelde ne gibi mesajlarla sizi yönlendiriyor? Çoğunlukla hangi gözler ve sözler hâkim, sizi yücelten mi yoksa yeren mi? Acaba bu neye bağlı, kendi iç sesinize mi, yoksa dış ses ve söylemlere mi? Peki ya kendinizi nasıl biri olarak görüyorsunuz? Sevmeye ve sevilmeye değer güzel insan mı, yoksa kendinden nefret eden, kayda değer özelliği olmayan ve sevilmeyi hakketmeyen biri mi? Bu sorularıma yanıt aramadan önce aşağıdaki şiiri okumanızı öneririm…

 

Çok çirkinim!

O yüzden beni ikna etmeye çalışma ki

Çok güzel bir kişiyim

Çünkü eninde sonunda

Her konuda kendimden nefret ediyorum

Ve kendimi şu yalanla kandırmayacağım:

İçimde kayda değer bir güzellik var

Hatta emin ol kendime hatırlatacağım ki

Değersiz ve berbat bir insanım

Ve hiçbir dediğin beni inandıramaz ki

Sevgiyi hakkediyorum

Çünkü ne olursa olsun

Sevilmek için yeterince iyi biri değilim

Ve şuna da inanacak durumda değilim ki

Gerçekten içimde güzellik var

Çünkü ne zaman aynaya baksam düşünürüm

İnsanların dediği kadar çirkin miyim?

 

Veee… şiiri okudunuz… Ne düşünüyorsunuz? Bu dizeler size neler hissettirdi? Kendinizle ilgili “evet, çirkinim ve değersizim” algısını mı onayladı, yoksa “hayır efendim, ne münasebet, bu kesinlikle beni yansıtmıyor ve gayet sevilen, iyi ve güzel biriyim” düşüncesi mi uyandı? Belki sinir bozucu buldunuz, belki sizi huzursuz etti, belki de hiç etkilemedi. Ama eminim ki az biraz düşündürttü… Kendinize nasıl baktığınız, nasıl konuştuğunuz ve nasıl algılandığınıza dair birtakım farkındalıklar getirmiş olabilir. Belki…

 

Şimdi, bir anlığına durmanızı, sıraladığım soruları bir kenara bırakmanızı ve şiiri yeniden tersten, yani aşağıdan yukarıya doğru yeniden okumanızı istesem…

 

Japon ressam Kazuo Shiraga’ya (1924-2008) ait 1964 tarihli yağlı boya tablosu, MoMA, NY.

 

Eveeeet…. Aynı şiiri tersten okudunuz… Ne oldu? Ne gibi hisler düşünceler uyandı? Bu dizeler sizde nasıl bir etki yarattı? Aklınızdan geçenleri çok merak ediyorum… Acaba bu şiir sizi ne kadar anlatıyor? Daha doğrusu, dizeleri iç sesinizi ne ölçüde yansıtıyor? Hatta gerçekte hangisini yansıtıyor; iç sesinizi mi, yoksa dış seslere dayalı kendinizi algılama biçiminizi mi?

 

Yanıtlaması zor sorular, farkındayım. Kendimden örnek vereyim: Bu şiir karşıma çıktığında ilk okuyuşumda, kendi kendime “yaaa… evet olabilir; sevilmeyi hak etmeyecek kadar değersiz biri olabilirim, zira bunu defalarca çeşitli kişiler ve olaylar sayesinde deneyimledim ve hissettirildim” diye geçirmiştim içimden. Çok acayip bir algı değildi benimkisi… Sonuçta başkalarının gözünden ve davranışlarından yola çıkarak kendimizi keşfedip tanımıyor muyuz? Kendimi algılayışım, görüşüm, bakışım ve değerlendirişim salt kendi iç algıma veya iç bakışıma değil, dışımdaki olaylar ve kişilerle doğrudan bağlantılı.

 

İlginç olan, şiiri tersinden okuduğumda oldu. İlk tepkim, “dur bir dakika; bu dizelerin -ne düzden ne de tersinden, hiçbir ifadesi kendimi algılayış biçimimi yansıtmıyor, yansıtamaz! Ben sevmeye ve sevilmeye layık biriyim; içimde iyilik şefkat ve sevgi var; ve bundan bir zerre kadar şüphe duymuyorum” oldu. Nasıl mı? Çünkü, şu yaşıma gelmişim, kendimi biliyor ve tanıyorum; deneyimlerim ve hasbelkader yaşam tecrübelerim sonucunda insanların söylem veya düşüncelerini değerlendirerek ve kendi iç sesimin süzgecinden geçirerek kendimi değerlendiriyorum; kendimi gerektiğinde yargılıyorum veya onaylıyorum. Yani, kendimi çevremdekilerin yansımaları sonucu keşfediyorum; sonrasında kendime soruyor ve onaylama veya yargılama arasında iç sesimle seçim yapıyorum.

 

Vurgulamaya çalıştığım şey şu: öz değerlememiz, öz saygımız ve öz benliğimiz; ve tabii ki akabinde gelen yargılamalarımızla onaylamalarımız iç seslerimize dayalı olmaktan çok, dışımızdan gelen mesajlar ve söylemlere bağlı oluyor genelde. Psikolojide bu algılama biçimine nöroalgı (neuroception) terimiyle iç algı -veya içe bakış (introception) ve dış algı -veya dışa bakış (extroception) olarak geçer. İdeal olan veya arzu edilen, kişinin kendi iç algısına dayalı bir kendini değerlendirme ve onaylama mekanizmasını inşa etmesi. Halbuki, yeni gençliğin tüm benlik inşasının dış algı ve yansımalar üzerine kurgulu olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı?

 

Özetle, kendimizi algılayışımıza ve benliğimizi inşa edişimize dikkat çekmek istedim. Şu kısacık şiiri doğrudan veya tersten okurken dahi bizde türlü hisler yaratıyorsa eğer, o zaman bir durup aynaya bakmalı, aklımızdan geçen laflara kulak vermeli ve içlerinden iç algı ile dış algı arasındakileri ayıklayarak aralarında dengeyi aramalıyız. Algımız salt dış bakışa dayalı olmayacağı gibi, salt iç bakışa da olmamalıdır.

 

Dip not: Tersine şiir (reverse peom) diye geçen Pretty Ugly (2018) başlıklı bu şiir, Abdullah Shoaib adlı şaire aittir. Orijinal (İngilizce) versiyonu aşağıda. Türkçeye çevirim orijinalindeki etkiyi yansıtmamış olabilir. Size önerim, “zihni sinir” sorularımı orijinalini okuyarak yeniden değerlendirmeniz…

İzmir Tırazlı Köyünden sevgilerimle…

10 Temmuz 2022

 

Pretty Ugly

by Abdullah Shoaib 

I’m very ugly

So don’t try to convince me that

I am a very beautiful person

Because at the end of the day

I hate myself in every single way

And I’m not going to lie to myself by saying

There is beauty inside of me that matters

So rest assured I will remind myself

That I am a worthless, terrible person

And nothing you say will make me believe

I still deserve love

Because no matter what

I am not good enough to be loved

And I am in no position to believe that

Beauty does exist within me

Because whenever I look in the mirror I always think

Am I as ugly as people say?

 (Now read bottom to top)

 

Her Şeye Rağmen… Gerçek Hikâye!

Hiç dikkat ettiniz mi, “gerçek yaşam üzerine kurulu filmler” geçmiş yıllara kıyasla daha fazla yapılıyor; hatta izleyicinin bu tür filmlere rağbeti de artıyor. Nerden biliyorum? Çünkü ben kurgu yerine gerçek yaşam öyküsünü konu alan filmleri yeğliyorum. İnsan başkalarını kendi gibi bilirmiş! Peki ya neden? Çünkü öyküsüyle o döneme gitmeme, olayların ardındaki duygulara, deneyimlere ve seçimlere tanık olmama, anlık da olsa onları yaşamış gibi hissetmeme ve bunlardan kendime dersler çıkarabilmeme vesile oluyorlar. Dahası, sırf hikayeleri ilham olsun diye, liderlik derslerimde liderliğe dair gerçekçi çıkarımlar yapabilmeleri için öğrencilerime bu tür filmleri vaka analizi olarak veriyorum. Derler ya hani, “Zeki insanlar deneyimden ders alır, daha zeki insanlar başkalarının deneyimlerinden ders alır.”

Geçen hafta vaka olmaya aday yeni bir filmle karşılaştım – “Her Şeye Rağmen” Regardless*. Çok çarpıcı; bir o kadar da sarsıcı. Gerçek yaşam hikayesini konu alan bu filmi izlerken kanım çekildi, içim yandı, sistemim sarsıldı. Çünkü, gerçeklikten öte, kurguyu andıracak nitelikte dehşet verici bir hikâye! Esas kahramanıyla kısa süre önce tanışmamış, el sıkışmamış ve göz göze gelip konuşmamış olsam, vallahi ki “bu hikâye gerçek olamaz” derdim… Ama gerçek! O kadar gerçek ki, filmin esas kahramanı biz davetlilerle aynı anda, aynı salonda, 3 koltuk ötemizde oturuyordu ve kendi hikayesini izliyordu. 1 saat 56 dakika boyunca izlerken, duygularım ve zihnim saliselik anlar içinde filmden kopup kahramanın salondaki varlığı bilincine kaçıyordu. Yani, bir hayal edin… İzlemekte olduğunuz filmin yaşanmışlığını tasdikleyecek baş kahraman yanı başınızda oturuyor ve başından geçenler akıl dışı niteliğinde! Tüm kötülüklere rağmen temiz yüzüyle, yumuşak kalbiyle, kibarlığıyla “insan” kalabilmeyi başarmış bu güzel insana baktığınızda etkilenmemek elde değil! İşte bu nedenle, her şeye rağmen yaşamının lideri olma başarısı bakımından İlhan Doğan’ın hikayesi beni derinden etkiledi.

Marsilya Başkonsolosu Arda Ulutaş (sağda) ile ben ve kocam

 

Filmin sonunda, salondan çıktığımızda artık ben ben değildim! Duyguları yönetme konusunda eğitimler veren ben kendimi tümüyle kaptırmıştım. “Bu nasıl bir yaşam öyküsü?” şokuyla duygularıma, göz yaşlarıma, vücudumun titremesine hâkim olamıyordum. Beni bu raddeye getiren son damla, alkış ve teşekkür konuşmaların ardından İlhan Doğan’ın kalkıp konuşma yapmasıydı. Baş aktörün repliklerini sahibinin kendi ağzından yeniden işitmiş olmak beni “gerçeğe” ve yaşanmışlığın acı “gerçekliğine” geri taşıdı.

Film henüz gösterime çıkmadı. Küçük ve samimi bir izleyici grupla beraber Cannes Film Festivalinde yarışmaya aday gösterilmiş özel prömiyerinde izleme şerefine nail oldum. Hakikatten, böyle bir ortamda olmak müthiş gurur vericiydi. Bu arada, Pandemi dönemine takılıp iki senedir yayımlanmayı bekleyen bu filmi yabancı sanmayın. Network Marketing sektörünün ünlü lideri İlhan Doğan’ın hayatını konu alan bu film bir Türk yapımı! Erdal Murat Aktaş yönetmenliğinde, Erkan Petekkaya, Sinan Akdeniz, Barbara Sotelsek, Nihan Büyükağaç, Rıza Akın, Kaan Kaiser gibi oyuncularıyla perdeye konmuş çok başarılı bir yapım. Yedi dilde (Türkçe, Almanca, İngilizce, Fransızca, İspanyolca, Rusça ve Arapça) ve dünyanın çeşitli ülkelerinde gösterime çıkmaya hazırlanıyor… Pek yakında…

 

Spoiler vermeyeyim… Çok özetle, Almanya’da doğmuş Adana’ya gitmiş, sonrasında yeniden Almanya’ya zorunlu göç etmiş, travmalarla dolu çocukluk ve gençlik yaşamış, peşi sıra zorlukların üstesinden gelmeyi başarmış ve bugün gıptayla bakılacak mertebelere ulaşmış birinin kahramanlık hikayesini anlatıyor. İzlenmesi şart! Neden mi? Filtresiz, tüm çıplaklığıyla, İlhan’ın hikayesi hepimize umut olsun diye… İbret olsun diye… Kahramanların salt romanlarda değil, hakikatte de olabileceğine inanalım diye… Ve her şey rağmen iyi insan olmayı seçebileceğimizi anlayalım diye…

Emeği geçen herkese ve özellikle sevgili Murat Aktaş’a sonsuz teşekkür…
Barcelona’dan sevgiler…

*Her Şeye Rağmen (Regardless)
https://www.haberturk.com/marsilya-baskonsolosu-film-ekibini-kutladi-3449214

 

 

Endless thanks to everyone who contributed –to especially dear Murat Aktaş.

Lots of love from Barcelona…

 

* Regardless – Her Şeye Rağmen

https://www.haberturk.com/marsilya-baskonsolosu-film-ekibini-kutladi-3449214

 

 

Varoluşçuluk Üzerine Bir Deneme!

Bir önceki “Varoluş Özden Önce Gelir!” başlıklı yazımda Yavaş Ölüm şiiri üzerinden varoluşçu felsefesine değinmiştim. Sanat ile sanatçının yeri ve arasındaki önceliği konusunda birkaç soru yöneltmiştim; hatta kendimce doğru gelen düşünceyi öne sürmüş, “Peki ya sizce?” diyerek okuyucuya fikirlerini sormuştum. Çok harika geri dönüşler aldım; sayıca az, ama derinlik bakımından çok ama çok zengin. Bir makalenin ardından gelen yorumların yarattığı çarpan etkiyi ve düşünce zenginliğini paylaşmak istiyorum bu yazımda. Çünkü, aynı sevgi gibi, bilgi ve fikir paylaştıkça çoğalıyor… Bundan da herkes payını alabiliyor.

 

İşte… Değerli yorumlardan doğan yeni çıkarımlarım alıntılamalarıyla aşağıda…

 

  1. Varoluşumuzun ardında yaşanmışlık kadar yaşanmamışlık da aynı ölçüde etken. Kurtul şu kaçırma hissinden, yaşamana bak!

 

…şairler veya yazarlar kendi varoluş hikayeleri ile üstü örtülü şekilde karşımızdalar… Ya yaşanmışlıklar ya da yaşanmamışlıklar… Benim anladığım bu. İster yaşanmışlıklardan kendine pay çıkar ister yaşanmamışlıkların pişmanlıkları ile debelen. Her insanın varoluş hikayesi kendine has. Kişi, şairin dediği gibi güvenlikli alanında yaşamaktan mutlu olur ve yaşadığını sanır veya kendi güvenlikli alanından çıkıp yeni deneyimler yaşar, sonuçta o da mutlu olduğunu sanır… Ancak her ikisinin ortak noktaları ikisi de yaşar; biri kendi yaşadığı deneyimlerin diğerinin de yaşamasını ve daha mutlu olacağı düşüncesiyle telkin eder, ancak gerçekte bu çok da etkili olmaz, çünkü her düşünce şekli kişiye has olup duygu tatminleri bireysel kalır.” – Rana

 

Yaşanmamışlık da bir yaşanma hali değil mi aslında?” – Pemi

 

  1. Olayları nasıl ele aldığımız, hangi ihtiyaçlarımızı veya yoksunluğumuzu giderme çabasında olduğumuza bağlı. Çünkü “Olayları değiştiremiyoruz. Tek müdahale edebileceğimiz olaylara bakış açımız.” – Pemi

 

“Sonuçta yaşama içgüdüsünü her ne kadar duygular yönetse de aslında ayakta kalmak, kişinin varoluşu maddi ihtiyaçların tatmini ile güçleniyor. O halde kişi şairin dediğine göre duygusal ihtiyaçlarını karşılamadığı sürece yavaş yavaş ölüyor, ancak diğer taraftan maddi ihtiyaçlar karşılanmadığı sürece de duygusal yıkımlarla daha da hızlı ölüyor…” – Rana

 

  1. Her bireyin ihtiyacı ve tatmin olma seviyesi değişkenlik gösterir, ancak belirleyici olan olumlu, açık ve kabullenici bir bakış açısı.

 

Yaşanmamışlıkları yaşayınca keşke herkes mutlu olabilse… Yine de şair konuyu pozitif düşünceyle irdelemiş, her zaman pozitif düşüncenin yanında olmuşumdur… Hayatta varoluşun tek gerçeği pozitif akıl ve ruh.” – Rana

 

  1. Algısal olarak, hiçbir zaman Goldilocks Etkisini* yakalayamayız. Daima tenkit edeceğimiz, söyleneceğimiz, değiştirmek isteyeceğimiz ve bizi mutsuz kılacak şeyler olacak. Diğer yandan, Budizm ve Uzak Doğu felsefeleri her şeyin olması gerektiği gibi ve ölçüde olduğunu savunur. Hayat ve yaşam serüveni ikisinin arasında bir şey mi acaba?

 

Kişi her zaman çok erken ya da çok geç ölür ve yine de hayat oradadır, bitmiştir. Çizgi çizilir ve hepsinin toplanması gerekir. Sen hayatından başka bir şey değilsin der Jean-Paul Sartre. Dolayısı ile konfor alanlarımızı zorlamak ve dışına çıkmak var olmanın dayanılmaz hafifliğini hissedebilmek yaşamın özü diye düşünüyorum… Goldilocks ve Üç Ayı hikayesinde olduğu Just the right size, taste vs. gibi. Bunu yakalayabilmek iste varoluşun özü. Ve bundan memnun olabilmek.” – Begüm

 

  1. Yaşanmışlıklar (veya yaşanmamışlıklarla) beraber yaş aldıkça, felsefe altyapısına sahip olmasak dahi felsefi düşünceler ve çıkarımlar yapacak mertebeye geliyoruz. Tek elzem olan, deneyimlerimiz üzerine düşünce üretmek, ürettiklerimizi paylaşmak ve yenilerine kendimizi açmak.

 

Ben felsefeden hiç anlamam ama insan kendi ruhu ile barışık dünyanın neresinde olursa olsun iki kahkaha atabiliyorsa en büyük zenginliğe sahip gerisi boş.” – Yasemin

 

  1. Bizi etkileyen ve aklımızda kaldığını düşündüğümüz anlar, başkalarının bize yaptığı veya söylediklerinden çok bizi nasıl hissettirdikleriyle ve bizde bıraktıkları hislerle ilgilidir. Yani, kalıcı etki bırakan sanatçının kendi değil, hatta sanatı da değil; sanatının bizde yarattığı duygulardır ve bu kişiden kişiye değişir.

 

Yazının içindeki soruyu hala düşünüyorum… Bir sanat eserine bakarken ya da onu okurken aklımda kalan bana hissettirdiği yeni tanıştığım duygular ve zihnimi farklı açılardan zorlaması oluyor. Yani benim dünyamda sanırım “yaratıcıdan” çok “yaratılan olgu” geriye kalıyor. Bu tabi ki “sanat” söz konusu olduğunda. (Ben de şiir Neruda’nın sanıyordum, yazınızdan sonra aslında bir kadına ait ve onun hayatta olduğunu öğrenmek beni çok mutlu etti, kendisini diğer yazıları için takibe aldım.” – Senem

 

  1. Sanatçının sanatının önüne geçmesi kişinin temel ihtiyaçlarına, kişisel güdülerine, toplumsal akımlara ayak uydurma gereksinimine ve en önemlisi maddi kaygılarına bağlı. Son dönemde birçok isim olmuş kişinin imajını ve mertebesini korumaya odaklanarak çalışması özünden, özgün motivasyonundan ve başlangıç noktasından kopmasına, sanatı için değil de kendisi için çalışmasına ve bunun sonucunda yarattığı sanatın kalitesinde değişkenlik göstermesine sebep olabiliyor. İcraatlarıyla değil de şahsıyla isim yapan ve etki bırakanlar “sanat sanat için” olgusundan çok “sanat sanatçı için” algısını yaratıyor.

 

Bazı eserler daha çok sanatçısını tanıdığınız zaman ya da çabasını, sanat yolculuğunu bildiğiniz zaman anlam kazanabiliyor sanırım. Picasso’nun bazı resimleri var bana göre, Picasso’nun yaptığını bilmesem yüzüne bakmam. Sanat sanat içindir ya da Sanat toplum içindir tartışmasında sanatı sadece sanat için yapan ve anlaşılma ya da mesaj derdi gütmeyen eserlerin hepimiz tarafından beğenilip, sanatçısının önüne geçmesi daha zor sanki. Ama bu şiir gibi eserler zaten çok çarpıcı, net ve akılda kalır olduğu için sanatçısının önüne çok rahat geçebiliyor. Eğer yazan yazarın maddi sıkıntısı yoksa bence bir sıkıntı da yok. Sonuçta duygusal nedenlerle yapılsa da sanatçıların da paraya ihtiyaçları var. Ben şair olsam, dünyada herkes şiirimi bilse ama benim yine de karnım açsa, bir içim burkulur yani.” – Sevkan

 

Bir kişi yarattığının önüne geçiyorsa bir daha aynı güzellikte yaratabilmesine de engel oluşturuyor demektir, okurken bu şekilde düşündüm. İnsanlar geçici ama yaratılanlar kalıcıdır. Aristoteles bir kişi ancak bu hayata kattıkları hiç kimse tarafından hatırlanmadığı gün ölür demiş, yani devinimi anlatmış.” – Ela

 

  1. Aşırı çabalar ve ihtiraslar olmadan, insan kendi halinde yaşayabilse, oldukça mutlu olabilir. Belki de Goldilocks etkisini ve getirdiği doygunluk hissini baltalayan en büyük etken, kıyaslama ve diğerleri ne yapıyorsa arkada kalmama güdüsü. Kişi kendini kendiyle, yani dünkü haliyle kıyaslamaya başladığında ancak huzurla yaşar ve ölür. Afrika Atasözünün dediği gibi, “Her sabah bir ceylan ve bir aslan uyanır, bir önceki günden daha hızlı koşma çabasıyla…”

 

Acaba ben şiiri yanlış mı anladım? Bir köyde yasayıp, hiç seyahat etmeden hayatını geçiren, zaten herkesi tanıdığı için başka yeni kişi ile tanışmasına da gerek olmayan, sadece tarlada ve evde çalışan kişi nasıl ölüyor? Bence arada kibir olmasın yeter, kalp kalbe değsin yasam öyle güzel ki…” – Anonim

 

Bu seferlik benden bu kadar.

Sevgiler.

16 Mayıs 2022

 

*Goldilocks Etkisi: Evreni bir araya getiren elementlerin ne az ne de çok, ama tam yeterli oranda bir araya gelip bizim bildiğimiz evreni daha yaşanabilir bir dünyayı meydana getirmesine denir. https://en.wikipedia.org/wiki/Goldilocks_principle

 

Varoluş Özden Önce Gelir!

Yavaş Ölüm

Yavaşça ölmeye başlarsın;

Seyahat etmediğinde,

Okumadığında,

Yaşamın seslerini dinlemediğinde,

Kendine değer vermediğinde.

Yavaşça ölmeye başlarsın;

Öz-saygını öldürdüğünde,

Sana yardım etmelerine izin vermediğinde.

Yavaşça ölmeye başlarsın;

Alışkanlıklarının kölesi olduğunda,

Her gün aynı yoldan yürüdüğünde,

Rutinini değiştirmediğinde,

Farklı renkler giymediğinde,

Veya tanımadıklarınla konuşmadığında.

Yavaşça ölmeye başlarsın;

Tutkunu yaşamaktan kaçındığında,

Ve onun çalkantılı duygularından kaçtığında,

Ki onlardır gözlerini ışıldatan

Ve kalbini hızla attıran.

Yavaşça ölmeye başlarsın;

Belirsizliğin karşısında güvenceyi riske atmadığında,

Rüyalarının peşinden gitmediğinde,

Bir kerecik de olsa yaşamında

Mantıklı tavsiyelerden kaçmaya

Kendine izin vermediğinde.

 

Geçenlerde bu şiir çıktı karşıma, İngilizcesi. Birbirine tezat iki kavram -yaşam ve ölüm- bu kadar mı güzel ele alınabilir. Şair konuyu öyle güzel betimlemiş ki, her okuyan kendine farklı mesaj alabilir. Yani, hayata hangi gözlükle (inanç ve tutumla) bakıyorsan öyle okuyorsun mısraları; yaşamın hakkını vererek yaşayan ile ölümü düşünüp ondan ölesiye korkarak kendine cehennem ıstırabı çektiren başka mesaj alıyor diye düşünüyorum. Bana mesela, bu satırlar şunları söylüyor: Evet, sonunun ne zaman geleceğini bilmeden yaşıyorsun ve evet, belki de bu yaşam denilen yolda yavaş yavaş ölüme yaklaşıyorsun; ama şu gerçek ki, tutkunu, anlamını, varlık amacını keşfetmiş ve her gününde onları hayata geçirdiğin kadar yaşıyorsun! Bana şu meşhur lafı hatırlatıyor… bir kere ölürsün, ama her gün yaşarsın (you die once, you live everyday). Onun için de seyahat et, oku, alışkanlıklarını rutinlerini değiştir, farklı renkler giy, yabancılarla sohbet et, duygularınla haşır-neşir ol, konfor alanından çık ve risk al, mantığını kenara bırakıp yüreğinin yönünde git diyor!

 

Şiirin işlediği tema ve verdiği mesajdan bağımsız olarak, bu şiir yıllardır sorguladığım bir olguya açıklık getirmeme ışık tuttu diyebilirim. Şöyle izah edeyim… 2000 yılında yayınlanan A Morte Devagar* (Yavaş Ölüm) metninden uyarlanmış, hatta iki versiyonuyla karşılaşabileceğiniz (You Start Dying Slowly ve Dies Slowly (Muere Lentamente**) bu şiir birçok kaynakta Nobel Edebiyat ödüllü ünlü Şilili şair Pablo Neruda’ya ait görülüyor. Oysa gerçekte Neruda’ya değil, Brezilyalı yazar Martha Medeiros’a ait. Konuyu araştıran Neruda uzmanları şiirin Neruda’ya ait olmadığı görüşünü belirtirken, Pablo Neruda Vakfı’nın kendisi de Martha Medeiros’a ait olduğunu teyit etmiş.

 

Bu olaydan yola çıkarak sorguladığım olgu şu: bu derin ve anlamlı şiirin başına gelen ve sanat ile sanatçının önem önceliği. Bunu da iki bakış açıyla yapıyorum; şairin (1) fikri mülkiyet hakları (intellectual property rights) ve (2) varoluşçu felsefesine dayalı olarak şairin var oluşu. Mülkiyet hakları, kişinin endüstriyel, bilimsel, edebi veya sanatsal yaratımının sonucunda haklarını koruyan yasal düzenlemelerdir. Benim ortaya attığım bilimsel bir önermenin başka bir akademisyen tarafından sahiplenmesine karşı koruyan düzenleme gibi. Varoluşçuluksa, “Var oluş özden önce gelir” önermesiyle merkezlenmiş, insanın kendi değerlerini kendisinin oluşturduğunu, hayatını ve geleceğini kendisinin inşa edeceğini ve hareketleriyle (yaptıklarıyla) var olduğunu savunan felsefe akımıdır. Buna göre, bir akademisyen olarak benim varoluşum önermelerimle mümkündür ve önermelerim kendimden önce gelir. Sonuçta biri önermemin isim hakkını şahsıma tescillerken, diğeriyse yaptıklarım aracılığıyla varoluşumu garantiler.

 

Asıl mesele, hangisinin ilk planda olduğu. Farkındayım, yumurta ile tavuk gibi, birinin diğerini beslediği ve ayırması güç iki kavram… Sezar’ın hakkı Sezar’a! Şiirin hakkını şairine vermenin önemini tartışmayacağım. Ancak, son 10-15 yıldır değer ve düşünce sistemimde sorguladığım bir konuya direk dokunuyor. İçtenlikle fikrinizi soruyorum… Sizin için hangisi ön plandadır; bir olgunun yaratıcısı mı, yoksa onun yarattığı mı? Hangisi hayatınızda ve hafızanızda kalıcı etki bırakıyor, icadın kendi mi, mucit mi? Ön planda olması gereken ve etki yaratan şairin kim olduğu mu, yoksa şiirin kendi mi, yarattığı derinlik ve anlam mı? Bu yaratan ile yaratılan başkası değil de kendiniz olduğunuzda öncelik acaba nasıl oluyor, aynı mı yoksa değişiklik gösteriyor mu? Yarattığınızı sahiplenmek, paylaşılması ve yayılması bakımdan, sizde nasıl bir etki bırakıyor?

 

Yıllardır bu ikilime cevap arıyorum; çevremdekilerle sohbet ederek onların duygu, düşünce ve davranışlarını kendime aynalıyorum. Sorgulama devam ediyor; henüz yargıya varmış değilim! Ancak, her (taraflı) bilim insanı gibi, kendi düşüncemi haklı çıkarma eğiliminden olsa gerek, duruşumu destekleyici örneklerle karşılaşıyorum. Bu şiir de onlardan biri; bir kişiye ait olsa da iki şaire mal olmuş, sahibinin ötesine geçmiş; anlamı, verdiği mesajları ve etkisiyle ön plana oturmuş gibi görünüyor. Benim çıkarımım bu yönde. Ya sizin?

Barcelona’dan sevgiler.

02 Mayıs 2022

 

*A Morte Devagar: http://niilismo.net/reflexoes/a_morte_devagar.php

**Muere Lentamente: https://www.malumatfurus.org/yavas-yavas-olurler-siiri/

 

 

Şaka Gibi Bir 1 Nisan!!!

Bu satırları 2 Nisan sabahı yazıyorum… Kayak yarışı için Espot’tayız… Bahar geldi… (demek istiyorum)… Çünkü Nisan demek bahar demek… Çoğu arkadaşım sosyal medyada fotoğraflarla “bahar geldi” mesajları paylaşırken ben, baharın bizim için henüz çok uzakta olduğunu, kar kış kıyametin içinde olduğumuzu paylaştım dün gece. Kuvvetli rüzgarla birlikte ağır bir tipiyle karşı karşıyayız; sıcaklık eksi 9 derece… Kötü hava şartları dolaysıyla yarış iptal. Ne baharı! Tam bir 1 Nisan şakası! 1 Nisan deyince akla matrak hikayeler, şakalar ve sonunda patlak veren kahkahalar gelir. Son dönemde “Şaka gibi!!!” diyeceğimiz çok üzücü olayların yanında, şaşırtıcı nitelikte güzel olaylar da çıkıyor karşımıza. Ehhh… hayat işte, nasıl alırsan… Acı/tatlı sürprizlerle dolu… “Geleni nasıl alırsan öyle yaşarsın” diyorum. Çünkü tatsız şakalar bazen mucizevi şekilde tersine de işleyebiliyor…

 

Dün,1 Nisan Cuma’ydı. Sanki 13ncü Cuma! Barcelona’da hava günlük güneşlik, hafif rüzgâr ve biraz serin, ama süper bir bahar havası vardı. Arabayı yükledik, kayaklar tepede, yola koyulduk… Üçümüzde de tatlı bir huzur ve tebessüm… Sezonun son yarışı ve sonrasında kar havasına adios diyeceğiz, sıcak denizlere fora edeceğiz… Bir yandan aklımı kurcalayan bir düşünce… 1 Nisan gelmiş ama ben yapacak şaka bulamamışım! “Boş geçecek bu sene” diyorum kendime; bir yandan da akışa bırakmış, elbet fırsat çıkar diye geçiriyorum içimden. Evren sağ olsun, benden önce davranıp günü boş geçirmiyor ve sürprizini patlatıyor! Üç buçuk saatlik yolumuzun yarısındayken, otoyoldan çıkmamıza 5 dakika kala, akıllı Mini’miz uyarı veriyor: sağ arka lastikte hava kaçağı! Haydaaaa… ne gereksiz durum! En yakın benzinci nerde diye bakıyoruz, 7-8 kilometre ötede, yolumuzun üstü olan Agramunt kasabasında bir tane buluyoruz. Benzinciye doğru devam ederken teker arabayı çekiyor… Durup bakıyoruz… Parlak değil. Lastik patlak! Şaka gibi!!!

 

Benzinciden vazgeçip lastik tamircisi aramaya başlıyoruz… Saat 17:00! Katalunya’nın çoğunluğu evine çekildiği Cuma akşamı açık servis bulmak mesele. Google Maps’e “taller de neumaticos” yazıyorum, onca kere önünden geçtiğimiz Rodi Motor’u veriyor bana. Arıyorum… Açık! Yaşasııın! Bozuk İspanyolcamla durumu anlatıyorum. Bizi bekliyor! Lastik yere yapışık vaziyette servise varıyoruz. Bizi karşılayan genç adam -ismi Marc- lastiğe bakıyor, “pek iyi görünmüyor” diyor. Koca bir tahta parçası delmiş, tıpa gibi içindeki havayı tutuyor. Marc “tamir ederim ama lastiğin alın kısmı aşındığı için riskli” diyor. Daha en az 150 km yolumuz, bir de dönüşümüz var!!! Naapcaaaz???? Klasik Türk kafasıyla “bize lastik satmaya çalışıyor” desek de, yapacak bir şey yok, cezamız neyse vereceğiz, yeter ki yolumuza sağlam devam edelim diyoruz. Asıl mesele, İspanya’nın bir köşesinde nev-i şahsına münhasır lastiğimize benzerini veya uyanı bulmak. Adeta tersine işleyen 1 Nisan şakası içindeyiz… Marc depodan bir yedek lastikle geliyor… Delik olan bagajda, kuruş almadan bizi yedek lastikle yolcu ediyor. Şaka gibi!!! “Marc,” diyorum, “senin göbek adın Angel (melek)…” Anlamıyor; ama biliyorum, evren şükran ve dualarımı işitiyor.

 

Yola devam ediyoruz. Kaybettiğimiz 40 dakikayı kapama çabasıyla yol alıyoruz. Doğa harikası yollardan geçiyoruz. Elimde telefon dağları kayaları yeşilleri kaydediyorum… Birden aniden yavaşlıyoruz… Polis! Hız sınırını aşmışız, ceza yiyoruz… Bir 40 dakika daha kaybediyoruz. Şaka gibi!!! İşimiz bitmiş, tam yola çıkacağız, telefon çalıyor… Kayak kulübünden Katalan arkadaşlarımız Judit ve Carles. Onlar da Espot yolcusu. Tek tük arabanın geçtiği, Allah’ın unuttuğu bu noktada bizi polisle debelenirken görüyorlar ve arıyorlar… “Ne oldu, her şey yolunda mı?” diyorlar… Parliament mavisi Mini’mizi ta uzaklardan gören herkes “a-ha bunlar Büyükbaylar” diyebilir… 🙂 “Her şey yolunda, ceza yedik” diyorum… Sonra da kocama dönüp “Şaka gibi!!! Evren Marc’a olan borcumuzu tahsil etti” diyorum… Ve yolumuza “iki olayla kapatsak günü” diyerek devam ediyoruz…

 

Yolun devamı vukuatsız geçti… Tünellerin, dağların vadilerin arasından şahane manzaraların içinden geçerek, bir saat gecikmeyle vardık. (Küçük hesaplama yapınca yine hız yaptığımız apaçık ortada!!!) Günü efsanevi sürprizle kapattık… Baharın bu ilk gününde, doğayı tomurcuklanmış ağaçlarıyla beklerken, kar örtüsüyle uykuda bulduk. Bize yeni yıl havası hissettiren, içimizi kıpır kıpır ettiren, aşkı ve romantizmi uyandıran bir kar havasıyla günü kapattık. Bugüne de yarış iptal haberiyle başladık. İşte benim küçük dünyamda 1 Nisan günü böylesi tersine işleyen ve Şaka gibi!!! dediğim sürprizlerle cereyan etti.

 

Sürpriz deyince çoğunlukla akla tatlı hoş ve mutluluk uyandıran olaylar gelir… Halbuki sürpriz, iyisiyle ve kötüsüyle belirsizliğin yavrusudur. Seminerlerimde VUCA* döneminde yaşama ve hayatta kalmanın püf noktaları konusunda daima vurguladığım önemli bir noktadır bu. Belirsizlik bir durumdur, bir süreçtir; sürprizse bir sonuçtur. Algısal olarak sürprizlere açığızdır, oysa belirsizliklere sıkı sıkıya kapalı. Çünkü biri neşe, mutluluk ve tatlı tebessüm yaratırken, diğeri isteğimiz dışında sonuçlar doğuracağına dair huzursuzluk, korku ve endişe getirir. O yüzden “hayatında hiçbir sürpriz şaşırtmasın seni” diye temennide bulunuruz. Sürpriz, adı üstüne şaşırtan, hazırlıksız yakalayan, aniden çıkagelen bir olgudan başka şey değildir.

 

Bu denklemin içinde bir de mucizeler vardır, ki tesadüf gibi görünür ama bence değildir. Onlar sürprizin can kardeşidir. Hiç beklemediğimiz anda lastiğimizin patlaması beklenmedik (aksi) sürprizdir! İnik lastikle belirsizlik içinde yol alırken o saatte açık servis bulmamız ayrı beklenmedik (şaşırtıcı) sürprizdir! Marc Angel’in deposunda uygun yedek lastik bulması ve bizi belirsizlikten kurtarmasıysa beklenmedik ama arzuladığımız mucizevi sürprizdir! Günün her anı beklenmedik mucizevi sürprizlerle karşı karşıyayız, ama birçoğunun farkında değiliz. Bakmayı bilsek, kalbimizi olasılıklara açabilsek ve mucizevi sürprizlerin bizi beklediğine inansak belki başımıza gelenleri Şaka gibi!!! değil de mucizevi sürprizler olarak alacağız.

 

Ve… Bu satırları tuşlarken, yaşamlarında büyük sıkıntı çeken tüm canları, zorunlu göçmenleri, savaş mültecilerini, açlık ve yoksulluk çekenleri, şiddete maruz kalan kadınları düşünüyorum… Ve diliyorum; karşılarına tersine işleyen şakalar, mucizevi sürprizler ve melek insanlar çıkarsın hayat…

 

Espot’tan sevgiler…

2 Nisan 2022

 

*VUCA= Volatility (değişkenlik), Uncertainty (belirsizlik), Complexity (karmaşıklık), Ambiguity (muğlaklık)

 

Savaşma! Sev!

Yine sözün bittiği noktaya geldik!

Tarih tekerrür ediyor…

Aynı oyun, aynı acılar, aynı kayıplar… devam ediyor.

Aynı sınavdan tekrar tekrar geçerek, acı çekerek, çektirerek…

Daha nereye kadar?

Dersimizi alana kadar!

 

Kuşlar gibi uçmasını, balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama kardeşçe yaşamayı öğrenemedik.

  • Martin Luther King.

 

Şu bir ömürlük dünyada, kaç yüzyıl daha geçmeli?

Ne kadar daha yaşamalı, aynı tarihi?

Kardeşçe yaşamayı becereceğiz mi?

Ne zaman?

 

Sevmeyi öğrendiğimiz zaman!

Doğayı ve tüm canlıları sevdiğimiz zaman!

Gerçek ve saf sevgiyi tanıdığımız zaman!

Koşulsuz ve içten sevdiğimiz zaman!

Salt sevdiklerimizi değil, gıcık olduklarımızı da tahammül edemediklerimizi de sevdiğimiz zaman!

Rakip veya düşman gördüklerimizi de sevdiğimiz zaman!

Başkasını “ama ile” değil, “her şeye rağmen” de değil, asıl “her şeyle beraber” sevdiğimiz zaman!

Sevginin iyileştirici, birleştirici ve şifa ile bütünleştirici etkisine inandığımız zaman!

Sevginin en büyük anlaşmazlıkları bile çözebileceğine inandığımız zaman!

Sevgiyi, kendimize saklamak yerine paylaşmaya başladığımız ve sevgi bolluğu yarattığımız zaman!

Kardeşçe yaşamayı becerebileceğiz…

 

İnsan savaşın ne olduğunu ancak bittiği zaman anlar.”

  • Henry Noel Brailsford

 

Savaş, yüzyıllardır yer yüzünde son bulmamışsa eğer, ne olduğunu halen anlamamışız demektir.

Gelin, savaşı anlamak yerine, sevgiyi anlayalım!

 

Barcelona’dan sevgiler…

9 Mart 2022

Eğitim Dükkanı

“Sen kimsin?” diye sorduklarında herkesin listeleyeceği türlü sosyal kimlikler vardır. Farklı sıralama içinde olsalar da içerikleri bakımından benzeşirler. Bana sorulduğunda, ilk sırada bir dünya vatandaşı, kadın, eş, anne, evlat derim. Ama kendimi tanımladığım ve beni ben yapan en baskın kimliğim “eğitimci” olmaktır; beraberinde mentör, koç, danışman, rehber, yol gösteren, dinleyen, aynalayan ve karşımdaki için “var olan” gibi roller de gelir. Hangisi olursa olsun, ilkeli ve idealist bir yanım vardır ki, yüreğime ve aklıma yatmayanı kabul etmem. Ondandır, sektörde insanlar ilerleyip yükselirken ben, yerimde sayma pahasına, bana doğru geleni seçtim, uyguladım. Çünkü tartarım, verdiğim emekle yarattığım sonuç arasındaki ilişkiye bakarım; kendim ve bütünün hayrına yarattığım etki veya katma değer arasındaki dengeyi ararım. Biri diğerinden ağır basıyorsa denge bozulmuştur demektir. Zira, kefenin iki tarafı da dengede olduğunda ancak iki taraf da hakkıyla yerini bulacak, doyuma ulaşacak. Bu yazımın hikayesi de eğitim!

 

Bir eğitimci olarak amacım öğrenmek isteyen bireylere bildiklerimi öğretmek; kişiye has öğrenme yöntemlerini keşfettirmek ve öğretmek; ihtiyaçlarını tespit etmelerinde ve bilgiye erişimlerinde kolaylaştırıcı olmak; kendi iç ve dış kaynaklarının farkına varıp yaşam yollarını tayin etmelerine destek vermek. Özetle, yaşam yolculuğunda onları güçlendirmek, hayatlarını ve yollarını idame ettirebilen, kendine ve başkalarına liderlik edebilen bireyler yetiştirmektir amacım. En büyük doyum kaynağım, yarattığım etkiyi ve katma değeri görmek. Yıllar sonra öğrencilerimle karşılaştığımda, vardıkları mertebelere geliş hikayelerini ve bunun bir parçası olduğumu bilmek eşsiz bir mutluluk! Ormancılık gibi, yüzlerce fidan dikip onları düzenli sulayıp yıllar sonra ormana dönüşerek yetişen nesillerin parçası olmak.

 

Dile kolay! Ama emek istiyor! Bir zamanların eğitimci-öğrenci ilişkilerinden tutun, eğitim kurumlarının misyon ve vizyonuna kadar çok şey değişti. Eski köye yeni adet geldi… Eğitim anlayışı pedagojik ve gelişimsel temellerden işletme ve yönetimsel emellere kaymış; amaç ile araç yer değiştirmiş, ama alan memnun, satan memnun. Her ürünün alıcısı olduğu dükkânlar gibi, “eğitim dükkânları” oluşmuş. Mesela, Barcelona’da Business School (İşletme Yüksekokulu) statüsünde lisans ve yüksek lisans programları sunan bazı kurumlar doktora seviyesinde İşletme Yönetimi Doktora (DBA-Doctor of Business Administration) programı başlattılar. Çok da iyi yaptılar. Herkes PhD yapacak değil ya. DBA, akademik ve araştırma odaklı PhD (Doctor of Philosophy) programından farklı olarak, işletme ve yönetim alanında teorik bilgiye ve onun iş dünyasına uyarlanışına odaklanan bir profesyonel uzmanlık programıdır. Öyle ki, yüksek eğitim seviyesinin en üst basamağında en derin uzmanlaşma aşamasıdır. Katılımcı, alanının piri olma yolundadır ve bu süreçten geçerken ondan “en üst seviye” ciddiyet ve adanmışlık beklenir. Doktora seviyesinde uzmanlaşma böyle bir serüvendir.

 

Doktora adayının bağlılığı kadar program yürütücüsünden (enstitü), dersi yürüten hocalara ve eğitim yöntemine kadar “en üst seviye” yapılanma beklenir. Yani, sunulan programın zenginliği kadar uygulama yöntemi de büyük önem taşır. İdeali, bu seviyede derslerin yüz yüze olması; ancak ırak diyardakilerin erişimini düşününce uzaktan eğitim yöntemi bulunmaz nimet; ki onun da iki çeşidi var: senkron (online) ve asenkron (offline). Birinde kişi Zoom, Google Meets veya Microsoft Teams üzerinden bağlanarak sanal bir sınıf ortamında öğrenme grubuna dahil oluyor ve interaktif katılıyorken (senkron), diğerindeyse dersi dilediği zamanda yerde video kaydından izleyerek takip ediyor (asenkron). Asenkron, bir sertifika programında ideal olabilir, ama üst seviye uzmanlaşmayı hedefleyen bir programı taşıyamaz. Asenkron kurgusuyla tasarlanmış doktora seviyesinde bir programın geçerliği, güvenirliği ve etkisi düşündürtür.

 

Anlayacağınız üzere, beni düşündürten bir durum oldu. Bahsettiğim asenkron kurgusunda bir programın parçası olma teklifi aldım. 16 haftalık bir liderlik DBA ders programında ders içeriğini hazırlayacak, profesyonel stüdyoda video kaydını yapacak ve öğrencilere kurumun portali üzerinden sunacaktım. Dersi tasarlamanın ve inşa etmenin cazibesi büyüktü, hatta stüdyoda kayıt fikri ayrı çekici gelmişti. Sonra, “Katılımcılar 16 hafta boyunca derslerimi takip edecekler, yüzümü sesimi görecekler, bense onların hiçbiriyle etkileşemeyeceğim, tek tek bireysel ihtiyaç veya sorularına hitap edemeyeceğim. Nerde alış-veriş, hani etkileşim, nasıl bir karşılıklı öğrenme ve gelişme yöntemi bu?” diyerek sorguladım. Emek ve çabamın yaratacağı sonucu düşündüm… Tüm pırıltısı puff diye söndü. Programı tamamlayacak olan bu kişiler, alanında uzman bilirkişi unvanını taşıyacaklar, ama tek tip profile göre tasarlanmış içerik ve kurgunun bir ürünü olacaklar! Bilgi becerilerini programın sunduğu çerçeve içinde kısıtlanarak inşa edecekler, bireysel deneyim ve hikayelerini gelişim sürecine katamayacaklar…

 

Aklıma yatmadı! Bu bana uymaz dedim ve teklifi reddettim! Sistemi eleştirmiyorum, itiraz da etmiyorum. Ama, parçası olmayı reddediyorum. Çünkü bir eğitimci olarak eğitim uygulamalarını sorguluyorum ve bu kurgunun içinde oynayacağım rolü tartıyorum. “Her şeyin başı eğitim” madem, hakkını vererek, işlerliğine katkı sağlayarak ve alıcıya en yerinde, derin ve faydalı şekilde ulaşmasını hedefleyerek parçası olmayı seçiyorum. Zira, günümüz eğitim çıktılarına baktığımda, üniversite mezunları iş bulamıyor, bir yandan da erişimi ve edinimi kolaylaşan diploma dereceleriyle eğitim enflasyonu yaşanıyor. Maalesef, yeterince emek ve ter dökmeden, dükkândan satın alır gibi, statü ve unvan edinilebiliyor bugün. Oysa, eğitim, yetkinlik ve beceri kolay edinilmiyor. Unvan da öyle olmalı! Aksi taktirde, toplumda Dunning-Kruger* sendromu enflasyonunun yaşanması kaçınılmaz olur!

 

Barcelona’dan sevgiler…

23 Şubat 2022

 

*Dunning-Kruger Sendromu, David Dunning ve Justin Kruger adlı iki ABD‘li psikiyatri uzmanı, 10 yıl kadar önce bir teori ortaya attı ve bunun üzerine bir araştırma başlatıldı.

Cehalet, gerçek bilginin aksine, bireyin kendine olan güvenini artırır.” teorisini temel alarak fizyolojik ve zihinsel alanda çeşitli uygulamalar sonucunda şu bulgulara ulaşıldı:

  • Niteliksiz insanlar ne ölçüde niteliksiz olduklarını fark edemezler.
  • Niteliksiz insanlar, niteliklerini abartma eğilimindedir.
  • Niteliksiz insanlar, gerçekten nitelikli insanların niteliklerini görüp anlamaktan da acizdirler.
  • Eğer nitelikleri, belli bir eğitimle artırılırsa, aynı niteliksiz insanlar, niteliksizliklerinin farkına varmaya başlarlar.

Devamını https://eksisozluk.com/dunning-kruger-sendromu–4819508 linkten okuyabilirsiniz.

Genç Yaşayarak Yaşlanmanın Anahtarı

5 yıl önce doğum gününü kutladığımda, babam “hayattan gün çalıyorum” demişti. Ne demek istiyorsun diye sorduğumda, “Ehh kızım, artık bu yaşımızda yaşadığımız her güne şükrediyoruz, kalan günlerimizi yaşıyoruz” diye yanıtlamıştı. Bugün 85 yaşında ve daha çooook günü olduğunu düşünsem de hayat bu, ne olacağı bilinmez! O nedenle, yaşayacak günümüz varken, şu gizemli hayatın vadettiği hiçbir şeyi ertelemeye gelmez diyorum!

 

Dünya Sağlık Örgütüne göre çoğu gelişmiş ülkeler için 60 yaş ve üzeri bireyler yaşlı olarak nitelendiriliyor; ancak az gelişmiş ülkeler için yaşlılık 50 yaşından başladığı öne sürülüyor. Dünya Ekonomik Forumu yaşlılığı oldukça ilginç bir perspektiften bakarak tanımlamış ve “gelecekteki” veya “muhtemel” (prospective) yaşa göre ölçümlemiş. Yani, bir kişi için “yaşlı” nitelendirmesini 65 yaş ve üzeri olmasına göre değil de yaşayacağı ortalama kalan süresine bağlıyor, ve kişinin ortalama 15 yıl süresi kalmasını esas alıyor. Yaşlılığı çeşitli şekilde tanımlayan araştırmalar var. Bana en dikkat çekici gelen öznel (sübjektif) perspektiflere göre değişkenlik gösterenler -kişinin yaşam beklentisine, kendi sübjektif değerlendirmesine veya onu değerlendirenin yaşına göre yaşlılığı saptamaları ilginç. Çünkü, biyolojik yaşımızdan bağımsız, sanki hissettiğimiz kadar, hayatı yaşadığımız kadar, hayallerimizin peşinden koştuğumuz -veya koşamayıp bıraktığımız- kadar genç veya yaşlıyız. Demem o ki, hayatı ele alışımızla, karşımıza çıkan durumlarda hayatta duruşumuzla veya genel olarak yaşam biçimimizle genç kalabiliyor; hatta daha da ileri giderek, biyolojik yaşımızı dondurabileceğimizi ve öleceğimiz güne kadar daima genç kalabileceğimizi iddia ediyorum. Biraz iddialı mı oldu?

 

Önce bu konuyu sorgulamaya nasıl geldiğimi paylaşayım. Bir ergen annesi olup yolun yarısı dedikleri 50 yaşımı geçmiş oluşum, annem ve babamın giderek yaşlanmakta olduğunu gözlemleyişim, biraz da sorgulamayı bırakmayan zihni sinir yapımın oluşu beni bu konulara daldırdı… Tabii ki yaşımı 50’ye sabitlemeye yeltenişim ve yukarıdaki iddiamı kendi hayatımda deneyleyişim de var… Fakat başlangıç noktası aşağıdaki “genç”, “yetişkin” ve “yaşlı” tiplemelerinin olduğu resimdir. Görsel çok doğru bir olguya değiniyor: gencin zamanı ve enerjisi var ama parası yok; yetişkinin enerjisi ve parası var ama zamanı yok; yaşlınınsa zamanı ve parası var ama enerjisi yok. Ne acı! Ne büyük haksızlık! Yani, Benjamin Button gibi yaşamayı savunmayacağım, ne de hem ekmeği yiyip hem de ekmek bütün kalsın zihniyetini… Ama bir orta yolu olmalı, diyorum. Zaman, enerji ve paranın bir arada, yani 3’ü-bir-arada olduğu bir dönem veya anlar olmalı, diyorum!

Yaşlılık merakımızın bittiği yerde başlıyor” demiş José Saramago. 2009 yılında, Amerika’da yaşlanmayı irdeleyen bir araştırmaya* katılan 18 ile 65+ yaş aralığındaki 2,969 yetişkin bireye “Yaşlılık ne zaman başlıyor?” diye sormuşlar. 85 yaşına geldiğinde (%79), bağımsız yaşayamadığında (%79), araba kullanamadığında (%66), 75 yaşına bastığında (%62), tanıdık isimleri sıklıkla unuttuğunda (%51), sağlığının azaldığını hissettiğinde (%47), basamakları çıkmakta zorlandığında (%45), mesanesini kontrol etmekte zorlandığında (%42), artık cinsel olarak aktif olmadığında (%33), 65 yaşına bastığında (%32), emekliye ayrıldığında (%23), torunları olduğunda (%15) ve beyaz saçı olduğunda (%13) yaşlılık başlıyor demişler.

 

İlginç tespitler! Benim dikkatimi çeken, Amerika’da emeklilik yaşının 67 olduğu bir gerçeklikte, yaşlılığı emekliliğe bağlayanların %10’unun 65 yaş ve üzerinde olması. Acaba bu kişiler, emeklilikle beraber sosyal ve mesleki alandan ihraç edilmeleriyle kendilerini atıl ve “yaşlı” sayıyor olabilirler mi?! En üretken dönemini yaşayan ve göreceli oranda parası olan %36’lık “yetişkin” kesim (%13’ü 50-64 yaş ve %23’ü 30-49 yaş) yaşlılığı emeklilikle bağdaştırıyor. Asıl çarpıcı bulgu, hayatının baharında, enerjisi ve vakti bol olan 18-29 yaşındaki “gençler” yaşlılığı emekliliğe bağlayan en büyük (%44) kesim. Şaşırtıcı! Hayatını doyasıya yaşamayı hedefleyen, iş-yaşam dengesi kavgası veren, parasız kalma pahasına tatmin olana kadar işini değiştiren bu delikanlı kesimin yaşlılığa atfettikleri ortalama yaşın 60 olması şaşırtıcı; dahası, emekliliği veya emekli yaşam biçimini kendine “yaşlılık” kadar “uzak” görmesi şaşırtıcı!

 

Öte yandan, 65+ yaşındakilere göre ortalama yaşlılık yaşı 74, 50-64 yaşındakiler için 72 ve 30-49 yaşındakiler içinse 69’muş. Asıl çarpıcı olay, benzer soruyu 17 yaşındaki kızıma sorduğumda aldığım yanıt. “Sence kaç yaşındaki kişiler yaşlı sayılır?” dedim; bana “Yaniii, yaş söyleyemem ama kimin kime bakarak değerlendiğiyle bağlantılı olarak söyleyebilirim. Bana göre sen ve babam yaşlı sayılırsınız; siz anneannem ve dedemi yaşlı olarak görüyorsunuzdur; ama bu arada 85 yaşındaki dedem beni genç görmesine rağmen, ben kendimi genç görmüyorum.” dedi.  Vaaay dedim içimden… perspektife bak! Haklı! Genç veya yaşlı tanımlaması çok göreceli bir kavram. Aynı araştırmaya göre, yaşımız ilerledikçe hissedilen yaş ile gerçek yaş arasındaki ara genişliyormuş. Mesela 50 yaş ve üzeri kişiler kendilerini en az 10 yaş, 65 ve üzeri yaşındakiler 15-20 yaş daha genç hissediyormuş. Sanki yaşlarını 50’lerinde dondurmuş veya sabitlemişler! Sizce de değil mi?

 

Özetle, tüm bu hikâyeden çıkarımlarım şöyle: Yaşam kalitemiz, dış görünüşümüz, düşünce yapımız ve hayat felsefemizden fiziksel yetkinliklerimize kadar birçok etken başkasını yaşlı görmemizde veya kendimizi yaşlı hissetmemizde belirleyici olabiliyor. Amaaa…

 

  • 90’larına kadar yaşayıp genç kalmak mümkün. Her şey kendi sübjektif perspektifimizde saklı.
  • Biyolojik yaşımızdan veya mesleki konumumuzdan bağımsız, kendimiz için genç veya yaşlı tanımlamamız nasıl hissettiğimiz ve nasıl yaşadığımıza bağlı.
  • Her sabah, yaşama yeniden uyanıyorsak, hayattaysak, sağlığımız göreceli olarak yerinde ve hareket edebiliyorsak, hakkını vererek, aklımızdan ve yüreğimizden geçen hiçbir şeyi ertelemeden yaşamalıyız!
  • “Yaşlanmaktan korkma, yaşlı düşünmekten kork” demiş biri…
  • “Bir defa yaşıyoruz” demiş biri. “Yanlış!” demiş diğeri, “Bir defa ölüyoruz, ama her gün yaşıyoruz!”
  • Hayatımızın her döneminde 3’ünü bir arada, yani enerji, zaman ve parayı bir arada yakalayamayabiliriz. Ama ister genç ister yetişkin ister yaşlı olalım, 3’ünü bir arada yakalayabileceğimiz ender anlar muhakkak vardır.
  • Hiçbir şeyini ertelemeye gelmez hayat! 3’ü-bir-arada’yı yakaladığımız anda “Cahillik yapmadan,” harekete geçmeliyiz. İşte genç yaşayarak yaşlanmanın anahtarı

Barcelona’dan Shirli

5 Şubat 2022

 

*Growing Old in America: Expectations vs. Reality, Pew Research Center

https://www.pewresearch.org/social-trends/2009/06/29/growing-old-in-america-expectations-vs-reality/

 

 

#NoVacYoCovid

Zincirlikuyu Mezarlığı kapısında “Her canlı bir gün ölümü tadacak” yazar. Doğrudur! Benden de bir ilave… “Her canlı bir gün Covid pozitif olacak” diyorum. İki seneyi devirdik; Covid epidemiden pandemi statüsüne geçti, binlerce insanı entübe edip ölümün köşesinden döndürdü, yüzlerce insanı sosyal yaşantısından etti, malından etti, mantıksal düşünme becerisinden etti; dahası canından etti, canından! Hepimiz ne yaptık? Evlere kapandık, birbirimize yaklaşmadık, temizlik manyağına dönüştük ve sonunda maske, aşı ve sosyal mesafe ile kendimizi korumak için her yola başvurduk… Kaç dalga gördük, kaç varyant saydık… Birçoğunda uzaklarda birilerinin etkilendiği haberini duyarak atlattık. Süper dikkat ediyor olmaktan mıdır, bilmediğimiz koruma kalkanlarımızdan mıdır, aşı veya antikorlarımızdan mıdır, bilinmez; bir şekilde şu güne kadar korunmayı başardık. Ama ne ilginçtir ki, 2022 yılına girerken, son dalga maşallah Tsunami gibi çevremde nerdeyse herkesi kırdı geçirdi. Son dalga bizim eve de geldi… İşte, tüm saçmalıklarıyla, hikayeden geri kalmayasınız diye şuracıkta anlatıvereyim…

 

Valla neresinden başlasam, bilemedim. Semptomlarımın yüzde bin pozitif göstermesine rağmen evde yapılan hızlı testlerin üst üste negatif çıkmasına mı, sağlık ocağının uyguladığı antijen sonucuna göre “negatifsiniz” demesine mi, 39,5 ateşi görmüş halimle “negatif olmam mümkün değil, PCR testi yapsak?” söylemim üzerine PCR yapılmasına mı, o da negatif çıkarsa viral değil de mikrobiyal bir durum olmasına karşın boğazıma baktırmayı -hatta ciğerlerimi dinlettirmeyi- akıl etmeme mi, yoksa Covid’in sağlık hizmet sistemini ele geçirip başka hiçbir olasılığı göz önüne getirtmemesine mi değinsem ilk… Şaka gibi! Dahası, son 10 gün içinde yaptığımız antijen test sayısının haddi hesabı yok. Tane başına saydığımız Avro’ları söylemiyorum bile. Oynak, yanar dönerli olmasa bu meret “canı sağ olsun, varsın olsun” diyeceğim de, verdiği sonuç kuşku verici olunca, hepten kurulu sisteme sövüp sayasım geliyor.

 

Hikâye 9 Ocak Pazar günü Barcelona’ya dönüşümle başladı. İstanbul’u saran Covid dalgasına rağmen, şahane ötesi keyifli geçirdiğim 20 günlük seyahatimden eve ağzım kulaklarımda döndüm. İstanbul’da girmediğim (açık havada) delik, bir iki kişi haricinde (sarılmadan öpmeden) görmediğim dostum ve tadına varmadığım lezzet nerdeyse kalmadı. Aynı gün kızımla kocam Andorra’dan döndüler. Eve girer girmez, ilk işimiz topluca antijen testi yapmak ve negatif olduğumuzdan emin olmak oldu. Okuldan gelen “tatil dönüşü negatif olma şartını” kendimize uygulamış olduk bir nevi. Güle oynaya testleri yaptık, sonuçları aldık, yeni haftaya ve yeni yılın ilk okul gününe hazırlıklarımızı tamamladık. Sabah oldu, güneş açtı, yeni aktif ve dinamik bir haftaya başladık derken, kocamın kırıklık hissettiğini söylemesiyle umduğumuzun dışında bir haftaya başladık. “Eyvah!” dedim içimden, çünkü hasta bakıcılığına hiç mi hiç hazırlıklı değildim…

 

Ev tam-takır kuru-bakır, temel gıda malzemelerinden sebze meyveye kadar bomboşuz! Dosdoğru marketi boşaltmaya gittim. Halim, iki yıl önce gördüğümüz rafları panikle boşaltanlar gibi olmasa da sepetimi baya doldurduğumu söyleyebilirim. İçimdeki ses “ne olur ne olmaz, hazırlıklı ol Shirli” dedi. Zira ailece kapanmak zorunda kalabileceğimizi ve bir zamanlar İstanbul’da yaptığımız gibi “Alo Ahmet Efendi, bize iki su, bir süt, ekmek, 10 yumurta alıver lütfen” diye sipariş edemeyeceğimizi düşünerek işimi sağlama almak istedim. Sanki içime doğmuş! Akşamına kocamın durumu ağırlaştı, ertesi gün de ateşlendi. Nur topu gibi bir pozitif gördük . Kızım, hiçbir semptomu olmasa da test yapmak istedi, sonuç silik mi silik bir pozitif çizgi!  Çevremizdekilere ikinci çizginin silik çıkmasını ne olarak kabul etmeliyiz diye sorduğumuzda, ağızbirliğiyle “pozitif” cevabını aldık.

 

Bir değil, iki pozitif! Anında ayrı odalara dağıldılar; kapılar kapandı, evin içinde maskeyle dolanmalara vs. Ev sanki “ghost town!” Gelen gideni aratır ya hani, hayalet şehir tımarhaneye doğru ağır bir dönüşüm geçirdi. Şöyle ki, yaşadığımız birçok semptomun kaynağı illa da fizyolojik olmayabiliyor; birçok sefer psikolojik olduğunu deneyimlemişimdir. Pazartesi’den beri vücudumda bir tuhaf hareketlenme, kıpırtı, hafif baş ağrısı… Meditasyon ve düşünce gücüyle kovmaya uğraştım; “yok ben iyiyim, benim bir şeyim yok, yarın (Salı) aşımı olmaya gideceğim” telkinleriyle kendimi kandırdım…

 

Hahaha… Kim kimi kandırmış? Çarşamba günü öğleden sonra 38,5 ile başlayan ateş ertesi gece 39,5’u buldu. Tahmin edeceğiniz gibi, evde üst üste negatif çıktım! Ama görünen köy kılavuz istemez; bu ya Covid, ya da Beta tarzında başka bir şey olmalıydı. Son ana kadar içimde kuşku olmakla beraber, benim de pozitif çıkacağıma kesin gözüyle bakarak “İkiydiler, üç olduk! Covid bulaştırma üssü gibiyiz maşallah!” dedim. Ehhh… bu durumda, izolasyon, korunma vs. ne yapmalı? Sahi merak ediyorum, siz olsanız ne yapardınız? Biz mi? İzolasyon maske mesafe, aklınıza gelen tüm önlem ve kuralları fora ettik! Basit mantık; kocamın pozitif sonucu çıkana kadar, ben virüsü çoktan kapmış olmalıydım. Haliyle, o saatten sonra evin içinde maskeyle dolaşma ve kapının ardından tepsiyi bırakma saçmalığını kenara bırakıp “her canlı pozitif olacak” olgusunu kabul etmek ve hayatımıza devam etmek en doğrusu geldi. Gücümüz olsaydı karantina günlerimizdeki gibi şarap cips film geceleri yapardık; ama nerdeeee… karı-koca kafamızı kaldıracak halde değildik.

 

Kocam çok daha hızlı toparladı -veya toparlamak zorunda kaldı. Hatta bir ara roller karıştı, iki ebeveyn ayrı odalarda hasta yatar haldeyken, evin ergen deli fişeği etrafta dolanıyor, durumun idrakine varmaya uğraşıyordu. Hakikatten yaşanmamışlıkların en dip örneklerini yaşadık, halen yaşıyoruz, son iki senedir. Yani, sen gel İstanbul’un “efsane” Covid fırtınasından hasarsız kurtul, 3ncü doz aşı randevunu ıskala ve Andorra’dan ithal Covid’i kap ve yatağa yapış; olacak iş değil! Sorsanız, ilk 5 gün çektiğim vücut ve baş ağrısını yaşamaktansa, doğal antikora rağmen, aşıyla kendimi korumayı tercih ederdim. Öyle bir ağrı ki, beynimin kafatasımdan fırlamak istercesine içten dışa baskı yaptığı bir ağrı! Parasetamol’un yapamadığını Rambo modu* yaptı.

 

Şimdi, bu satırları yazarken -ki bugün 8nci günümdeyim- geriye kötü bir öksürük ve halsizliğin yanında sürüyle belirsizlik kaldı. Bir de yaşadıklarımıza gülen şaşkın bir ifade. #NoVacYoCovid** (aşım yok ben covid’im) hashtag’li başlığımın aşı karşıtlarına karşı mesaj maksadım var sanmayın; herkesin kararı kendine. Tersine, #NoVacYoCovid trajikomik halimi tüm gerçekliğiyle yansıtıyor –3ncü aşım yok ve Covid’im! Sağlık ocağına göre 1,5-2 ay sonra 3ncü aşımızı olabileceğiz… Doğrusu ne, olmalı mı olmamalı mıyız? Kimse neyin doğru neyin yanlış olduğunu pek bilmiyor. Aynı sağlık ocağı negatif antijen sonucumu görüp, ben PCR lafını edene kadar beni eve göndermeye yeltendi. Demem o ki, herkes kendi kendinin doktoru olmak ve kendini koruyup kollamakla sorumlu. Bundan sonrası ne olacak, göreceğiz… Bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete!

 

20 Ocak 2022

 

*Rambo modu: Ailede ablam tarafından tescillenmiş, denenmiş ispatlanmış baş ağrısına karşı bire bir yöntem; evde bulunan bir kaşkol alnınızı kapsayacak şekilde başınıza dolayarak sıkıca bağlayın… İşte Rambo modu!

 

**#NoVacYoCovid Sırp asıllı tenis oyuncusu Novak Djokovic’in aşı olmayı reddetmesiyle, aşı karşıtlarına karşı duruş sergileyenlerin sosyal medyada kullandıkları bir hashtag’dir.