Odağımız Başka Yerde. Amaaa…

Bu haftaki yazımı apayrı bir konuya ayırmaya niyetliydim. Ne var ki, bu satırları yazmadan önceki akşam bir haber aldım ve aklımdakileri biraz duygusal ve tepkisel, biraz da rasyonel ve bilimsel yaklaşacağımı bilerek, doğrudan tuşlamaya koyuldum. Aldığım haber, bir arkadaşımızın çocuğuna ADHD, yani Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu tanısının konmasıydı. İçimdeki tepkiyi uyandıransa gençlere ADHD tanısının konması değildi -ki her yıl yüzlerce gence ve çocuğa bu tanı konmakta-; beni asıl infial ettiren bu gençlere uygulanmakta olan yaklaşım biçimi. Tahmin edeceğiniz üzere, çeşitli yöntem ve yaklaşımların mevcut olmasına rağmen, tedavi için çoğunlukla kimyasal ilaç yolu seçiliyor. Bu yazımda da biraz bunlara dokunmak istiyorum.

 

Öncelikle ADHD (Attention Deficit Hyperactivity Disorder)’nin ne olduğunu anlamakta fayda var. Türkiye Psikiyatri Derneği, “çocukluk çağında başlayan, etkisi tüm bir yaşama yayılabilen, nöropsikiyatrik bozukluk” şeklinde tanımlıyor. ADHD’li bireylerde aşırı hareketlilik, kontrolsüz tepki, dikkatsizlik, unutkanlık, uzun süre bir konuya odaklanma veya dinlemede zorlanma, dikkat dağınıklığı, ani gürültüye karşı aşırı hassaslık, dikkatsizlik sonucu hatalar yapma, eşya kaybetme, verilen görevleri sürdürme güçlüğü gibi davranışlar gözlemlenir. Bu dikkat ve hiperaktivite bozukluğu sadece çocuk veya gençlerde değil, yetişkinlerde de hayli yaygın bir olgu; her birimizde de az bir miktar var. İleri seviyede olduğunda, bu istemsiz davranışların kişiyi, hayatını ve çevresindekilerle ilişkilerini olumsuz etkilediği ve kişiyi başarısızlığa ittiği öne sürülür. Bireylerin hayatını büyük ölçüde etkileyecek, eğitim iş veya günlük yaşantısını sürdürmede zorlaştıracak seviyeye gelmesi durumunda, psikiyatri uzmanı tarafından değerlendirilmesi ve tedavisi şart bir nörolojik bozukluk olarak görülür.

 

ADHD hastalarının beyinleri üzerinde yapılan çeşitli araştırmalar sonucunda, bu rahatsızlığı taşıyan bireylerin beyinlerinde bazı bölümlerin daha küçük veya büyük olduğu tespit edilmiş, bazı kimyasalların farklı şekilde çalıştığı ortaya konmuş. İlaç tedavisine yönelimin daha fazla olmasının nedeni bu olsa gerek. İlacın bireylerin dikkatini toplamasına, hiperaktivitesinin azalmasına, konsantrasyonunun artmasına, eğitim ve iş hayatındaki genel işleyişinde daha kontrollü davranmasına ve genel sosyal ve toplumsal ortamda kabulüne yardımcı olduğu belirtiliyor. Bir kaynağa göre ilaç tedavisi “çocuğun eğitim hayatının düzelmesinde, daha başarılı olmasında rol oynar… çocuğun yaptığı olumlu davranışları arttırır ve çocuk bu şekilde devam etmeye çalışır.” Diğer yandan, ilaç tedavisinin getirdiği yan etkilerden çok az bahsedilir. İştah kaybı, uykuda düzensizlik, baş dönmesi, karın ağrısı, iritabilite gibi yan etkilerin yanında, ilaç tedavisi uzun vadede bireyin yaratıcılığını, yaratıcı düşünce biçimini, yaratma motivasyon ve potansiyelini köreltebiliyor.

 

Türkiye Psikiyatri Derneği ADHD tedavisinde kapsamlı yaklaşımlar kullanılması gerekliliğini savunuyor; nörobiyolojik temelli rahatsızlık olan ADHD tedavisinde ilacın temel oluşturduğunu öne sürüyor; ve bütüncül tedavi yaklaşımın sonraki aşaması olan yapılandırılmış bilişsel davranışçı psikoterapileri eklemenin önemini vurguluyor. Tabii ki de, böylesi bütüncül ve kapsamlı bir tedavi yaklaşımında, yani psikoterapi eşliğinde ilaç uygulanırken bireyin yanında ailenin, uzmanın ve eğitimcilerin de sürece dahil olmaları gerekmektedir!  Ancak ne yazık ki, ekseriyetle bireyin ve ailesinin bu olguyla -yani psikoterapi ve ilaçlarla- baş başa kaldığını, diğer taşıyıcıların sürecin dışında kaldığını görüyoruz.

 

Acaba neden? Şöyle! Eğitim sistemi tek tip öğrenci profiline -yani odaklanan, yönergeleri vakitli ve keskinlikle takip eden, dürtü ve davranışlarını regüle edebilen, sınıf ortamına ayak uyduran, toplumun belirlediği standartlar çerçevesinde başarı gösterebilen öğrenci tipine göre kurgulanmış bir yapıya sahip… Sosyal toplum, yani biz ebeveynler, eğitimciler, uzmanlar -iş dünyası da dahil buna- genelin (veya normun) dışında kalmış bireylerin farklılıklarını ve öznel becerilerini topluma dahil etme yetisine ne yazık ki haiz değiliz. Onun yerine ilaç ve terapiyle bireyleri kendimize benzetme çabası içindeyiz. Farklılıklara ve düzenin dışında kalanlara yer verme ve alan açma konusunda çok zayıfız. Küçükten büyüğe, neredeyse tüm örgün eğitim sistemi bu esaslar üzerine inşa edilmiş konumda. Buna Sir Ken Robinson “How schools kill creativity” başlıklı TED konuşmasında (https://www.youtube.com/watch?v=cI3Ro1Br5k8) çok güzel değinmiştir; eğitimin ve maalesef eğitimcilerin yaratıcılığı ve başarma potansiyelini nasıl da körelttiğini anlatır.

 

Robinson konuşmasında, Cats ve Phantom of the Opera müzikallerinin kareografisini yapan bale dansçısı ve kareograf Gillian Lynne’den bahseder ve dansçı oluşunun hikayesini anlatır. Lynne, 1930’larda çocukluğunda odaklanma ve öğrenme zorluğu çeken, ödevlerini takip edemeyip vaktinde teslim etmeyen, ve sınıf içinde rahat durmayışından dolayı öğretmenlerinin şikayet ettiği müthiş yetenekli bir çocuktur. Bugün olsa ADHD tanısı alacak ve ilaca yönlendirilecek bir çocuktur! Öğretmenleri tarafından “başarısız” olarak etiketlenmiş, ancak fırsat verildiğinde küresel başarıya imza atmış bir çocuk! Onu gören uzmanın annesine “Lynne hasta değil, o bir dansçı” ve “dans okuluna götürün” demesiyle fırsat yakalamış ve Lynne hayatta büyük başarı kazanmıştır. (Hikâyenin tamamını TED konuşmasında Robinson’dan dinlemenizi öneririm!) Günümüzde özel ihtiyaca yönelik bireyselleştirilmiş eğitim (educational programs for students with special needs) sisteminin ve programlarının olmasına rağmen, istenilen mertebeye gelmediğini söylemeliyim!

 

Yine “neden” diye soracağım… Ronald David Laing’in beni büyüleyen bir lafı vardır: “Öldüğünüzde ölü olduğunuzu bilmezsiniz. Bu sadece başkaları için zordur. Aynı şey salak olduğunuzda da geçerlidir.” ADHD’ye sahip kişiler de kendilerini bilmeyebilirler… Bu asıl onlarla yaşayan ebeveynler, çalışan öğretmenler ve eğitim yöneticileri için çok zordur… O yüzden de onlara çok iş düşüyor! ADHD’li bireylerin kendilerini bilmelerine yardımcı olmaktan başlayarak, onları her anlamda destekleme görevleri var… Maalesef, sayılı istisna dışında, çoğu tedavi yöntemleri kolay yolu seçerek ilaç veriyor. İşte burada soruyorum: salt süreçleri kolaylaştırmak ve çocukları tek tip eğitim ve yönetim biçimine uyumlandırmak için özel ve öznel yeteneklerini törpülemek ne kadar doğru?

 

2010 yılında, İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü AB Projeleri Yönetimi bölümünde çalıştığım dönemde, bu konuya baya kafa yormuştuk. İlk defa o zaman nöroplastisiteden ve beynin kendini yeniden şekillendirebileceğinden haberdar olmuştum; hatta beynin işleyişine müthiş merak sarmıştım. Boğaziçi Üniversitesi akademisyenleriyle birlikte, Avrupa’dan birkaç kurumun da dahil olduğu bir konsorsiyumla bir proje başlattık. Amacımız kaynaştırma öğrencileriyle (öğrenme zorluğu çeken ve ADHD tanısı alan çocuklarla) çalışan öğretmenlere yol gösterici bir kolaylaştırıcı yol açmaktı. Sonucunda 24 saatlik bir eğitim programı tasarladık ve öğretmenlerle bir pilot eğitim uygulayarak programı hayata geçirdik.

 

Alanında uzman eğitimciler, özel eğitim (special needs) uzmanları ve psikiyatri uzmanlarıyla birlikte kurguladığımız bu eğitimle “başkaları için zor” olanı “bütüncül ve kapsamlı yaklaşım” sunarak kolaylaştırmayı hedeflemiştik, ama maalesef 2 yıllık proje sürecinin sonuna gelindiğinde çalışma da kaldığı yerde tozlar altında kaldı. Aradan 10 yıldan fazla zaman geçti… Bugün odaklar başka yerlerde… ADHD tedavi yöntemlerine yönelik kaygılarımızsa aynı yerinde…  Akademisyen hocalarımızın yerlerinde oldukları gibi… Fakat neden olmasın… Belki bir gün uykuda olan bu değerli çalışma uyanır, hareketlenir ve yeniden hayat bulur…

 

Barcelona’dan sevgiler…

3 Kasım 2021

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir